22 Temmuz 2019 Pazartesi

Elyesa Bazna...

Kosova doğumlu, Arnavut kökenli, Türk vatandaşıydı. Çankaya Köşkü’ne komşu İngiliz Büyükelçiliği’nde uşaktı. Aslında hep opera sanatçısı olmak istemişti. Servet sahibi bir kazanova olarak, konteslerle baroneslerle aşk yaşarken görürdü kendini, rüyalarında...
40 yaşına gelmişti, cebinde üç kuruş yoktu, fırtınalı kaçamaklardan vazgeçtik, merhabalaştığı kadın bile yoktu. Üstelik, İngilizlerden nefret ediyordu. Babasının ölümünden sorumlu tutuyordu onları...
Bir gün, Almanya Büyükelçiliği Müsteşarı Jenke’nin kapısını çaldı. Gizli bilgilere ulaşabiliyorum, isterseniz satarım dedi. Müsteşar, konuyu Büyükelçi Von Papen’e açtı. Papen vaziyeti Berlin’e bildirdi. 29 Ekim 1943 gecesi, Cumhuriyet Bayramı törenlerinden döndüğünde, Berlin’in cevabı masasındaydı:
Deneyin...
İngiliz Büyükelçi Sir Hugessen, gizli belgelerin tutulduğu kasanın anahtarını boynunda taşıyordu. Uyurken bile çıkarmıyordu. Elyesa, balmumumdan kalıp hazırladı, banyoda büyükelçinin sırtını sabunlarken, anahtarın ölçüsünü aldı. Bu taktiği Almanlar vermişti. Bir de fotoğraf makinesi vermişlerdi.
Büyükelçi her öğleden sonra piyano çalmaya başladığında, Elyesa kasanın bulunduğu odaya sızıyor, Almanların yaptırdığı kopya anahtarla açıyor, dokümanları şakır şakır fotoğraflıyordu.
Trafik başladı...
Her film rulosuna 20 bin sterlin kapıyordu. Dokümanların yanı sıra, duyduklarını da anlatıyordu. Radar gibi dinliyor, bülbül gibi ötüyordu. Ama doğru mu söylüyor, yalan mı, henüz belli değildi. Ocak 1944’te, Sofya bombalanacak dedi. Hadi canım dediler. Sofya bombalandı! Kendini kanıtlamıştı. Güzel güzel konuştuğu için, hatipliğiyle ünlü filozofun adını, “Çiçero” kod adını verdiler ona.
Aynı günlerde...
Ankara’da Almanya Büyükelçiliği’nde Nele Kapp adında bi kız çalışıyordu. Sekreterdi. 24 yaşındaydı. Babası diplomattı, Almanya’nın Sofya Büyükelçisi’ydi. Dünya savaşı patlamadan önce, liseyi Cleveland’da okumuştu, oraları özlüyor, ABD’de yaşamak istiyordu, Nazilerden nefret ediyordu.
Bir gün...
Dişi iltihaplandı. Hayatı değişti. Dişçi, Yahudi bir Alman’dı, laf lafı açtı, istersen seni Amerikalılarla tanıştırırım dedi. Genç kızın yüzünde güller açtı. Amerikalılar da, Alman Büyükelçiliği’nde çalışan Amerikan sempatizanı kızın üstüne atladı doğal olarak...
Buluştular...
Rastgele diye atılan olta, büyük bi balık yakalamıştı. Çok büyük bir balık.
Genç kız, ilk randevuda, sizden söz vermenizi istiyorum dedi, eğer aktaracağım bilgi işinize yararsa, lütfen bana sığınma hakkı tanıyın... Sekreterin teklifi, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Laurence Steinhardt’a iletildi. Onay alındı.
Sekreter, tarihin akışını değiştiren bilgiyi anlattı: İngiliz Büyükelçiliği’nde bizimkilerin Çiçero dediği biri çalışıyor, Çiçero aradığında bizim elçilikte büyük hareketlilik oluyor, küçük rütbeli görevliler falan dışarı çıkarılıyor, Nazilerin kulağı bu Çiçero!
Amerikalılar derhal İngilizleri uyandırdı. Tüm personel tek tek sorgulanmaya başlandı. Çiçero enseleneceğini anladı, tası tarağı topladı, İstanbul üzerinden Mısır’a, oradan Arjantin’e kaçtı...
Tabii Naziler de uyanmıştı.
Çiçero’yu kim ispiyonladı?
Sorgu sual başlayınca, sekreter kız, Amerikalılara yalvardı, hayatım tehlikede... Amerikalılar sözünü tutacaktı. Ama, ciddi bi sorun vardı. Türkiye tarafsız ülkeydi.
Köstebeğ’in ABD Büyükelçiliği’ne sığınması olacak iş değildi. Peki ne yapıldı?
Sekreter kızın sarı saçları siyaha boyandı, adresi meçhul, gizli bir eve yerleştirildi, bir hafta saklandı. Naziler fıldır fıldır takipteydi, yana yakıla arıyorlardı. İstanbul’a götürülmesi çok riskliydi.
Önce Suriye üzerinden çıkarmayı düşündüler, sonra vazgeçtiler, karayoluyla İzmir’e götürdüler, gemiyle Kıbrıs’a geçirip, Mısır’a, oradan da ver elini ABD...
Elyesa, Arjantin’e ayak bastı, tehlikelerden uzaktaydı, hayatının garantide olduğunu düşünüyordu. Üstelik, cebi doluydu, 300 bin sterlini vardı, beyler gibi yaşamasına yeter de artardı.
Gel gör ki...
Daha ilk alışverişte acı gerçekle karşılaştı. Almanların ödediği paralar, sahteydi. İngiliz ekonomisini çökertmek için, Nazilerin Berlin’de bastırıp, el altından piyasaya sürdüğü sahte sterlinlerdi.
İngilizlere kazık atarken, Almanlardan ağır kazık yemişti. Aç biilaç kaldı, süründü. Savaştan sonra döndü dolaştı, gene Ankara’ya geldi, tutunamadı, Berlin’e gitti, boğaz tokluğuna gece bekçiliği yaptı. 1970’te, 66 yaşında, sefalet içinde öldü.
Hayatı film oldu.
Hollywood’da...
Hatıralarını “I was Cicero, Ben Çiçero’ydum” başlığıyla kaleme alıp, Stern dergisine satmıştı. Yönetmen Joseph Mankiewicz, 1952’de, bu hatıraları “5 Fingers, 5 Parmak” adıyla sinemaya uyarladı. Elyesa rolünü, o dönemin efsane aktörü James Mason oynadı. Elyesa’nın hayatı, iki Oscar aldı.
Sekreter Nele’nin ise, savaştan sonra kimliği değiştirildi; izi kaybedildi. California’ya yerleştirildiği, garsonluk yaptığı, evlendiği, bir çocuğu olduğu iddia edildi. Gerisi bilinmiyor...

Ali Kemal

Ali Kemal, 1903 yılında İsviçre'de kendisinden 10 yaş küçük Wnifred'e aşık oldu, Wnifred'in annesi İngiliz, babası İsviçreli'ydi, evlendiler, nikahı papaz kıydı, Wnifred müslüman olmadı ama, Ali Kemal eşine “Fitret” adını verdi, ilk çocukları bir aylıkken öldü, sonra Selma, sonra Osman doğdu.
1909'da, Fitret henüz 26 yaşındayken vefat etti, Ali Kemal bunalıma girdi, bir süre İngiltere Wimbledon'da yaşamaya çalıştı, yapamadı, çocuklarını kayınvalidesi Margareth'e emanet etti, şartları uygun hale getirince çocukları yanıma alacağım dedi, İstanbul'a döndü .
Birinci dünya savaşı patladı, İstanbul işgal edildi, memleket yangın yerine döndü, çocuklarını getiremedi, anneanne Margareth torunlarını İngiliz olarak yetiştirdi, Osman adını değiştirdi, Wilfred oldu, subay oldu, pilot oldu, ikinci dünya savaşında gösterdiği cesaret ve yararlılık nedeniyle İngiliz Üstün Liyakat Madalyası aldı, evlendi, oğlu oldu, oğlu da evlendi, Boris doğdu…
Şimdi diyeceksiniz ki, Boris diye İngiliz olur mu, Rus adına benzemiyor mu? Haklısınız… Tam adı, Alexander Boris de Pfeffel Johnson… Annesiyle babası Meksika'da tatildeyken, annesi hamile, doğum belirtileri ufak ufak başlıyor, telaşlanıyorlar, Meksika'da doğum yapmak istemiyorlar, havalimanında fıldır fıldır bilet ararken, Rus bir işadamı iyilik yapıyor, kendisine ait New York biletini hediye ediyor, New York'ta doğum oluyor, iyiliksever Rus'un hatırasına Boris adı ilave ediliyor, Boris büyüyor, gazeteci oluyor, siyasete atılıyor, Muhafazakar Parti'den milletvekili oluyor, Londra belediye başkanı oluyor. Ve, dışişleri bakanı oluyor.
Peki ya eksik olan tarafı ne ...
O da şu…
Gazeteciydi Ali Kemal...
İngiliz finosuydu.
Vahdettin'le birlikte İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusuydu.
Milli mücadeleye düşmandı.
“Avrupa ile başa çıkmayı hangi Asya kavimi başardı ki, biz başarabilelim” diye makaleler döşeniyordu, Avrupalıların illa başımızda bekçi olarak dikilmesini istiyordu.
Mustafa Kemal'den nefret ediyordu, milletin başına bela olarak görüyordu, “onunla tokalaşmak, eşkıyaya el uzatmaktır” diyordu. Hatta… “Derme çatma bir ordu, dövüşüp duruyorlar, zırzoplar, tam istiklal isteriz diye tutturmuşlar, halbuki ne demiş Arap, elhekmü limen galebe, galibin dediği olur, işte bu kadar” diyordu.
Hızını alamıyor, Mustafa Kemalcileri “sevinçle” şöyle tarif ediyordu: “Çanlarına ot tıkanıyor, moralleri pek düşük, çoğu yalınayak, teçhizatları noksan, gerçi birkaç kamyonları var ama, hepsi kullanılmaz halde, motorları bozuldu mu tamir edilemiyor, benzinleri yok, yedek parçaları yok, taşıma için ancak mandaları var, Mustafa Kemaller faydalı hiçbir işe yaramazlar, hamdolsun sayıları azdır, hastalanmış uzuv gibi kesip atmalı!”
Böyle bi haindi...
“Berduş” diyordu Mustafa Kemal'e… “Medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu'da havsalaya sığmaz delilikler, cinayetler işliyor” diyordu.
“Eyy müslüman kardeşlerimiz, teşkilat-ı milliyeye aldanmayınız, bolşevik kafası taşıyan yurtsuz serserilerdir bunlar” diyordu. “Bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” bile diyordu.
Neticede…
Bedelini ağır ödedi.
Linç edildi.
Çocuklarını İngiltere'de bırakıp İstanbul'a döndüğünde, ikinci evliliğini yapmıştı. Kendisi 44 yaşındayken, Tophane müşiri Zeki paşa'nın 18 yaşındaki kızı Sabiha'yla nikahlanmıştı. Bir oğlu daha olmuştu.
Ali Kemal öldürülünce, Sabiha oğluyla birlikte İsviçre'ye gitti. Oğlu hukuk tahsili yaptı, üniversiteyi bitirince “memlekete döneceğim” diye tutturdu. Aile büyükleri itiraz etti, “seni yaşatmazlar orada” filan diye dil döktüler ama, nafile… Bindi trene, Ankara'ya geldi. İngilizce, Almanca, Fransızca bilen, donanımlı bir gençti. Dışişleri bakanlığının memuriyet sınavına girdi. Kazandı.
Cumhurbaşkanımız, İsmet İnönü'ydü. Dışişleri sınavını kazananların dosyalarını getirdiler, masasına bıraktılar. Birinin üzerinde “menfi” notunu gördü. “İşe alınması muvafık değildir” yazıyordu. Sakıncalı'ydı yani, uygun değil'di. Açtı dosyayı, okudu. Kırmızı kalemle belirtilmişti, Ali Kemal'in oğluydu.
Çizdi menfi'nin üstünü, müspet yazdı, çizdi muvafık değildir'in üstünü, muvafakat ediyorum yazdı, imzaladı. “Devlete kin yakışmaz, biz bu cumhuriyeti kanla kurduk ama, insanla büyüteceğiz” dedi. Dosyayı uzatırken de ekledi, “ben bunu Gazi'den öğrendim” dedi.
Ali Kemal'ın oğlu Zeki Kuneralp'ti. Paris, Bern, Londra, Madrid büyükelçimiz oldu. Dışişleri bakanlığı müsteşarımız oldu. Ali Kemal, Amerikan fıştıklamasıyla doğu'daki şehirlerimizi altın karşılığında Ermenilere satmamızı öneriyordu…
Kadere bakın ki, oğlu Madrid'de Asala'nın saldırısına uğradı, makam otomobiline ateş açıldı, Zeki Kuneralp otomobilde değildi, eşi Necla Kuneralp'le birlikte, bacanağı emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve İspanyol makam şoförü Antonio Torres hayatını kaybetti.
Bitmedi…
Ali Kemal'in torunu, Zeki Kuneralp'in oğlu Selim Kuneralp, babasına açılan yoldan yürüdü, Stockholm ve Seul büyükelçimiz oldu, AB daimi temsilcimiz oldu, Dünya ticaret örgütü daimi temsilcimiz oldu.
Çünkü…
Bu cumhuriyeti kuran ulusalcılar, kendilerine “başı ezilesi yılan, kesilip atılması gereken hastalıklı uzuv” diyen, “idam” edilmelerini isteyen vatan haininin suçunu, evladına çektirmemiş, sahip çıkmış, bağrına basmış, senden benden diye ayırmamış, ötekileştirmemişti...

Adile Naşit’in 21.06.1985 tarihli anısı…

Bizim Aile filminin çekimlerinde idik. Halit Akçatepe ile Münir Özkul aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Tarık Akan da oturmuş bir köşeye dalıp dalıp gidiyordu. Yanına gittim, çok samimi değildik. Çorba içme saatiydi, çorba içtik ve ” Hayırdır ” dedim, zor da olsa anlatmaya başladı;
Tarık Akan:
“Mühendislik fakültesindeyken, okula yakın bir yerde bir matbaacı arkadaşım vardı. Cebinden kitaplar basar, insanlar okusun diye uğraşırdı. Bugün gelirken ona rastladım. İşleri bozulmuş, kapatmak zorunda kalacakmış dükkanı’ dedi..
Adile Naşit anlatmaya devam ediyor…
“Çekimler iyi gidiyordu. Münir’in yanına gittim, durumu anlattım. Yevmiye usulü çalışıyorduk, ne yapacağımızı da çok bilmediğimiz için bekledik. Belki elimizden bir şey gelirdi. Münir bunu epey dert edindi.
Hani o can alıcı sahne var ya; Münir’in o güzel tiradı. Saim Bey’ in kapısından içeri girer, “sen değil, ben büyüğüm ben” diye noktalar. İşte o sahnede, herkesin eli ayağı buz kesti. Yarım saat bir sessizlik oldu.”
“Gün bitti, yevmiyeler dağıtıldı. O gün ne olduysa hepimiz 3’er yevmiye aldık. Münir 10 yevmiye almıştı. Herkes aldıklarını bir araya getirdi topladık ve Tarık Akan’a uzattık. Kabul etmedi, zorla kabul ettirdik. Beraber gidip matbaadaki işler düzelene kadar, her gün biraz daha destek olduk.
Bugün, Tarık’ın vesilesi ile o matbaa halen çalışıyor binlerce kitap basıp tüm ülkedeki okul kütüphanelerine yolladı.” (Adile Naşit’in 21.06.1985 tarihli anısı…)
İşte böyle ustalar, üstadlar kolay yetişmiyor. kazandığı parayı son kuruşuna kadar ihtiyaç sahibine verecek kadar iyi yürekli bir insandı.
Hababam sınıfının sert ama öğrencilerini de herşeyden çok seven “Kel Mahmut”uydu.
Yaklaşık 10 dizi, 20 tiyatro oyunu ve 220 filmde rol aldı.
Uzun süredir demans hastalığıyla yaşayan Yeşilçam’ın usta oyuncusu Münir Özkul 93 yaşında bizlere veda etti.
Ruhun şad, mekanın cennet olsun

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...