20 Haziran 2019 Perşembe

Tyrkjaranid ...

1627 yılı 12’si kadırga 15 parçalık filosuyla Manş Denizi’ni kateden Murat Reis, Danimarka ve Norveç kıyılarını talan ettikten sonra, kutuplara doğru yelken açtı, karşısına yemyeşil bir ada çıktı, İzlanda, derhal demirledi.
Murat Reis, aslında korsandı.
Aslında Türk değildi, Hollandalı’ydı.
Asıl ismi Jan Janszoon van Haarlem’di.
O zamanlar resmi izinle korsanlık yapılıyordu, mesela İngiltere devletinden ferman çıkartırsan, İngiliz gemilerine dokunmamak şartıyla, sadece İngiltere’nin düşmanlarına saldırmak koşuluyla korsanlık yapmana izin veriliyordu.
İngiltere ve Hollanda devletleri bu resmi korsanlık faaliyetlerini yasaklayınca, Hollandalı Jan Janszoon şak diye müslüman oldu, Cezayir beylerbeyinin himayesine girdi, Osmanlı denizcisi oldu.
Murat Reis olmadan önce Jan Jansz, John Barber, captain John, little John, Caid Morato isimlerini kullanmıştı.
İzlanda’nın altından girdi, üstünden çıktı.
26 gün orada kaldı 400 civarında esir aldı, bazılarını fidye karşılığında İzlanda’ya iade etti, bazılarını köle olarak Akdeniz limanlarında sattı.Sarışın kızları ganimet aldı, hareme mareme hediye etti.
İzlanda bizimle böyle tanıştı!
İzlanda’nın bizimle böyle tanıştığını nereden biliyoruz... Esir alınan ve fidyeyle serbest bırakılanlar arasında Olaf Eigilssson isimli bir papaz vardı, yaşananları kitap haline getirdi, oradan biliyoruz.
Murat Reis’ten sonra Ali Biçin Reis daldı İzlanda’ya 800 civarında esir aldı, sattı.
"1703 yılında İzlanda'da İlk sayım yapıldı; nüfus 50,358 O yıllarda tahmini nüfus 30.000 civarı"
Ali Biçin Reis de aslında Türk değildi, Venedikli’ydi.
Asıl ismi Piccinnino’ydu.
İzlandalılar bizi öylesine sevdiler ki aradan dört asır geçmesine rağmen “Tyrkjaranid” diye bir kavram var hâlâ İzlanda’da...
“İnsan çalan Türk” anlamına geliyor!
Ve, bu travmatik hadiseden hemen sonra “bize özel” bir kanun hazırladılar.
İzlanda topraklarında Türk öldürmeyi suç olmaktan çıkardılar!
Evet, Türk öldürmeyi serbest bıraktılar.
Taa ki 1970’e kadar...
1970 yılında bu kanunu iptal ettiler.
Ama...
Türkiye’yle asla direkt diplomatik ilişki kurmadılar!
Türkiye İzlanda’ya bir şey söyleyecekse, Oslo büyükelçimiz aracılığıyla söylüyor.İzlanda Türkiye’ye bir şey söyleyecekse, Kopenhag büyükelçisi aracılığıyla söylüyor.
Yani anca, Danimarka ve Norveç üzerinden konuşabiliyoruz!
İzlanda’da büyükelçimiz olmadığı için, soykırım rezaletlerinde olduğu gibi “büyükelçimizi geri çektik” falan diyemiyoruz!
E hal böyleyken, vay efendim tuvalet fırçası uzatılmış filan...
Kardeşim, daha düne kadar İzlanda’da bizi öldürmeleri bile suç değildi, tuvalet fırçasından mı rencide oldun?
Türkiye-Yunanistan milli maçında, Paris’teki terör katliamında hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşu yapılırken, saygı duruşunu ıslıklayan, yuhalayan, ya Allah bismillah Allahuekber diye bağıran kimdi?
Rakip futbolcuyla tartışırken, işaret parmağını boğazına sürterek, senin gırtlağını keserim manasında hareket yapan, senin milli takımının kaptanı Emre Belözoğlu değil mi?
Gece kulübünde elalemin evli kadınına sarkıntılık yapan, kadının kocasına kafa atan, burnunu kıran, bilahare beline tabanca takıp, hastane basan, kafama sık filan diyen, senin milli takımının kaptanı değil mi?
Alaçatı’da köfteci basan, tekme tokat kavga eden senin milli takımının teknik direktörü değil mi?
Ermeni açılımını futbol üzerinden yapmaya kalkıp, Türkiye’deki milli maça Azerbaycan bayrağıyla girmeyi yasaklayanlar kimdi?
Dört yıl önce Konya’da, İzlanda milli maçımız öncesinde...
Ankara’daki terör saldırısında hayatını kaybeden 109 insanımız için saygı duruşu yapılırken, kendi insanlarımız için yapılan saygı duruşu bile ıslıklanmadı mı?
Şimdi deniyor ki, İzlanda’da bize terbiyesizlik yapıldı falan...
Sportmenlikten nasibini almamış, kendi tarihinden haberi olmayan, kendisine bile saygısı olmayan bir millet, başkasından saygı bekleyebilir mi ....

Alıntı

Dr. William S.HALSTED

Baltimore'da görev yapan Dr.Williams S.Halsted yaptığı ameliyatları "Halsted ameliyatlarını bitirinceye kadar hasta taburcu olur" şeklinde alaylı cümlelere maruz kalacak kadar uzun tutmasıyla meşhurdur.
Fakat o, elinin yavaşlığından yada beceriksiz bir cerrah olmasından değil, aksine daha sonradan anlaşılacağı gibi itinayla bağlanan damarların ve yıpratılmadan dikilmiş dokuların enfeksiyon olasılığını azalttığını keşfettiği için ameliyatlarını itinayla, yavaşça yani uzun bir sürede yapıyordu.
Ama kimsenin bilmediği bir sebebi daha vardı Doktor Halsted'in meşhur uzun ameliyatlarının; çekingen kişiliği yüzünden sadece ameliyatlarda konuşup vakit geçirebildiği Hemşire Caroline.
Ona duyduğu bu platonik aşk ameliyatların uzun sürmesinde yadsınamaz bir başka sebepti kuşkusuz...
Bu platonik aşkın gelelim bizi ilgilendiren kısmına..
Yine uzun bir ameliyat sonrası Doktor Halsted Hemşire Caroline'in ellerinde oluşmaya başlayan kızarıkları farketti ve bunun ameliyat gereçlerinde kullanılan temizlik solüsyonlarına karşı oluşan alerji yüzünden geliştiğini anlaması çokta uzun sürmedi.
Ve bu durum git gide Hemşire Caroline'in ameliyatlara girmesine engel olacak seviyeye ulaşmaya başlamıştı. Taa ki Dr.Halsted'in sevdiği kadını tek görebildiği ortamı kaybetmemek için şehirde bir lastikçiye özel bir lastik eldiven yaptırır.
Şu an doktor, hemşire ve sağlık çalışanların küçük/büyük tüm cerrahi girişimlerde kullandığı o eldivenler aslında ''Aşık Bir Adam''ın sevdiği kadını biraz daha fazla görme çabasının sonucundan başka bir şey değildir.
Hayatta herkesin bir hikayesi var
Aşk hikayesinin sonu nasıl bitmiş diye merak ediyorsanız;
Dr. William S.HALSTED & Hemşire Caroline HALSTED
Hayat bence vesilelerden ibarettir...

Johns Hopkins Hastanesinin Onursal Doktoru Marangoz Vivien ....

2.Dünya savaşını, Amerika'nın Vietnam'a girişi ve Amerika'daki ırkçılığın,renk ayrımının çok hissedilir olduğu dönemlerde Vivien Thomas marangoz olarak çalışıyordu.Bankada belirli miktarda birikimi olan Thomas 29 Ekim bunalımından sonra bütün birikimini kaybeder.Aslında Vivien Thomas'ın asıl hayali doktor olmaktır.Biriktirdiği para ile tıp fakültesine gitmek ister fakat bankada ki bütün birikimini kaybeder.
Marangozluk mesleği babadan kalma bir meslektir.Siyah-beyaz ayrımının en yoğun yaşandığı o dönemlerde Vivien Thomas iş bulamamıştır.Thomasın hayatı bir arkadaşının ona bir klinikte temizlik işi bulması sonucu hayatı değişir.
İşe başladığı kliniğin başhekimi ise ünlü doktor Alfred Blalock'dur.Doktor Blalock o dönemlerde blue baby hastalığı tedavisi için çalışmaktadır.Mavi bebek hastalığı o dönemde ailelere çok üzüntülü yıllar getirmişti.
"Mavi bebek hastalığı sendromu; doğuştan gelen bir kalp bozukluğu hastalığıdır.Hastalığın seyrinde bebek mavimsi, mor bir tene bürünür."
Vivien Thomas klinikte işe başlamıştır.Doktor Blalock o dönemlerde bu hastalığın tedavisi için köpekler üzerinde deneyler yapmaktadır.Birgün Dr.Blalock, Vivien Thomas'daki yeteneği fark eder ve deneylerin yürümesi işini ona verir.
Dr Blalock hastalık için sürekli çözüm aramakta ve yardımcısı Vivien Thomas'a danışmaktadır.Köpekler üzerindeki deneye devam ederken açık kalp ameliyatında yeni bir teknik bulurlar.Günümüzde kalp damar cerrahisinde kullanılan (bt blalock taussing) shut yöntemi ile mavi bebek hastalığının tedavisini bulmuşlardır.
Ve açık kalp ameliyatının öncüsü olmuşlardır.
Vivien Thomas,dünyada ilk açık kalp ameliyatını gerçekleştiren Dr Blalock tekniklerini önce laboratuvar ortamında bir köpek üzerinde bulan ve geliştiren kişidir.Şuan Dünyada'ki isimsiz kahramanlar arasında yer alır.
Lise'den sonra eğitim almamasına rağmen ırkçılık ve baskıları aşmış ve kalp cerrahisinde öncü olmuştur.Kullanılan Bt Blalock Taussing shut yöntemi ise operasyonu gerçekleştiren Dr.Blalock ve Dr.Helen Taussig isminden almıştır.
Vivien Theodore Thomas,1976 yılında Johns Hopkins Üniversitesinde gerçekleşen bir tören ile Onursal doktor ünvanı verilmiştir.Ancak bürokratik sorunlarından dolayı fahri unvan tıp alanınında değil hukuk alanında verilmiştir.
Vivien Thomas ve Dr Alfred Blalock tıp dünyasında önemli yere sahiptirler.Özellikle Alfred Blalock bütün dünya tarafından bilinmektedir.
''Sizin risk olarak gördükleriniz benim için bir fırsattır.'' Doktor Alfred Blalock ...

Kalp Nakli Yapan Bahçıvan ...

Christian Barnard 1967 yılı sonlarında Güney Afrika’daki bir hastanede ilk kez kalp nakli yaptı ve tarihe geçti dünyanın en ünlü doktoru oldu.
Fotoğraflarının birinde görüldüğü gibi yardımcıları arasında bir de zenci vardı.
Hastanenin müdürü onun diğerlerinin arasına karışarak fotoğraf karesine girdiği şeklinde bir açıklama yaptı.
Peki kimdi bu zenci:
Bu Zenci’nin adı Hamilton Naki..
Laboratuar asistanı olarak Barnard’ın ekibinde yer alıyor. Dr. Naki o günlerde elektriği ve suyu olmayan bir barakada yaşıyordu. Dr. Barnard’ın sağ koluydu. Onun yanında gizlice çalışıyordu. Yasa ya da gelenek bir siyahın beyazların etine ya da kanına dokunmasını yasaklıyordu.
Ölmeden kısa bir süre önce Barnard kabul etti: Teknik olarak o belki benden daha iyiydi...
Sonuç olarak domuzlarda ve köpeklerde kalp naklini defalarca tecrübe etmiş sihirli parmaklara sahip bu adam olmasaydı Barnard’ın başarısı mümkün olmayacaktı.
Hamilton Naki hastane kayıtlarında Bahçıvan olarak görünüyordu.
Ve bahçıvan olarak emekli oldu...

“Bildiklerini Unut” diyor Dost !

*Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın…
*Bildiklerini unut.
Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla.
Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et…
*Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker.
*Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın.
*Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar.
*Kainatın matematiğidir.
Bir koyar, bir alır insan.
Bilmeden kendi hesabını dürer
*Hiçbir konuda emin olma Kendini ayrıcalıklı sayma.
*Konumuna ya da mevkine, ismine veya şöhretine güvenme.
*Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir.
*Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir.
*Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol.
*En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma.
Cümlenin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy.
Açık bir kapı bırak daima.
*Ne kadar bilsen de hiç bir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. *Tevazudan şaşma.
Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden.
“Bildiklerini Unut” diyor Dost!
Şemsi Tebrizi

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi

Seksen yaşındayım

ve geçen yıl, yetmiş sekiz yaşında ölen eşim, son nefesini vermeye yakın, “var mı bir isteğin?” diye sorduğumda, kedilerden nefret eden bana dedi ki, “lütfen kedimize iyi bak…” Evimizdeki kedinin, eşimin değil, ikimizin de kedisi olduğunu, evladımız olduğunu daha yeni anlayabildim. Meğer bir kedide eşimin kokusunu, sevgisini, şefkatini duyumsayabiliyormuşum ben…
Bugün sekseninci doğum günüm ve eşime bir mektup yazdım. Bir özür, bir vefa, bir veda mektubu belki de. Eşim herkesi can bildiği için, yüreği herkese açık olduğu için, bu mektubu sizinle paylaşmamı isterdi diye düşünüyorum.
Canım,
Elli iki yıllık evliliğimizde beni hep çok sevdin, bana sabırlı ve incelikli davrandın. Sana çok teşekkür ediyorum bir tanem.
Düğünümüzü anımsıyorum. Davetliler arasında olmayan Çingene çocuklar, sahneye çıkıp bizimle bir dans ettiklerinde çok kızmıştım ve sen bana demiştin ki, “ah, ne güzel bir düğün bu; çocuklar ne güzel dans ediyorlar…”
İkimiz de Alevi değiliz ve sen birçok Aleviyle komşuluk ettin, dostluk kurdun. Seni çok incittim böyle yaptığın için. Geçen hafta ilk kez bir Alevi deyişi ezberledim. Ne kadar yaşarım daha bilmiyorum ama sana söz veriyorum, neyim varsa Alevi canlarla da paylaşacağım ; aşımı, suyumu, yüreğimi…
“Bana bisiklet alır mısın?” demiştin otuzuncu doğum gününde. “El alem ne der, hem ayıp bu yaşında bisiklete binmen!” diye bağırmıştım. Ağlamıştın ve ben gözyaşlarını görmezden gelmiştim. İki ay önce, ilk kez bisiklete bindim ve kapımızın önünde bir bisiklet var şimdi…
Çocuğumuz olmadı ve kontrollerde bununla ilgili sağlık sorununun benden kaynaklandığı anlaşıldı. Beni bir kez olsun incitmedin ve dedin ki, “yetiştirme yurdundan bir çocuğumuz olsun, o çocuk ikimizin de can`ı olsun…” Seninle günlerce konuşmamıştım…
Cumartesi Anneleri`yle ilgili her haberi gözlerin dolarak takip ederdin ve ben onların terörist anneleri olduğundan öyle emindim ki. “Devlet diliyle konuşman reva mıdır, can dilidir bize yaraşan” dediğinde, seni cahillikle suçlamıştım…
Ağrılı hastalıklarında bile gülümseyendin sen; bense nezle olduğumda bile suratını asan. Yorgan döşek yattığım zamanlarda, çorba pişirememeyi sana, hiç dert etmedim…
Kırklı yaşlardaydık, bir Anneler Günü`nde dedin ki bana, “annemi çok özlüyorum… “ Daha çocukken yitirmişsin anneni ve verdiğim cevaptan bu yaşımda utanabildim daha. “mekanı cennet olsun!” Sana sımsıkı sarılamamak öyle acıtıyor ki şimdi içimi…
“Canım, gökyüzü yıldız dolu, gelsene” diye beni balkona çağırmıştın ben futbol maçı seyrederken. “Asıl yıldızlar bizim takımda; vur lan, vursana be, puu şerefsiz!” diye bağrışımı ve “senin yüzünden golü kaçırdık!” deyişimi anımsadım şimdi. Seni çok yalnız bıraktım ben…
İşaret dili öğrenmek isteyişini yadırgadım, “ne konuşulur ki sağır biriyle” dediğimde bana ilk kez acıyarak baktığını duyumsadım. Saatlerce sohbet edebildiğin sağır-dilsiz bir arkadaşın olmuştu ve ben çok şaşırmıştım…
“Beraber bir kitap okuyalım mı?” demiştin bir gün; Sabahattin Ali`nin bir öykü kitabını göstermiştin “Bir öyküyü sen bana oku, bir öyküyü ben sana okuyayım” dediğinde gülümseyerek, “saçmalama, oku istediğin kitabı; sana karışıyor muyum hiç?” dedim ve bana ilk kez sitem ettin. “Çok şey mi istedim, bir öykü bile okumuyorsun bana…”
Canım,
Üç ay önce kanser hastası olduğumu öğrendim. Kanser hastası olduğumu öğrendiğim günden beri, şimdiye dek kanser hastası olanlara verdiğim tepkileri düşündüm. “Allah yardımcıları olsun” dedim en çok. Hiçbir kanser hastasıyla empati yapmadım; sen de dahil… Hiçbir kanser hastasının elini tutmadım; sen de dahil… Kemoterapi sonraları saçları dökülen sen, benden ıhlamurlu şampuan istemiştin saç dökülmesine iyi geliyor diye. İçimden, “boşuna para veriyorum kozmetikçiye” demiştim satın alırken. Ah, budala ben… Hayata bağlılığını ve hayata bağlı olmam gerektiğini anlamam için kanser tedavisi görmem gerekiyormuş illaki…
Masal kitapları aldım bugün ve öykü kitapları. Yetiştirme yurtlarına gideceğim, hastanelere ve huzurevlerine. Kimsesiz çocuklara masallar okuyacağım, ağrısı sızısı olanlara Sabahattin Ali öyküleri ve belki de son demlerini yaşayanlara Sait Faik pasajları…
Bugün sekseninci doğum günüm ve kocan olup da eşin olamayan beni bağışlaman en güzel hediye olacaktır bana bir tanem. İçini ferah tut olur mu; kedimize iyi bakıyorum ve ona senin şiir defterinden şiirler okuyorum gece yarıları…
Alıntı

Aleme ibret olsun

60’lı yılların sonlarına kadar idamlar ‘aleme ibret olsun’ diye halka açık alanlarda infaz edilirdi. 60'tan sonra alınan kararla idamlar şehir meydanları yerine hapishane avlularında yapıldı.
İdam sehpaları, İstanbul’da Eminönü meydanı, Ankara’da ise Samanpazarı’nda kurulurdu.
Halka açık idam edilen son kişi, Beşiktaş'ta iki çuvalcıyı para için öldürüp kendi fırınında yakan Ali Ünver, nam-ı diğer Börekçi Ali' dir. 24 Aralık 1960 tarihinde idam edilen Ünver’i 100.000 kişi seyretti. Cesedi 5 saat 23 dakika üç ayaklı sehpada asılı kaldıktan sonra kaldırıldı.

Yıl 1962..

Cağaloğlu'ndaki bir köşe yazarının odasına üstü başı bakımsız, kirli sakallı biri girer. Adını söyledikten sonra yazardan kendisine yardım etmesini ister. Köşe yazarı, karşısındakinin içler acısı durumundan büyük üzüntü duyar. Cüzdanını çıkararak istediği kadar alması için adama uzatır. O da uygun bir miktar para alarak iki büklüm gözden kaybolur. Birkaç ay sonra tek sütunluk bir gazete haberi köşe yazarının gözüne çarpar.. Haberde, İstanbul sokaklarında, bir çöp bidonunun yanında bulunan bir cesetten söz edilmektedir. Fotoğrafa dikkatle bakar, bu para istemek için kendisine gelen adamdan başkası değildir.. Emin Ersoy'dur.. Mehmet Akif Ersoy'un oğlu Emin Ersoy !... Yıl 1985.. Üsküdar Belediyesi, emekli maaşıyla geçinmeye çalışırken hastalanan, zor ve bakımsız günlerin ardından gözlerini hayata kapayan bir adamın cenazesi ortada kalmasın diye tüm masrafları karşılar.. O unutulan insan, Tahir Ersoy'dur.. Mehmet Akif Ersoy'un torunu !.. Yıl 1991.. Beyoğlu'nda bir evin kiracıları, kirayı ödeyemedikleri için sokağa atılırlar.. Onlar, Mehmet Akif Ersoy'un kızı ve torunlarıdır !.. İşte sizlere, "İstiklal Marşı" için devletin verdiği para ödülünü almayan, ticarete alet olmasın diye de, "İstiklal Marşı"nı kitabına almayan Mehmet Akif Ersoy'un Türk milletine emanet ettiği çocuklarının yaşamlarından kahredici bir kesit..
SUNAY AKIN

Sene 1965...

Bir Genel Müdürlük'te Özel Kalem Müdürü Yardımcısı'yım.
Bayrama 10 gün var.
Benim müdür hastalandı.
İşe gireli daha iki hafta olmamış.
Genel Müdür bey çağırttılar:
-Tebrik kartları hazır mı?
-Hangi kartlar efendim?
-Aman evladım,
Şükrü bey sana söylemedi mi?
Bayram geldi, tebrik kartları şimdiye kadar hazır olmalıydı.
Tüh tüh! Çabuk hemen hazırlayıverin!
-Emredersiniz efendim!
Genel Müdür bey,
Bütün kartları çini mürekkebiyle
ve en güzel yazımla yazmamı istediler...
2000 kartı "alt makamdakilere" hitaben yazacaktım:
"Bayramını kutlar,gözlerinden öperim."
1000 tanesi de "üst makamdakilere göre" olacaktı :
"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken,
Sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim."
Sabaha kadar 3000 kartı elle yazacağım,
düşünebiliyor musunuz?
Kolları sıvadım:
"Bayramını kutlar, gözlerinden öperim."
5,10,,50,100,500...
Yazıyorum yazıyorum bitmiyor, nasıl sıkıntı bastı!..
700,800,900...
Bu arada 2,5 paket Samsun'u bitirmişim.
Öyle işkence çekiyorum ki,
Ekmek parası olmasa, bırakıp kaçacağım...
Sıra 2000. karta geldiğinde şafak söküyordu...
Ben de bitmiştim,
Ama önümde yığınla kart duruyor.
1000 tane "üst makamlara " yazılması gereken kart var.
Dört paket sigara ile birlikte:
"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken,
Sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim."
diye yazmaya başladım.
1,5,10,50,100...
Boyuna yazıyorum...
Göz kapaklarım iyice ağırlaştı;
Takoz koysam yine de kapanacak.
300,500,600...
Yaz ha babam, yaz....
Ama artık kalemi parmaklarımın arasında tutamaz oldum.
Ben kaleme değil, kalem bana hakim...
"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken,
Sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim."
"Niyaz ederim başarılı günler,
Sizinle eşinizin bayramını kutlarken."
"Kutlarken eşinizin bayramını saygıyla,
Sıhhatli günler diler,
Niyazi ile beraber ederim."
"Niyazi ile birlikte sizin ve eşinizin bayramını kutlarken,
Ayrıca sıhhatle ederim."
"Önce bayramınızı eder,
Sonra eşinizle Niyazi 'ye başarılı günler dilerim."
"Sizin de,
Eşinizin de,
Niyazi'nin de bayramını saygıyla eder, sıhhatle dilerim."
"Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken,
Niyazi'ye başarılar diler, aynı zamanda ederim."
"Bayramınıza etmeden önce,
Eşinizi saygıyla kutlar,
Niyazi'nin gözlerinden öperim."
"Sizin de, eşinizin de, Niyazi'nin de,
Bayramını da, tatilini de,
Gelmişini de geçmişini de saygıyla ederim."
Sabah;
Tam mesai saatinde,
Gözlerim kan çanağı gibi, kartları yetiştirdim...
Genel Müdür Bey bir ikisine şöyle bir baktı...
-Aferin, dedi.
Güzel yazmışsın.
Hemen postalayın!
Postaladık...
Üç gün sonra bizim Genel Müdür'ü,
Sonra da bendenizi postaladılar...

Aziz NESİN

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ

106 yaşına bastı ...
Doğum gününüz kutlu olsun,
Daha önceki röportajını sunuyorum.
Osmanlı’nın son yıllarına, iki dünya savaşına ve Cumhuriyet’in her dönemine tanıklık etti. 104 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ dünyanın sayılı sümerologlarından, saygın bir bilim insanı. "104 yaşında olduğumu düşündükçe şaşkına dönüyorum" diyen Çığ "Artık bıktım yaşamaktan. Çok dertleniyorum" diyor.
Posta'dan Oya Çınar'a konuşan Çığ "60 yaşına gelip de hala okuma yazma bilmeyenleri görünce deliriyorum" ifadesini kullanıyor. Çığ'ın Çınar'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Nasıl bir his 104 yılı devirmek?
104 yaşında olduğumu düşündükçe şaşkına dönüyorum. Beklemiyordum. Ama artık bıktım yaşamaktan. Çok dertleniyorum. Kendimle ilgili değil ama etrafımda olup bitenler beni çok üzüyor. Çocuklarım, torunlarım için kaygılanıyorum, onlar için ödüm kopuyor.
Özel bir çabanız oldu mu bu kadar uzun yaşamak için?
Yoo! Hiç özel bir şey yapmadım. Az da yemedim, çok da yemedim. Ama çok yürüdüm. Hâlâ yatak sporlarım vardır. Şimdi biraz bacaklarım ağrıyor, zorlanıyorum ama yine de yapıyorum.
Sizce ruh yaşlanıyor mu?
Yaşlanmanın kötü yanı o ya işte kızım. Bedeniniz bazı şeylere eskisi gibi izin vermiyor ama ruh yaşlanmıyor. Duygular hiç değişmiyor. Gençlikte nelere ağlıyorsam hâlâ aynı şeylere ağlıyorum. Nelerden heyecan alıyorsam aynı şeylerden heyecan alıyorum.
Nasıl geçti hayatınız?
Dolu dolu geçti. Dalgalarda kaldım ama hiç boğulmadım. Hep su yüzünde kaldım. Çok çalıştım. O kadar işin gücün arasında iki çocuğum oldu. Annemin yardımlarıyla ve kocamın anlayışıyla büyüttüm. Kıyafetlerini kendim dikerdim. O zaman hazır giyim yoktu. Evde de dışarıda da hep çalışarak geçti hayatım.
Fahri doktoranız, 23 kitabınız ve bilimsel makaleleriniz var. Eğlenceye vakit kaldı mı hiç?
Yaratırdım! Tabii eğlence deyince benim aklıma sinema, tiyatro ve seyahat geliyor. Eşimle sık sık tiyatroya giderdik. İmkan buldukça davetlere, kokteyllere katılırdık. Ve hep gezerdim. Sadece Japonya’ya 15 kere gittim.

Neden sümeroloji?
Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi açılalı bir yıl bile olmamıştı. İki arkadaş, Fransızca bölümüne kayıt olmak istiyorduk. Ama kayıtları dolmuş. “Hititoloji profesörü yeni geldi. Yan dersler olarak da sümeroloji ve arkeoloji olacak” denildi. Gidip oraya kayıt olduk. Tabii çok cahiliz o zaman. ‘Loji’nin ‘bilim’ olduğunu bile bilmiyorduk. Tesadüfen başladı her şey.
Sonra?
Hocamız okulda kalmamı çok istedi ama ben istemedim. Babam çok kızdı; o da profesör olmamı istiyordu. Sonra İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde çalışmaya başladım. Hiç de pişman olmadım. Maalesef okulda kalanlar ne sümeroloji ne de başka alanda bir şey ortaya koyabildi. Koskoca bir sümeroloji arşivi meydana getirdik. Anlaşılan o ki, biz yapmasak başkası da yapmayacakmış.
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin ilk mezunlarındansınız...
1935’te okul kuruldu, ben de 1940’ta mezun oldum şekerim. İyi ki açtın bu konuyu... Atatürk bu okulu açarken bir şey amaçladı. Şimdi o amacı tamamen unutmuş durumdalar. İlber Ortaylı’nın kitabında bile yok. Atatürk’ü yazmış ama bu okullar neden kuruldu, niye var, söz etmemiş bile.
Amaç neydi?
Atatürk diyor ki, Türk dilini ve tarihini araştıracak uzmanlar yetiştirmek zorundayız. Bunun için bu okulu açıyor. Türkçe’nin kökeni ne? Türkler hangi coğrafyalarda, nerelere kadar uzanmış? Bunları gelecek nesillere aktarmak için... Ama bunları yapabilmek için eğitimci lazımdı. Yoktu o zaman.
Nasıl başardı peki?
Atatürk, Cumhuriyeti kurar kurmaz lisede başarılı çocuklar arasından sınavla 150 genci seçip Avrupa’ya gönderdi. Aynı dönemde Almanya’da Hitler, pek çok değerli profesörü Yahudi olduğu için işlerinden çıkardı. Atatürk, “Hemen gelsinler” dedi. O zaman yapılmış bir anlaşma var. Ben okurken ağladım. Daha 10 yıllık bir ülkenin yaptığı şeyler bunlar. Biz bugün bir şeyler yapabildiysek, o dönem atılan tohumların meyveleri sayesinde hepsi. Aynı şekilde devam edilebilseydi Türkiye şimdi Finlandiya ve Norveç seviyesinde olabilirdi.
Kindar bir nesil yetişti
Cumhuriyet’in ilk yılları nasıldı?
1933’te, Cumhuriyetin 10. yılında Eskişehir’de öğretmendim. Kadın-erkek ayrımı nedir bilmezdik. Hep birlikte sinemaya, tiyatroya gidilirdi. Çarşaflı bir tek kadın bile görmezdik. Erkekler şapkalı, kadınlar başı açık modern bir şekilde yaşıyorduk. Bugün modern Türk kadını denince aklınıza nasıl bir profil geliyorsa, o zaman öyleydi. Köyde ve şehirde büyük bir okumayazma seferberliği vardı. Bugün 60 yaşına gelip de hâlâ okuma-yazma bilmeyenleri görünce deliriyorum. Bunun bahanesi yok, 1930’ların yokluğunda bile insanların öğrenme aşkı vardı.
Bugün bile okutulmayan kız çocukları var. Siz o dönemde lisede Fransızca ve keman dersleri almışsınız...
Babam acayip bir adamdı şekerim. Yıl 1914, annem hamile. Babam diyor ki, “İnşallah kız çocuğum olur. Ona Fransızca ve keman dersleri aldıracağım.” Ben doğunca adımı Muazzez İlmiye koyuyor. Bir gün bana dedi ki, “Kızım sana İlmiye adını verdim ki ilim sahibi olasın.” Ben çocuğum tabii. Bir kulağımdan girdi, öbüründen çıktı. Kullanmazdım bile İlmiye’yi. Ne zaman kullanmaya başladım biliyor musun? Türkiye’ye yabancı bir profesör gelmişti. Bir etkinlik sırasında sohbet ederken ilk sözü şu oldu bana, “Siz tüm bu çalışmalarınızla, ilim sahibi olduktan sonra mı aldınız bu unvanı?” Güldüm. “Hayır, babam koymuş bu adı” dedim. Emekli olmuştum, düşünün. Ondan sonra hep Muazzez İlmiye’yi birlikte kullandım.
Benim tanrım Gök Tanrı
Günümüzü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son yıllarda yapılan her şeye rağmen Atatürk devrimleri en başarılı çağında. Onun devrimlerinin karşısında duranlar bile birden coştular. Bir şeyi ne kadar baltalamaya çalışılırsanız o kadar güçlenir; demek ki bunun idrakına geç varıldı. Gençler eskiden benden Sümerleri dinlemek isterdi. Şimdi sürekli Atatürk’ü soruyorlar.
Gelecekten umutlu musunuz?
Ben çok iyi olacağına kaniyim. Belki büyük bir dalgalanma olacak ama yeniden doğacağız. Seçimleri de heyecanla bekliyorum. Sıkıntılı günler yaşayacağız ama sonumuz aydınlık. Tabii çalışırsak. Vazifelerimizi bilmemiz, birbirimize kenetlenmemiz lazım. Yoksa her şey berbat olur. Yeniden Osmanlı’ya dönmemiz işten bile değil.
En çok nelerden rahatsız oluyorsunuz?
Kindar bir nesil yetişti. Ona üzülüyorum. Gazeteleri okurken deliye dönüyorum. Nasıl bu hale geldik? Deli olacağım. Bunun dinde de yeri yoktur. Eski Türklerin inancı sevgi üzerine. Gök Tanrı ‘Sev’ demiş; otu, böceği, hayvanı... Benim Tanrım Gök Tanrı. Sevecensen Gök Tanrı sıkıntını alıyor, işin gücün rast gidiyor. Değilsen de seni kendi haline bırakıyor. Öyle cezası, ateşlerde yakması yok. “Aaa bayıldım vallahi ben bu Tanrı’ya” dedim okuyunca. Vallahi bayıldım!
Avrupa'nın her rezaleti unutuldu ama Beethoven hatırlanıyor
Günlük rutininizde neler var?
Her sabah gazetelerimi gözden geçiriyorum. Bol bol okuyorum. Şimdi ‘Türkçenin Dirilişi Hareketi’ kitabı var elimde.
Magazin de okur musunuz?
Gazetelerin eklerini okurum. Artistlere martistlere bakıyorum, ne yapıyorlar diye. Ama sanatta ve sporda başarılı gençlerimize az yer veriliyor. Zaten Osmanlı’dan kalan kötü bir imajımız var. Bakın dünyaya, Avrupa’ya, İkinci Dünya Savaşı’ndaki rezaletleri, her türlü pislikleri unutuldu ama Beethoven hatırlanıyor! Sanatın böyle bir gücü vardır! Biz de Osmanlı’dan kalan bu kötü imajımızı temizlemek istiyorsak kendi Beethoven’larımızı yetiştirmemiz lazım.
Bunca yaşam deneyiminizden sonra gençlere ne öğüt verirsiniz?
Çok okusunlar. Çalışsınlar. Lisan öğrensinler. Türkçeye çok önem versinler. Lisan öğrenmek başka, kendi diline sahip çıkmak başka. Kendi dilimizin içine çok rica ediyorum yabancı kelimeleri sokuşturmasınlar. Önyargılı olmasınlar. Dedikodudan uzak dursunlar.
Bu dünyaya bir geliş amacınız var mıydı sizce?
İki gün evvel bir ressam geldi ziyaretime. Sümerlerle ilgili hayali resimler yapmış, getirmiş. Bayıldım. Benim gayem de çabam da buydu: Sümerleri halka tanıtmak. Gayeme ulaştım mı? Herhalde Atatürk’e vefa borcumu ödedim diye düşünüyorum. Türkiye’den başka hiçbir yerde Sümerler hakkında bu kadar bilinçli bir halk yok. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Dünyaya bir gelirsem uzaya gitmek isterim
Sıkılınca ne yaparsınız?
Başka bir şey yaparım.
Zorluklarla mücadele ve devam etme gücünü nelerden alırsınız?
Yılmam ben bir şeyden. Yılıp da çekilmem köşeye.
Sizi ne heyecanlandırır?
Sabah çıktım balkona, bahçeme baktım. Öyle güzel renkler var ki... Eflatunu, pembesi, kırmızısı... Doğa bana coşku veriyor. Güzel bir kitap okumak, iyi bir film izlemek, gençlerle buluşmak beni heyecanlandırıyor.
Dünyaya yeniden gelmek ister miydiniz?
Uzaya gitmek isterdim şekerim. Uzayla ilgili çok araştırır, her şeyi severek okurum.

Son Sasani sultanı 3. Yezdicerd’ in halife Ömer ile yazışması

Halife Ömer'in Sasani kralı Yezdigird'e mektubu:
'Yezdigirt, 
Teklifimi kabul edip biat etmez isen, sen ve halkının geleceğini iyi görmüyorum. Bir zamanlar senin ülken bilinen dünyanın yarısına hükmediyordu, lakin bak şu an ülken ne hale geldi? Ordun her cephede mağlup edilmiş ve ülken çökmeye yüz tutmuş bir haldedir. Kendini kurtarman için sana bir teklifte bulunmaktayım. Tek bir Tanrıya, kainatta ki herşeyi yaratan tek ve sadece bir Tanrıya iman etmeye başla. Biz sana ve tüm dünyaya O'nun, yani gerçek Tanrı'nın çağrısını getirmiş bulunmaktayız. Ateş'e tapmayı bırak, halkına da ateşe tapmanın yanlış olduğunu ve bırakmalarını emret. Doğruya, yani bize katıl. Kainatı yaratana, tek gerçek Tanrı olan Allah-u Ekber'e iman et. Allah-u Ekber'e iman ederek İslam'ı kabul et ve kurtuluşa er. Pagan geleneklerine, yanlış ibadetlere son ver ve Allah-u Ekber'i kurtarıcın olarak kabul et. Bu yol hem senin hayatta kalabilmeni ve hemde halkının huzura ermesini sağlayacak tek yoldur. Şayet Acem (Farsi) halkı için en iyisini düşünüyor isen bu yolu seçersin. Biat senin için tek çözüm yoludur. 
Allah-u Ekber 
Halife el Müslemin Ömer İbn El Hattab'

III. Yezdigirt'in ona verdiği cevap:
Hayatın ve Aklın yaratıcısı, Ahura Mazda'nın adıyla.
Mektubunda bizim kim olduğumuz ve kime taptığımız hakkında bilgi sahibi olmadan bizi kendi Tanrına, Allah-u Ekber'e yöneltmeye istediğini yazmışsın. Ne kadar hayret verici bir durumdur ki, Arapların Halife makamına oturmuş bir kişi olarak bilgin Arap çöllerinde başı boş gezen bir Arap serserisi ve çöl bedevisi ile aynı seviyede!

Küçük adam,
Farsilerin binlerce yıldır tek Tanrıya ibadet ettiklerini ve günde beş vakit namaz kıldıklarını bilmeden bana tek bir Tanrıya ibadet etmemi teklif edersin. Tek Tanrıya tapmak yıllardır bu toprakların kültüründe en alışılmış gelenektir.

Biz dünyada iyi işler yaptığımızda, nezaket geleneğinin temelini attığımızda, "İyi Düşünceler, İyi Kelimeler, İyi İşler" bayrağını elimizde salladığımızda, sen ve senin ataların çölde başı boş gezer, yiyecek başka birşey bulamadıkları için kertenkele yer ve masum kız çocuklarını gömerlerdi.
Arap halkı Tanrı'nın canlılarına değer vermez. Sizler Tanrı çocuklarının ve savaş esirlerinin bile kellelerini keser, kadınlara tecavüz eder, kızlarınızı diri diri gömer, kervanlara saldırır, toplu katliam yapar, milletin karısını kaçırır ve mallarını bile çalarsınız. Sizin kalpleriniz taştandır. Biz sizin yaptığınız tüm kötülükleri kınarız. Siz bunca kötü davranışlarda bulunurken bize İlahi yolu nasıl öğreteceksiniz?
Bana ateşe tapmamı bırakmamı söylersin! Biz Farsiler, Güneş ışığının yaratıcısının gücünü, ateşin sıcaklığını ve yaratıcının sevgisini bilen insanlarız. Güneşin ışığı ve sıcaklığı bize doğrunun ışığını gösterir, bizi birbirimize ve yaratana yakınlaştırır. Bize birbirimize iyi davranmamız da yardımcı olur, bizi aydınlatır ve Mazda'nın alevlerini kalbimizde tutmamızı sağlar. Bizim Tanrımız Ahura Mazda'dır. Ne gariptir ki, sizlerde O'nu yeni bulmuşsunuz ve O'na Allah-u Ekber ismini vermişsiniz. Lakin biz sizinle aynı seviyede değiliz. Biz diğer insanlara yardım eder, insanlar arasında sevgi ve dünyaya iyilik yayarız. Biz binlerce yıldır diğer insanların kültürüne saygı göstererek kültürümüzü yaymışızdır. Siz ise Allah'ın adıyla insanların topraklarını işgal eder, halkı katliam yapar, açlık, sıkıntı, yokluk yaratır, insanlara korku salar ve Allah'ın adıyla kötü işler yaparsınız.
Bunca felaketten kim sorumlu? Size yağmalama yapmanızı, öldürmenizi ve tahrip etmenizi emreden Allah mı? Bunu Allah'ın adıyla yapan sizler mi? Yoksa her ikiniz mi?
Sizler çölün sıcaklığından fırlamış, verimsiz, doğal kaynaksız toprakları yakıp yok etmiş kişiler olarak bize Tanrı sevgisini savaşla ve kılıcınızın gücüyle öğretmek istersiniz! Sizler çöl vahşilerisiniz. Buna rağmen bizim gibi binlerce yıldır şehirlerde yaşamış insanlara Tanrı sevgisini öğretmeye kalkarsınız! Bizim arkamızda binlerce yıllık kültürümüz var. Söyle bakalım! Tüm askeri gücünle, barbarlığınla, Allah-u Ekber adına işlediğin tüm katliam ve yıkımlarınla, Müslüman askerlerine bugüne kadar ne öğretebildin? Müslüman askerlerine bugüne kadar ne öğretebildin ki biz Müslüman olmayanlara öğretebilesin? Allah'tan hangi kültürü öğrenebildin ki şimdi başkalarına zorla ve kaba kuvvetle öğretmeye kalkarsın?
Yazık!... Ne yazık ki, Ahura'nın Farsi Ordusu son zamanlarda senin Allah'a tapan askerlerine yenik düstü. Şimdi bizim insanlarımız aynı Tanrıya ibadet etmek ve yine aynı beş vakit namazını kılmak zorunda. Fakat bu sefer kılıç zoruyla, O'na Allah diyerek, Arapça konuşarak.. Çünkü senin Allah'ın sadece Arapça anlıyor.
Tavsiye ederim ki sen ve senin haydut çeten, eşyalarınızı toplayıp ait olduğunuz çöllerinize geri dönün. Onları alışkın oldukları güneşin yakıcı sıcaklığına, kabile kültürüne, kertenkele yemeye ve deve sütü içmeye geri götür. Seni ve hırsız çeteni bizim verimli topraklarımızdan, medeni şehirlerimizden ve şanlı vatanımızdan men ediyorum. Yanında bulunan taş kalpli canavarlarını bizi katletmeleri, kadınlarımıza tecavüz etmeleri, kadın ve çocuklarımızı kaçırarak Mekke'de köle olarak satılmaları için üzerimize salma. Bunca suç ve cinayeti Allah'ın adıyla yapmalarına izin verme. Bu canice davranışa bir son ver.
Aryanlar affedicidir, sıcaktır, konukseverdir, iyi insanlardır ve her gittikleri yerde arkadaşlık tohumu, bilgi ve sevgi eken insanlardır. Bu yüzden sizi yasadışı davranışlarınızdan ve caniliklerinizden dolayı sizi cezalandırmayacaklardır.
Sizden Allah-u Ekberinizle çölde kalmanızı ve medeni şehirlerimize göç etmemenizi dilerim. Çünkü davranışlarınız bir hayli vahşi, dini inançlarınızda bir o kadar korkunç!

Ekmeğimizi Katleden Adam: Dr Norman Borlaug

Dr Norman Borlaug, Minnesota Üniversitesi'nde çalışan bir genetikçi, 1970 yılında Nobel ödülü aldı. 1944-1960 arasında Rockefeller Vakfı'nın Meksika'da uyguladığı Meksika Tarım Programı'nda araştırmacı olarak çalıştı.
YEŞİL DEVRİM' in öncüsü olarak tanıtılıyor.
Meksika'nın buğday üretimini üç katına çıkardı; Pakistan ve Hindistan'ın buğday üretiminde yüzde 60'lık bir artış sağladı.
1986'da Dünya Gıda Ödülü'nü başlattı. Açlıkla mücadele için savaşan yardımsever olarak lanse edildi. O olmasaydı 1 milyar insan açlıktan ölecekti,
''O büyük bir kahraman. O büyük bir melek. İnsanlık ona çok şeyler borçlu'' Onun için söylenen sözlerden birkaçı! Peki durum gerçekten de böyle mi?

Cüce Buğday
1318041
Mezopotamya'da ve Anadolu'da binlerce yıl önce ortaya çıkan normal buğdayın sapı uzundu. 14 kromozona sahipti. 
Kimyasal ilaç gerektirmeyen, suni gübreye ihtiyacı olmayan bir buğday çeşidi idi. Binlerce yıldan bu yana insanlığı yerleşik topluma geçtiği andan itibaren beslenmesinde önemli rolü var. Kış şartlarında besinlerini depolamak isteyen insanlar için çözüm olmuştur.
Dr. Norman bu buğdayın veriminin çok az olduğunu iddia ederek normal buğdayın genetiği ile oynarak çavdar ile translokasyonladı. Ortaya çıkan kısa boylu kalın saplı cüce buğday ile elde edilen ürün miktarı arttı.

Daha fazla kimyasal gübre ve ilaç
Cüce buğdayın veriminin daha çok arttırılması için mutlaka kimyasal gübreye ihtiyaç vardı. Ayrıca toprakta buğdayın yanındaki her şeyin temizlenmesi gerekiyordu. Onun içinde kimyasal ilaçlar kullanılması zorunluluk oldu. Geleneksel tarım yok edilmeli ,ortadan kaldırılmalı idi. Küçük aile işletmeleri dağıtılmalı, ticari tarım şirketleri kurulmalıydı.
Rockefeller vakfı
Dr. Normanı finanse eden bu vakıf cüce buğdayın ortaya çıkarılması ile tohumlardan daha ziyade kimyasallardan çok büyük bir rant elde etti ve etmeye devam ediyor. Çünkü büyük bir petrol şirketinin sahibi olan Rockefeller ailesinin derdi. ''Yeşil Devrim'' falan değildi. O aile Henry Kissinger’in 1970’de söylediği sözü kendisine misyon belirlemişti.
''Petrolü kontrol ederseniz bir ülkeyi,ama gıdayı kontrol ederseniz bütün dünyayı kontrol edersiniz ''Bu söz boşuna söylenmedi. Yeşil devrim aslında kimyasal bir darbe idi. Gelişmekte olan ülkeler tarımda ilerlemek istediklerinde yüksek miktarda kimyasal gübre ve ilaç girdilerini finanse etmek zorunda kalıyorlardı.
Daha çok borçlanıyorlardı. Cüce buğday ; süper buğday olarak lanse edildi ama toprak; binlerce yıldır olmadığı kadar nitrat ve petrole boğuluyordu. Bütün bu kimyasalların tek adresi vardı;
Rockefeller petrol şirketi.

Cüce buğday GDO'lu mu?
GDO konusunda ilk patenteler 1980' li yıllarda alındı. 1940 yılında bir tek kelime dahi bahsedilmediği için cüce buğday tartışmaların odağı olmaktan kaçırılıyor. Oysaki cüce buğday ilk GDO 'lu üründür. Bugün GDO konusunda adı çok geçen MONSANTO şirketinin cüce buğdaydan cesaret aldığı ortadadır. Cüce buğday kromozon yapısı çeşitli oynamalar ile 48 adete kadar çıkarılmıştır. Her ne kadar buna melezleme adı verilse de çavdar yanı sıra yulaf, mısır, pirinç gibi melezlemeye girmeyen tahıl kalmamıştır.

Dünyada biyolojik bir savaş yaşanıyor
Herkes sözün bir yerinde 3. dünya savaşından bahseder. Oysa ne nükleer ne uzay savaşları değil, doğrudan biyolojik bir savaş ortamında yaşıyoruz. Burada hedef milyonlarca insanları öldürmek değil. Hedef milyarca insanı hasta etmektir. Hasta insan demek sömürülecek müşteri demektir. İlaçlar, hastaneler, tahliller ,analizler,erken teşhis araçları v.b. gibi
hala üretilecek büyük rant kapıları her geçen artmaktadır. Yeni ilaçlar hastalıkları ortadan kaldırmak yerine yeni hastalıkları kaynağı oldu.
Bu biyolojik savaşa katkıda bulunacak endüstriyel gıda teknolojileri bir sürü sağlığı olumsuz etkileyen gıdalar üretiyor. Fast foodtan katkı ve koruyucu içeren gıdalara kadar doğal özü değiştirilmiş rafine ve deforme olmuş gıdalar insanları beslemiyor. Sadece şişmanlatıyor, göbeklendiriyor, kiloları arttırıyor ve hasta ediyor.

Diyabet ve Obezite
Çölyak hastalığı ilk defa 1953'te tanımlandı, buğdayın genleri değiştirilene kadar çölyak diye bir hastalık yoktu. İlkel buğdayın içindeki gluten çok azdı ve hastalık falan yapmıyordu.
Cüce buğdayla yapılan ekmekler toplumların göbeğini genişletmeye başladı. Kilolar arttı. Diyabet patladı. Toplumların büyük çoğunluğu diyabet hastası oldu. İnsanların özelikle bağırsakları hasarlandı, iltihaplandı ve kanamalara varacak derecede hastalandı. Bağışıklık sistemleri zayıfladı ve enfeksiyonlar son hızla arttı. Bağırsaklar hasta olunca bütün hastalıklar buradan kaynaklandı.

Cüce Buğday Tartışılıyor mu?
Bu konuda bilimsel makaleler aramayın bulamazsınız !!!!

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...