26 Haziran 2019 Çarşamba

ŞİRİNLER

"Şirinler" yıllardır Komünizm propagandası yapmakla suçlanmış ve Amerika'da bir dönem gösterimi yasaklanmıştır.

Bunun nedeni; para olmadan komünal bir yaşam sürmeleri, Şirin babanın Karl Marx'a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir.

Şirinler köyünde herkes kendi işini yapar ve herkes aynı kıyafeti giyer.

Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder. Altın ve para düşkünüdür (kapitalizm) ve onları yeme (misyonerlik) gibi pek çok gizli unsur bulundurduğu iddia edilmiştir.

Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo bir sosyalisttir. Peyo, yaptığı çizgi filmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika'ya karşı bu yolla propaganda yapmak istemiştir.

Şirinler köyünde hiç ibadethane bulunmaz. Kural ve kutsal yoktur. Para kullanılmaz ama herkes kendine gerekli olan şeyleri bedava edinir. Tembel şirin bile hiç bir iş yapmadığı halde bütün şirinlerle aynı standartlarda yaşamaktadır. (Tembellik hakkı)

Şirin çileği tarlaları sadece bir şirine ait değildir. Bütün şirinler bu tarlada hak sahibidir. Gargamel'in kedisi Azman ise (orjinalindeki adı Azrail'dir) ABD'nin peşinden ayrılmayan küçük ülkeleri sembolize eder.

Ayrıca şirinlerin İngilizce yazılımı "SMURF''tur, bu da "Socialist Men Under Red Flag" yani, kızıl bayrak altında yaşayan adamlar anlamına gelir..

EY ÖZGÜRLÜK…

Fransız şair Paul Eluard bir kadına aşık olur. Kararlıdır, onun için bir şiir yazacaktır. Paris kafelerinde otururken cebinden çıkardığı kağıtlara hep o şiiri yazar. Uzun bir şiir olacaktır bu. Dörtlüklerden oluşacak ve şiirin son dizesinde o çok sevdiği kadının adı olacaktır.
Bu sırada Naziler Paris’i işgal eder. İkinci Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Şiiri yazmaya devam eder ama bakar ki her yerde baskı, zulüm, işkence, tutuklamalar, sokaklarda şiddet gören, öldürülen insanlar..
Çok sevdiği ülkesi ve kenti işgal altındadır. Şiir biter ama son dizeye sevdiği kadının ismini yazmaya gitmez bir türlü eli. Çok ister ama yazamaz..
Onun yerine o sırada aşk’tan daha da tutkuyla istediği şeyi yazar: Özgürlük.
Bu şiirin M.C. Anday ve O. V. Kanık tarafından yapılmış çevirisi aşağıda..
Çok uzun yıllar sonra Zülfü Livaneli bu şiirden çok güzel bir şarkı yapar. “Ey Özgürlük” diye. Konserlerinde çok istenen, herkesin coşkuyla dinlediği bir şarkı.
Özgürlük gibisi var mı? Her şey ondan sonra.

LIBERTE / ÖZGÜRLÜK
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya kül
Yazarım adını
Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını
Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını
En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını
Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını
Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını
Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını
Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını
Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını
İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını
Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını
Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını
Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını
Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya
Özgürlük…
Paul Eluard

Çev. Melih Cevdet Anday – Orhan Veli Kanık

EY ÖZGÜRLÜK… ile ilgili görsel sonucu

Hemingway’in en iyi hikayem dediği, dünyanın en kısa öyküsü

İntiharıyla dünyayı şoka sokan, Amerika'nın en büyük edebiyatçısı olarak kabul edilen, FBI takip listesindeki KGB casusu Hemingway'den bir mikro öykü...

Bir sohbette, onu çekemeyen edebiyatçılardan birisi Hemingway'e ne derece yetenekli olduğunu sorar. Hemingway biraz ukaladır.

-Senin hayal bile edemeyeceğin kadar, diye yanıt verir.

Bunun üzerine karşı taraf sinirlenip O’na, 10 kelimeyi geçmeyen, etkili bir hikaye yazıp yazamayacağını sorar.

-Buradaki herkesi derinden etkilersen, önünde saygıyla eğileceğim, der.

10 kelimeye bile ihtiyaç duymayan Hemingway, ortamdaki herkesi etkileyen 6 kelimelik şu öyküyü yazar.

"Satılık bebek patikleri. Hiç giyilmemiş."


Menderes zamanında

NEŞE MESUTOĞLU'nun röportajlarından oluşan, "YAZARLARIN İSTANBUL'U" adlı kitapta, PROF. DR. SEMAVİ EYİCE'ye sorulmuş :
"Menderes zamanında 6.300 tarihî binanın yıkıldığı doğru mudur ?.." Yanıt şöyle :
- Miktarını bilemem. Yalnız, tahribat oldu. Olmayacak birtakım şeyler yapıldı. Ben o devri yaşadım. Hatta herkes şakşakçılık yaparken tek itiraz eden bendim. Sadece "Yeni Sabah"ta muhalefet yapılıyordu. Orada, "Yıkılmamalı," dedim. Eşten, dosttan, "çenesini tutsun," diye haber geldi..
Menderes, "Aksaray'dan bakınca Beyazıt Camisi'ni görmeliyim," dedi. Toprağın kotunu indirdiler aşağıya. Bazı yerlerde yükselttiler. Birçok eser lüzumsuz olarak yıkıldı. Benim kanaatime göre İstanbul'un kıyı topoğrafyası tamamen değişti. Kıyılarda girintiler çıkıntılar vardı, sahil yolu yapıldı !..
Bizans kilisesinden bozma "Sekban Paşa Mescidi" gitti. Onun karşısında ünlü "Kırk Çeşme" vardı, yıkıldı gitti. Başka yere monte edeceğiz dediler, kayboldu.. Bozdoğan Kemeri'nden Aksaray'a doğru inerken sağda Çandarlı İbrahim Paşa'nın hayratı olan bir hamam ve yanında "Mimar Ayaz Camisi" vardı, gitti.. Aşağısında "Oruç Gazi Camisi" vardı, ne caddeye isabet ediyordu ne bir şey, çukur arazideydi, onu da yıktılar.. Aksaray'da "Valide Camisi" var, türbesini yıktılar. İçindeki kemikleri Sultan Mahmud Türbesi'ne götürdüler. Önündeki toprak kotunu yükselttiler, çeşmeleri de gömüldü. Böyle acayiplikler oldu. Kilise de gitti, cami de gitti, türbe de, çeşme de.. 
"Zeyrek Evleri" gibi, özbeöz Türk karakteri olan nice mahalleler yok oldu gitti.. Süleymaniye'de, Vefa'da konaklar vardı. Binalar harabe halinde. Sanat eseri olan köşkler vardı Bağdat Caddesi'nde. Bugün hiçbiri yok.. 
Günümüzde İstanbul'un tarihi dokusu gözümüzün önünde eriyip gidiyor. Açıkçası ben İstanbul'un geleceğinden ümitsizim.. İstanbul'un tarihî karakteri yok ediliyor. Yüksek binalardan rant elde ediliyor diye herkes bunlara göz yumuyor. Elli yıl sonra İstanbul diye bir şehir kalmayacak. Zaten kalmadı..
İstanbul'un karakterini meydana getiren küçük meydancıklar.. Oralarda küçük bir cami, çeşme, çeşmenin yanında bir kahvehane, orayı gölgeleyen bir-iki ağaç.. Bunların hiçbiri yok. Koca koca çınar ağaçlarını kestik. Muhafaza edilseydi kıyamet mi kopardı ?..

Amerikalı Askerlerin gözünden, Korede ki Türk Askerleri

Kore Savaşı’nda genç bir irtibat subayı olan Anthony Herpert’in “Soldier” isimli kitabında aktardığı bir anısı..
“Türkler bir bölük büyüklüğündeydi. Bulunduğumuz tepede kendimize bir mevzi oluşturmuştuk ve oturmuş gelecek emirleri bekliyorduk. 
Ben onların dilini konuşamıyordum, onların gruptan da kimse İngilizce bilmiyordu. Bu şekilde soğuk ve sessiz bir gece geçirdik, ama ertesi sabah etrafımızı Çinlilerle sarılmış olarak bulduk. Orada şu ana kadar hiç savaşta bulunmamış bir bölükle birlikteydim, sarılmıştık ve ben onlarla konuşamıyordum bile.. 
Onlar için ise bundan daha mutlu bir an olamazdı. Sanki piknik yapıyorlardı. Baktığımız her yön savaş alanıydı. Rastgele bir yöne ateş etseniz bile Çinli öldürebilirdiniz. Ben oturmuş oradan nasıl kurtulabilirim diye düşünürken, onlar bütün sabahı bu şekilde ateş ederek geçirmişlerdi. Güneş yükseldiğinde cephanemiz bitiyordu ve Türkler buna hiç aldırmıyordu! 
Bir avcı hattı oluşturdular, süngülerini taktılar ve suratlarında bir gülümseme ifadesiyle yüzlerini kuzeye döndüler. Onların döndüğü yöne baktığımda o an gitmek istediğim yerin kesinlikle orası olmadığına karar vermiştim.
Güneye doğru yönelmiştim ki, oluşturdukları hat dönmeye başladı ve ben kendimi tüm Kore Savaşı boyunca gerçekleşmiş olan en başarılı eski-moda süngü hücumunun tam ortasında buldum. Buradan bir şey öğrenmiştim; 
Türkler hiçbir zaman kapana kısılmazlar, başı dertte olanlar asıl onların etrafını saran insanlardır! Süngülerini kullanmalarını izlerken, sanki ilahi bir gündü. Onlar dervişlerdi. Kendilerine özgü bir stilleri vardı –bizim Benning’de öğrenmediğimiz bir stil; Atılıyorlar, süngüyü düşmanın karnına saplıyor, çeviriyor, sol elleriyle tüfeklerinin tepesinden doğru bastırıyor ve o anda kurbanlarının bağırsaklarını dışarı çıkarıyorlardı. O hücumdan aklımda kalan en net hatıra ise, Tanrı’ya, Birleşmiş Milletlere ya da Türkleri bizimle aynı tarafta savaştıran her kimse, ona şükranlarımı sunduğum andı.”
Herbert daha sonradan Türk askerleriyle birlikte gösterdiği cesaretten dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nden de bir madalya almıştır. Kendisi Kore Savaşı’nda en çok madalya alan askerlerden birisi olmuştur.

BİR ŞİZOFRENİN HİKAYESİ



Babam öleli 12 yıl olmuştu ve ben 20 yaşına geldiğimde babasız olmanın acısını …artık çok daha iyi anlıyordum.
Annemle birlikte küçük ama mutlu bir dünya kurmuştuk kendimize. Mevsimlerden bahardı, sokaklarda parklarda dolaşıyordum.
Bu bahar daha bir çoşkulu hissediyordum kendimi. Birçok arkadaş edinmiştim. Mehmet, Can Canı´ın kuzeni Merve ve daha birçoğu…
Her gün belirli saatlerde buluşup eğlenceli dakikalar yaşıyorduk. Onlarla o kadar eğleniyordum ki işe dahi gitmiyordum.
Yine işe gitmediğim bir günde yalnız başıma dolaşırken arkadaşlarımla her zaman oturduğumuz parkta gördüm onu. O kadar güzeldi ki..
Bir süre çevresinde dönüp beni fark etmesini umdum ama bana hiç bakmıyordu. Tam umutsuzluğa kapılmışken son bir cesaretle yanına yaklaştım ve “Oturabilir miyim?” diye sordum. Deniz mavisi gözleriyle bakıp ,küçük bir tebessümden sonra.”Oturabilirsiniz” dedi. Kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu.
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Sonra kısık bir sesle,”Adım Vedat,” diyebildim. Bana dönüp “Nazlı” dedi. Bir süre sonra telefonlarımızı birbirimize verdik ve ayrıldık. Akşam olanları anneme anlattım. Annem gözlerimdeki mutluluğu fark edince çok sevinmişti.


Arkadaşları bize davet ettim.

İlerleyen günlerde Nazlı ile daha sık görüşür olduk. Zaman ilerledikçe ona daha çok bağlanıyordum. O hayatıma girdikten sonra işe gitmeye bile başlamış, diğer arkadaşlarımla da daha az görüşür olmuştum. Arkadaşlar sitem edince kendimi affettirmeye, onları akşam yemeğine davet ettim. ve hazırlık yapmak için erkenden eve gittim.Anneme arkadaşlarımın geleceğini ve güzel bir yemek yapmak için hazırlığa başlamamamız gerektiğini söyledim. Akşam gelip çatmıştı. Kapı çaldı, hemen koşup açtım. 

Arkadaşlar gelmişti. Onları salona alıp sofrayı hazırlamak için mutfaktaki anneme yardıma gittim. Sofra hazırlandıktan sonra salona geçip onları içeri çağırdım.
Arkadaşlarımı masaya alırken annemin bakışlarındaki korku ve şaşkınlık ifadesine bi anlam verememiştim. Tam arkadaşlarımı tanıtıyordum ki annem büyük bir feryatla masadan ayrılıp gitti. Olanları bir türlü anlayamıyordum. Arkadaşlardan özür diledim ve yemeğe başladık. Yemeğin ve sohbetin ardından arkadaşlar gitti. Annemin odasına olanları sorduğumda hiç cevap vermedi. Sadece yüzüme bakıp ağlıyordu.

Eve gelen misafir

Aradan 3 ay geçmişti. Arkadaşlarla ve özellikle Nazlı ile görüşmelerimiz iyice sıklaşmıştı.
Bir ara anneme sözü Nazlı´dan açıp onunla birbirimizi ne kadar sevdiğimizi ve evlenmek istediğimizi
anlattım. Annem mutlu olmamdan gülüyordu. Ama gözündeki korkuyu ve acıyı hissedebiliyordum. Öbür gün iş dönüşü eve geldiğimde bir misafir vardı. Tanıştık ve annem o arada kayboldu. O adam bana tuhaf sorular sorup durdu. 1-2 saat oturduktan sonra annem gelip misafiri yolcu etti. Anneme gelenin kim olduğunu sorduğumda doktor olduğunu söyledi.”Yoksa hasta mısın?” dedim. Annem doktorun benim için geldiğini ve sadece genel bir kontrol yaptırmak istediğini söyledi. Sabah erken kalkıp hastaneye gittik ve bir çok testten geçirildim.

Bir kaç saat sonra doktor gelip hiçbir şeyimin olmadığını söyledi ve annemi odasına çağırdı. Akşam eve geldiğimde annemin gözleri ağlamaktan şişmişti. Ne olduğunu sorduğumda, “Bir cenazeye gittim, çok etkilendim,”dedi.

Artık Nazlı ile hemen hemen her gün görüşüyorduk. Her geçen gün ona olan aşkım içimden taşacak gibi oluyordu. Eve erken döndüğüm bir gün misafirler olduğunu gördüm.kimse beni fark etmedi. Mutfağa gidip atıştırırken ister istemez konuşulanlara kulak misafiri oldum.Konu bendim ve annemin niye böyle üzgün olduğunu o an anladım. Meğer hastane , doktor hep bu yüzdenmiş.
Meğer ben şizofreni hastasıymışım adını bie bilmediğim bu hastalık beni hayal dünyasında yaşamama neden oluyormuş. Misafirler gidene kadar ortaya çıkmadım.
Annem onları geçirince beni arkasında gördü ve “Bir şey duydun mu?” der gibi yüzüme bakıyordu. Ona, “her şeyi duydum,” dedim.
Kadıncağızın gözleri dolmuştu ve bana sarılarak ağladı. Ona üzülmemesini ve kendimi çok iyi hissettiğimi söyledim ama gerçekten korkmuştum.
Bana arkadaşlarımı davet ettiğim gün hasta olduğumu anladığını söyledi. Annemin anlattığına göre benim hiç arkadaşım yoktu. Eve davet ettiğim kişiler tamamen hayal ürünüydü. Annemin hazırladığı sofrada sadece ben oturmuştum ve sanki arkadaşlarım varmış gibi saatlerce o hayali varlıklarla konuşmuştum.

Ya Nazlı da hayalse?

Hiçbir şey umurumda değildi. Her şey, bütün bir Dünya hayal olabilirdi ama ya Nazlı…Ya o da hayalse? Bu ihtimal beni delirtmeye yetiyordu. Annem birçok ilaç getiriyor ve bunların rahatlamam için olduğunu söylüyordu. Ama ben zaten rahattım. İşten ayrıldım ve aradan 3 gün geçtikten sonra dışarı çıktım. Her zaman gittiğimiz parka gittim. Arkadaşlar yine oradaydı.Aslında belki oradan hiç ayrılmamışlardı.Onlarla konuşurken parktaki diğer insanların alaylı alaylı güldüğü fark ettim. O gülen insanlara,”Siz gerçek değilsiniz!” diye bağırdım.
Ama onlar sadece gülüyorlardı. Peşimi bırakmalarını söyledim.Nereye gidersem onlarda benimle beraberlerdi. İlaçlar beni iyice dağıtmıştı. Düşüncelerimi toplayamıyordum. Arkadaşlar da yavaş yavaş benden uzaklaşıyorlardı. 
Nazlı´yı aramaktan korkuyordum. Çünkü ararsam Nazlı diye birinin olmadığını anlayabilirdim. Bir gün dayanamayıp aradım ve her zamanki yerimizde buluştuk. Ona bir yandan başıma gelenleri anlatırken diğer yandan da çevredeki insanları süzüyordum. Yine bana gülmelerinden korkuyordum.. Eğer bana gülüyorlarsa bu Nazlı´nın olmadığını gösterecekti. Evet çevredeki insanlar yine bana alaylı bakıyorlardı ama bu defa gülmüyorlardı. Nazlı olayı beni gün geçtikçe bitiriyordu.

Bir gün anneme Nazlı´yı eve getireceğimi söyledim. Annemin gözleri kocaman oldu. Yine bir hayali eve getireceğimden korkuyordu. Ama ben kendime güveniyordum. Nazlı bir hayal değil gerçekti.
Annem isteksiz olsa da benim ısrarımla kabul etti. Öbür gün Nazlı´yla buluştuk ve ona ,”Seni biraz sonra anneme götüreceğim,” dedim. Nazlı çok telaşlandı. Hazırlıksız olduğunu söyledi ama ben ısrar edince kabul etti. Artık geri dönüş yoktu. Biraz sohbetin ardından eve doğru yola koyulduk. Sokağa gelip eve yaklaştığımızda son bir kez kulağına eğilip “Seni çok seviyorum,” dedim. Eve geldik, kapıyı çaldım. Annem kapıyı açtığında ben önden girip ayakkabılarımı çıkardım ve Nazlı´yı içeri aldım. 

Anneme bakıp gözlerimle Nazlı´yı işaret ederken kalbim duracaktı sanki. Annemin gözlerindeki yaşı görünce olduğum yere yığıldım.

Demek yine hayaldi…Ama annemin ağzından çıkan şu kelimeler benim için o an bir dua kadar kutsaldı; “Hoş geldin, güzel kızım...

Alıntı

şizofren ile ilgili görsel sonucu

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...