28 Temmuz 2019 Pazar

Yıl 1968 idi..

İstanbul’da Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde okuyan bir grup genç, okulun hemen yanındaki koruluk alanı buluşma yeri yapmıştı..
Gündüzleri ders çalışıyor, geceleri şarap içiyorlardı..
Ağaçların arasında oldukları için onları kimse görmüyordu..
Önce tahta bir masa koydular..
Bir kaç sandalye…
Sonra masaya 4-5 bardak..
Yanına da bir damanaca su..
Onlar yokken kimse bardaklara dokunmuyordu.,
Bardaklar hep masanın üzerinde duruyordu..
Zamanla grubun üyeleri çoğaldı..
Doğal olarak bardak sayısı da çoğaldı..

Ardından yer kolay bulunsun diye tahtadan bir taleba yaptılar.
Buluşma yerine bir isim koydular..
Birgün kız arkadaşlarını korkutmak için mezar görüntüsü veren bir tümsek yaptılar..
Ders çalışmak için okuldan getirdikleri çene kemiklerini ve kuru kafaları bu tümseğin üzerine koydular..
Gel zaman git zaman okul bitti..
Herkes mezun oldu..
İş hayatına atıldılar..

Bugün İstanbul Fulya’da bir türbe var..
Bardakçı Baba Türbesi..
Hergün dolup taşıyor..
Evlenmek isteyen..
Çocuğu olmayan..
Eşiyle kavga eden..
İş arayan..
Hastalığına çare arayan..
Sınav kazanmak isteyen..

Kısacası umut dilenen herkes..
Geliyor, dilek tutuyor, mum yakıyor, bardak kırıyor..
Bu rituel yıllardır sürüyor..
Türbeyi bugüne kadar ziyaret edenlerin sayısı milyonları geçmiştir..
Bardakçı Baba türbesi uzun yıllar boş bir arsadaydı..

Sonra Belediye etrafını çevirdi, bir türbe haline getirdi..
Tabela bile asıldı..
Ancak el ayak kestiği ve çevreyi kirlettiği için bardak kırmak yasaklandı..

Daha sonra arsayı satan alan Tertace Rezidans, inşaatın tam önünde kalan türbeyi kaldırmak için çare aradı..
Ama halkın tepkisinden korktu, geri adım attı..
Bunun üzerine binayla uyum sağlaması için mezarı siyah mermer ile kapladı.

Etrafını camla kapattı ve ışıklandırıldı..
Türbenin yanına kocaman harflerle de yazdı..
“BARDAKÇI BABA, EL FATİHA.”
Şimdi yoldan gelip geçenler Bardakçı Baba’ya bir “El Fatiha” okuyup, gidiyor…
Kimi dilek tutuyor..
Kimi yanında yetirdiği bardağı türbeye sürüp tekrar çantasına koyuyor..
Peki kim bu Bardakçı Baba?..
Kim biliyor musunuz?..
Bardakçı Baba, 1968 yılında diş hekimliği fakültesinde okuyan bir grup gencin kız arkadaşlarını korkutmak için kazdıkları mezarda yattığı sanılan hayali kişi..
O dönemin şahitlerinden Diş Hekimi Hüseyin Cahit Dursun yıllar sonra gerçeği şöyle açıklamıştı.
“Ders çalışırken su ve bazen de şarap içmek için koyduğumuz bardaklara kimse dokunmazdı…
Bu nedenle tahtadan yaptığımız tabelaya muziplik olsun diye Bardakçı Baba yazdık.. Sonraları, biz orada yokken birileri damacanaya su doldurmaya başladı. Bir süre sonra da türbe oldu. Ağaçların kesilmemesi için sırrı açıklamadım. Fakat ağaçlar kesildi…
Devletimiz de bir yatır olduğuna inandı.. Ağaçlar kesildi, çevre türbeye yakışır şekilde düzenlendi. Özel tabelalar asıldı. Oysa burası kesinlikle boş..
Mezarda yatan falan yok.”
Sonra da Beşiktaş Müftülüğü ve İstanbul Türbeler Müze Müdürlüğü şu açıklama yapmıştı..
“Kayıtlarımızda söz konusu Bardakçı Baba ile ilgili hiç bir bilgi yok.”

27 Temmuz 2019 Cumartesi

HAYATA MİSAFİR

Mektup, masama bırakılmıştı.
Hastaneye gelen ve çoğu reklam amaçlı olduğu için açılmadan atılan mektupların arasında tesadüfen bulunmuş ve bana ulaştırılmıştı. Üzerinde sadece adım ve çalışmakta olduğum hastane yazıyordu. Zarfının sarı renkte olması dikkat çekip resmi yazışma olabileceği düşüncesiyle kenara ayrılmasa belki de hiç elime ulaşmayacaktı.
Bir dizi tesadüf ile tanıdığım ve uzun süredir haber alamadığım yaşlı posta dağıtıcısından geliyordu. İçinde el yazısıyla yazılmış iki sayfa mektup ve bir de üzerinde “değerli doktorum, bu mektup eline geçtiğine göre bu dünyadaki misafirliğim sona erdi demektir. Hani bir zamanlar kendi zarfımın içindekileri anlatmamı, olmazsa yazıp posta ile göndermemi istemiştin, ya... Dilim döndüğü aklım yettiğince yazmaya çabaladım. Vakti geldiğinde size ulaştırması için emanet ehli bir arkadaşıma bırakıyorum. Misafir…” yazılı küçük bir not vardı.
En iyisi baştan anlatmalı;
Tanışmamız, anayolda aniden bastıran yağmura hazırlıksız yakalandığı için durup el eden yaşlı postacıyı arabama almakla başlamıştı. Kendinden çok çantasındaki mektupların ıslanmasını dert ediyordu. Görece ıssız sayılabilecek bir yerdeydik ve yürüyerek ulaşmaya çabaladığı adres birkaç kilometre uzaktaydı. Yağmurun dinmediğini görünce postacıyı adresine ulaştırmak için yolumu değiştirmeye karar verdim. Sinyal verip anayoldan çıkış yaparken sağımızdan bizi geçmeye çalışan araçla hafif bir çarpışma yaşadık. Küçük bir kazaydı iki araçta da hasar önemsiz görünüyordu ama araçtaki gençten iki delikanlı inip üzerime yürüyünce iş değişti. Neymiş? Az önce postacıyı almak için yavaşlayıp durunca sert fren yapmak zorunda kalmışlar ve bu kez sanki inadına yaparmışım gibi üzerlerine sürmüşüm. Farkında bile değildim. Sinyal verip dönüşe başlamıştım ve açıkçası arkamdaki aracın da çıkışa yöneldiğini düşünmüştüm. Öfkeliydiler. Bağırıp çağırıp arabamın kaportasını yumruklama başlayınca üzerlerine yürüdüm, uzun boylu olanı yakama yapıştı. Gözümün üstüne yumruğu yiyecekken “benim yüzümden oldu, vuracaksan bana vur” diyerek yaşlı postacı araya girdi. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlikten sonra “yaptık bir çocukluk, bağışlayın, büyüklük sizde kalsın” diye sözlerini sürdürdü. Yağmurun hızlanması da tartışmanın uzamasına engel oldu. Arabaya binip yola devam ederken haklı olduğumuz halde neden öyle davrandığını sordum. “Onlar delikanlı, haksız da olsalar babalanacaklar. Altlarındaki araba şirket arabası, sahibine hesap verecekler. Üstelik bu dertleri başına açan da benim. Arabaya almasan geçip gidecek, tüm bunlar yaşanmayacaktı. Daha fazla büyüsün istemedim.” Diye yanıtladı. Gideceği yere bırakırken adımı ve adresimi aldı.
Bir hafta kadar sonra hastanede ziyaretime geldi. O gün yaşanan tatsız olaya neden olduğu için kendini mahcup hissettiğini, gönül almak için uğradığını, hanımının yaptığı kurabiyelerden getirdiğini söyleyip elindeki paketi masama bıraktı. Neredeyse olayı unutmuştum. Dağıtması gereken mektupları gösterip izin istedi, kahve ikram etmeden olmaz diyerek alıkoydum.
İşte böyle başladı tanışıklığımız.
Gün oldu eşinin sağlık sorunlarıyla ilgilenip yönlendirmede bulundum. Sonra kendisi rahatsızlanıp hastanemizde yatmak zorunda kaldı.
Ondan çok şey öğrendim.
Okumuş aydın biriydi. Üniversitede okurken öğrenci eylemlerine karıştığını, okulu bırakmak zorunda kaldığını, darbe sonrası korkup ülke dışına kaçtığını, döndüğünde tanıdıklarının yardımıyla posta idaresinde çalışmaya başladığını anlattı. Gerçekte hiçbir işte tutunamamıştı. Posta idaresi özelleştirildiğinde işyerinde sendikal örgütlenme için çabaladığı için ilerlemiş yaşına rağmen posta dağıtıcılığına verilip bertaraf etmeye çabalamışlardı. Bizimki ise bir derviş sabrıyla sesini çıkarmadan çalışmayı sürdürüyordu.
Dedim ya, ondan çok şey öğrendim.
Fıtık ameliyatı olup hastanemizde yattığında da yanındaydım. Ameliyatın öncesindeki akşam gergin olduğunu görüp bir süre yanında kaldım. Konuşturup sakinleştirmek amacındaydım. "Bunca senedir posta dağıtırsın, ne gördün ne öğrendin bu işten" diye sordum. Doğrulup ayağa kalktı. Terliklerini giyip cam kenarına yürüdü. Yanına çağırıp eliyle dışarıdaki insanları işaret etti;
- Bilirsin mektubun görünen yüzü zarftır, içindekini gizler. Buradan bakınca insanları dağıttığım mektuplara benzetirim. Çoğu sadece boş bir zarf gibi içindeki boşluğun farkında bile olmadan geçip gidiyorlar. Bir kısmı ise önceden söylenmiş söz ve yazıları taşıyan mektuba dönüşmeyi yeterli buluyor. Kendilerinden pek bir şey katmadan sadece öğrendiklerini aktarıyorlar. İçindeki mektubun farkında olup kendileri bir kaç cümle yazma telaşında olanlar da var. Ancak yazdıklarının çoğu okunmadan onlar da geçip gidiyorlar. Sanırım doğduğumuzda hepimiz bir zarf gibi başlıyoruz hayata. Ya içerden dolduruyoruz hayatı, ya da öylece zarf gibi kalıp, bir sonraki nesle onun bunun ürettiği ne varsa onları alıp aktarıyoruz. Toplumun gözünde zarfın ve aktardıkların kadar değerlisin. Yine de kendin bir şeyler eklemeyince koca bir hayat kabuktan öteye geçemiyor.
- İçi dolu olan yok mu? Onlara ne oluyor?
- Olmaz mı? Onlar hayat boyu okur, öğrenir, çalışır kendi mektubunu doldurmaya uğraşır. Şanslı olanlar tanınırsa da çoğu hiç tanınmadan geçer giderler. Onlar zarfı boş verip kendi mektubunu yazma çabasının tutkunlarıdır. Yazdıklarının menzile varabilmesi ise ne yazık ki yine o zarf karakterli insanlar sayesinde gerçekleşir. Yazılanları onlar alır aktarır. O yüzden mektuplar hep zarflarıyla saklanır ya. İçinde yazılanlar kadar, kimden geldiği, damgası, pulu hatta hangi renk zarf olduğu ve düzgün açılıp açılmadığı bile ilgi çeker. İnsanlara benzer dedim ya?
- Peki ya içi dolu olan mektuba benzettiğin insanlardan tanıdığın oldu mu?
- Az bulunurlar. Söyleyecekleri, anlatacakları vardır ama çoğunlukla kendilerine yazar, kendilerine anlatırlar. Dertleri hep kendileriyledir. Çok azını tanıma fırsatım oldu. İçlerindeki mektuba göz bile gezdirtmezler. Israr edersen "henüz bitmedi" derler.
- Peki ya sen? Sen hangisisin?
- Beni boş ver. Ne öyle ne böyle hiç biri olamayanlardanım. Benden olsa olsa kartpostal gibi bir şey olur. Posta kartlarını bilirsin. Kısa da olsa herkesin okuyabileceği kendilerine ait bir nükte, söz veya bilinen deyişleri vardır. Yazılır, pullanır ve gönderilir. Herkese açıktır. Menzile varana kadar eline alan yazılanları okuyabilir. İçi dışı birdir. Dedim ya pek dolu olmasalar da sahaflarda mektuptan çok o eski posta kartlarını bulursun. Alıcısı ve mesajı belli olsa da gerçekte orta malıdır.
- Peki ya hayat, hayat nerede?
- Herkes biraz zarf, biraz da mektup oldukça ondan ona aktarılan her şey birbirine bulanır, hayat olur. Kendini tekrar edip durdukça süreklilik kazanır, aktardıklarıyla da zenginleşir. Hepsi bu…
Anlattıkları o gece rüyama girmişti. Kendimi köhne bir posta kutusunda gönderilmesi unutulmuş mektup olarak görmüştüm. İçimdekilerin ne olduğunu bilmiyordum ama önemli olsa gerek diye düşünüyor, öylece bekliyordum. Zaman hiç geçmiyor, ışık hiç gelmiyordu. Tedirginlik içinde uyandığımı hatırlıyorum.
Ameliyatını olup şifa ile taburcu oldu. Giderken o gece konuştuklarımızı hatırlatıp kendine posta kartı deyip tevazu gösterse de hiç de boş olmadığını, gün gelip içindekileri de paylaşmasını istemiştim. Gülümseyip kafasını sallamış, "anlatması kolay değil, belki bir mektuba yazar gönderirim" demişti.
Son görüşmemiz böyle oldu.
Birkaç yıl sonra başlangıçta sözünü ettiğim mektubun gelişiyle bizimkinin bu dünyadaki misafirliğinin bittiğini öğrendim. Gönderdiği mektup ise az daha alıcısına ulaşamadan atılıp gidecek rüyamda gördüğüm o mektuba dönüşecekti. Mektup, “kendimi yazdım, sadece kendimi” diye başlıyordu;
“Kendimi yazdım, sadece kendimi
Çocuktum, küçücüktüm. Bildim bileli, gücüm hiçbir şeye yetmezdi. Ezikliği aşmak için aile içinde kendimi göstermeye çabalar, annem babam fark etsin, ilgi göstersin isterdim. Haylaz olmakla uslu olmak arasındaki farkı da pek anlamazdım. İkisi de işe yarıyordu. İlgi görmeyi, takdir edilmeyi, onaylanıp ödüllendirilmeyi istesem de kabahatlerimin cezasız kalmaması rahatsız etmezdi. Hayaller kurar hep güçlü olduğumu düşlerdim. Kimi gün ormanlar kralı aslan, kimi gün özgür bir martı veya herkesi ürkütüp kaçıran vahşi bir köpek balığı olurdum. Çocukluk işte, aile içinde görünür olmaktı, çabam. Olduğumdan büyük ve güçlü görünmek için uğraş verir ”büyümüş de küçülmüş” dediklerinde mutlu olurdum. O ortamda olduğumdan büyük ve güçlü göründüğümü düşünürdüm.
İlk şoku, sokağa dökülüp okul yılları başladığında herkesin birbirine benzediğini, ailenin dışında yine o güçsüz zayıf çocuktan ibaret olduğumla yüzleşerek yaşadım. Bu durumun hiç hoşuma gitmediğini hatırlıyorum. Diğerleriyle yarışıp güçlü görünenlerimiz olsa da sürekli yarışmak ve önde olmaya çabalamak çoğu gibi bana da zor geldi. Çok çalışan ve önde olan arkadaşlarımın başarılarını gizlemeye ya da küçümsemeye çabaladım. Ev ortamında olduğu gibi kendini göstermeye çalışan arkadaşlarıma dudak büktüm, başarısızlıklarında veya tökezlemelerinde gizlice mutlu bile oldum.
Sonra biraz daha büyüdüm, hayat daha çok büyüdü.
Delikanlılık yılları geldiğinde karakterim de şekilleniyordu. Dedim ya derdim hep olduğumdan güçlü görünmekti. Bunun için topluluklara sığınmak kolayıma geldi. Taşıdığım soyadı ile başladım, mahallenin ferdi, tuttuğum takımın taraftarı, arkadaş grupları hatta dini cemaate girme ile olduğumdan daha önemli ve farklı olmayı denedim. Yetmedi her defasında ispat etmek için yanlarında durup onlarla görünmek için harcadım enerjimi. Kendimi orada burada teşhir ederken kimlerle olduğumu nerede ve hangi muhitte yaşadığımı göstermeyi de çok sevdim. Bu arada imanını sorgulamak yerine ait olduğu dini cemaate sığınmayı yeterli görenlerimiz de oldu.
Hep bir yere sığınıp gizlenme telaşında geçti o yıllar.
Orta yaşı geçip gençliğin yaşlılığına yuvarlandığımda olacağım kadar olmuştum. Yine de bir şeyler eksikti. Üstelik o üzerine titrediğimiz laf edecekler diye korktuğumuz hayatların birbirine fazlasıyla benzediğinin de artık farkındaydım. Bu kez bir zamanlar bizlerin yaptığını yapıp olduğundan güçlü görünebilmek için ona buna sığınanları, geriden gelenleri küçümsemenin işe yarayacağını sandım. Olduğundan güçlü ve şişkin görünme çabası yerini “cool” diye adlandırılan küçümseyici tavra bıraktı. Onun bunun yanında görünme yaşım da geçmişti. Şimdilerde komik geliyor ama soğuk ve alaycı tavırla büyüklenemesem de değerimin düşmeyeceğine inandım. Kendini onun bunun yanında gösterip önemli hissetmeye çabalayanlarla alay ederken göz önünde olan ünlü insanların yaşadığı acılar ve hatta ölümlerinden bile yine gizlice mutluluk duydum. Ünlülerin acılarından mutlu olup gizlemeye gerek bile görmeyen ne kadar çok insan olduğuna da hayretle şahit oldum. İnsanlığımdan utandım.
Tüm bunlardan hangisi ben oldum diye sorsalar hepsinden biraz oldum, hiç birinden tam olamadım.
Sonrasında yaş kemale erdi ve hesap soracak veya verecek kimsem kalmadı. Beden yaşlandı, hastalıklar belirdi, içimdeki insanı ve o sefil insanın sadece "bir" canı olduğunun farkına vardım. İçimdeki can da kendini arıyor, köyden şehre gidenler gibi kendi içindeki zenginliğe doğru yolculuk yapıyordu. İçimdeki şehre ulaşıp orada tutunabilmek için kendimle yüzleşmem gerekti. İşte o zaman içimdeki taşrayı fark ettim. Gerçek zenginliğin kendini bulmak ve içindeki taşradan çıkıp kendi şehrinin zenginliklerine ulaşmak olduğunu geç de olsa anladım.
Dedim ya, kendimi yazdım, sadece kendimi...
Ölüm gerçeği yaklaştığında; bir öte dünya olsa da hepten yok olmasak fikri cazip göründü. Öte dünyanın varlığından kuşku duysam da umut etmek iyi geldi. İmanlı görünmeye çabalayan cemaat tutkunlarının kuşku duyma yüzünden dışladığı, benim gibi hepten inkâr edenlerin bile şüphe ettiği, gerçekten iman edenlerin ise sorgulamaya gerek bile duymadığı öte dünya söz konusu olunca hayat boyu peşinden koştuğum büyüklenmek, güçlü görünmek de anlamını yitirdi.
Geriye ise, mezar taşında adının önüne yazan unvanlar, kattığın değer ile anı ve tanınırlıklar kaldı.
Anladım ki; hepsi bir konukluk içindi. Kendimiz olamadan hep olduğumuzdan başka olmaya çabalayan ürkek korkak misafirden öte değildik. Hayata misafirdik. Ne kendimiz olduk, ne de kendimizi bildik. Koca bir ömrü, bilmediğimiz bir davetin ortasına düşmüş gibi şaşkın bakınarak geçirdik. Bence davetli bile değildik. Birbirimize bakmaktan, kendimize dönemedik. Tüm bunların gerçek olduğuna bile yarım inandık.
Gerçekten sadece hayata misafir miydik?
Hep bir kuşku kaldı içimizde. Zarfı kapatıp pullayıp mühürledik ve kuşkuyu taşıdık başka hayatlara. Hepsi bu...
Buna da şükür...
Misafir”
Diye bitiyordu mektup.
Elimde mektup ile öylece kalmış, şaşkınlık ve gözyaşları içinde tekrar tekrar okumuştum. İçimdeki taşrayı gösterip seçimi bana bırakan o derviş kılıklı postacıyı o gün yağmur yağmasa, postacı el etmese, durup arabama almasam ve daha pek çok önemsiz olay bir araya gelmese hiç tanımayacak eksikliğinin farkında bile olmayacaktım.
Hayata misafir olmanın anlamını ve bıraktığı mektup ile başka hayatlara bulaştırmaya çalıştıklarının farkında bile olmayacak bu satırları kaleme alıp sefil bir zarf gibi menzile ulaştırmaya çabalamanın onurunu hiç duyamayacaktım.
Ne demişti mektubu bitirirken?
Buna da şükür...
Mehmet Uhri

Kısmet

Pakistanlı Dr. İşân Hüseyni yaptığı büyük hizmetlerden dolayı ödül almak için uluslararası bir konferansa gidiyordu. Uçağa bindi.
Ancak havada bir arıza olmuş ve yıldırım çarpması sonucu uçak en yakın havaalanına inmek zorunda kalmıştı.

Bir sonraki uçak 16 saat sonra kalkacaktı. Sinirlendi ve "O toplantıya muhakkak yetişmem lazım. 16 saat bekleyemem" diye bağırdı.
Görevliler gideceği şehrin 6 saat uzaklıkta olduğunu ve isterse araba kiralayarak gidebileceğini söylediler.

Acele yola çıktı ama aksilik bu sefer de yolda şiddetli yağmurdan göz gözü görmez olmuş ve selden dolayı araç gidemez olmuştu.
Yol kenarında eski bir evin kapısını çalıp hızla içeri girdi. Yaşlı bir kadın içeride oturuyordu. Süratle ona "Telefonu verir misin telefon etmem lazım" dediğinde kadın tebessüm ederek dedi ki: "Görmüyor musun evladım ne telefonu. Burada ne telefon ne de elektrik var. Geç az dinlen, yemek ye, çay iç sonra düşünürsün bu işleri"

Adam çaresiz az ısınarak yemek yedi ve çayını yudumlarken yaşlı kadın namaz kılıp uzun uzun dualar etti.
Dikkatle baktığında kadının bir beşiği salladığını ve beşikte çok küçük bir bebeğin hareketsiz durduğunu gördü.
"Kimin bu bebek anacığım? Hayırdır bu kadar uzun ağlayarak dua ettin"

Yaşlı kadın:
"Hem annesi hem de babasından yetim olan torunumdur. Ağır hastalığı var. Bölgedeki hiçbir doktor çaresini bulamadı. İşan Hüseyni adlı bir doktor var. Çaresi ondadır dediler. Ancak çok uzakta olduğundan birkaç gündür Allah'a dua ediyorum ki Allah bu bebeğin işini kolaylaştırsın.

- Doktor Hüseyni ağlayarak dedi ki "Kalk anacığım. Allah senin duanı kabul etti. Senin duan yıldırımlar çaktırıp uçağı yere indirdi. Seller akıttı ve sonunda beni size ulaştırdı. Dr. İşan Hüseyni benim.
Allahın kullarına böylece isteğini ulaştıracağına kalpten iman ettim. Bütün yollar kapanınca yeri göğü yaratana sığın. Onun iltiması dua"

YİRMİ BEŞ KURUŞ’UN HİKAYESİ

Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalık’taki 9. Tümen’e bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Soma’ya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağ’a sevk edildi. 23. Alay’ın Burhaniye’de bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit– Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi. Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istedi. Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu. Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havran’a gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca. Muhtar;
“Burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin deyince askerler, köyden ayrıldı. Gerçekten de belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yatacak yerlerini hazırlamışlardı. Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremit’in çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havran’a sadece bir bölük asker yollamıştı. Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı. Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti. Bölük kumandanı şöyle anlatıyor:
“Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlar da sönünce ben de gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına:
“Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun?” diye sordum.
“Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…”
“Kim senin evlâtların?”
“Dün bana muhtar, askerler gelecek, sana da misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum..”
Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış. O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, buna da “başakçılık” deniyordu. Bu nene de böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. “Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım… Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.
“Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstüne de biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…”
Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı. İçinden tek bir yirmi beş kuruş çıktı. Bana uzattı.
“Kumandan oğlum… Biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olur mu?..”
Şaşırdım..
Biliyordum ki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..
“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..!” “Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkale’de, Gazze’de şehit oldu… Bu millet böyle bir millettir… Bu asker böyle bir askerdir...

Dastar’ veya ‘pegri’ dedikleri bir sarık'lı bir Sih/Hindistan..

Sih dini, Hindistan’ın Pencap eyaletinde yaklaşık 500 yıl önce ortaya çıktı. İngilizcede ‘Sikh’ şeklinde yazılan ‘Sih’ sözcüğü ‘talebe’, ‘çırak’ anlamlarına geliyor. Bugünkü Pakistan’ın Pencap eyaletinin Lahor şehri yakınlarında 1469’da doğan Nanak adlı bir ‘guru‘(Sanskrit dilinde usta/ üstad) tarafından kuruldu. Bugünkü Sih ibadet ve davranışları ise Guru Gobind Singh tarafından 1699 yılında formüle edildi.
Dünyada bugün 25 milyonu aşkın Sih yaşıyor. Sihlerin yüzde 83’ü Hindistan’da ve bunun da yüzde 75’i Hindistanın Pencab eyaletinde yaşıyor. Pencab ise, Hindistanın en zengin eyaleti konumunda. Sih dini Hindu – İslam karışımı bir din.

Sihlerdeki tanrı anlayışı, Hinduların çok tanrılı anlayışının aksine İslamdaki tanrının birliği inancına benziyor. Reenkarnasyon, karma gibi yönlerden ise Hunduizme benziyor. Her yerde bulunan tek tanrıya, peygamber gibi gördükleri 10 guru’ya, kutsal kitapları ‘Sahib’e inanmak inançları açısından farz.Vaftiz olmuş Sih erkek ve kadınlar, Pencabi dilindeki isimleri nedeniyle 5K (penc kakke veya penc kakkar) diye anılan, Sihliğin 5 şartını yerine getirmek zorundalar. Bunlar:
1 – Kes veya keş: Tanrının yaratışındaki mükemmelliğe saygının bir işareti olarak saç kesiminin terk edilmesi ve saçların uzatılması. Erkekler için buna sakal ve vücut kılları da dahil. Sürekli yanlarında taşıdıkları ‘kanga’ adı verilen tarak ile günde iki kez saçlarını tararlar.
2 – Kanga veya Kanka: Kanga, çoğunlukla ahşaptan yapılmış saç tarağı. Halsalı Sihler günde iki kez bu tarakla saçlarını tarar. İlahi temizliği sembolize ediyor. Sürekli yanında taşımaktan kinaye, Roman argosundan Türkçe’ye geçen ve sürekli yanında gezdirilen arkadaşlar için kullanılan ‘kanka’ sözcüğünün de kaynağı.
3 – Kara: Çelik veya demirden bir bilezik. Dinlerine kendilerini teslim ettiklerinin bir sembolü ve inançlarını sürekli hatırda tutmalarının bir aracı olarak bunu sürekli takarlar.
4 – Kaççera veya Kaçça: Kadın erkek bütün vaftizli Sihlerin giymek zorunda olduğu şort şeklinde bir iç çamaşırı. Sihlere, cinsel arzularını kontrol etmelerini hatırlatır.
5 – Kirpan: Bütün vaftizli Sihlerin sürekli yanında taşımak zorunda olduğu kısa hançerdir. Sihlere, ne kendisine ne de başkasına yapılan zulme asla sessiz kalmama, yardımlarına koşma görevini hatırlatır.

Bir Köşede Unutulan Padişah Cenazesi ...

Eski Türklerde devlet büyüklerinin mezarları genellikle ‘zir-i zemin’ şeklinde yapılırdı. ‘Zir-i zemin’, ‘zeminin altı’ demekti ve cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan bir odaya defnedilir; cesed mumyalanır ve mumya bu odadaki bir láhdin içine konurdu. Merdivenin alttaki ilk basamağından yukarıya duvar örülür, son basamağın üzerine bir kapak konur, odanın yukarıyla alákası kesilir, üst tarafta mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir başka láhid yapılır ve türbe niyetine bu láhid ziyaret edilirdi.
Uzaklardaki savaşlarda can veren hükümdarın cenazesinin başkente getirilmesi bazan haftalar süreceği için mumyalanması zaten şarttı. Naaşın iç organları çıkartılıp hükümdarın şehid olduğu yere gömülür ve cenaze tahnidden sonra başkente doğru yola çıkarılırdı. Murad-ı Hüdavendigár’a yani Birinci Murad’a ve Kanuni Süleyman’a da böyle yapılmıştı ve Sultan Murad’ın Bosna’daki, Kanuni’nin de Macaristan’daki ikinci mezarlarında, iç organları gömülüydü.
Fatih Sultan Mehmed de başkentinden uzakta vefat eden hükümdarlarımızdandı. Ama padişahın ölümünden sonra devletin üst kademesi tahta kimin geçeceğinin kavgasına tutuşunca cenazenin tahnidini unutmuş ve koskoca Fatih’in naaşını kokutmuşlardı.
Yeni bir sefere çıkmak için 1481’in 27 Nisan’ında 300 bin kişilik ordusuyla İstanbul’dan ayrılan Fatih, 3 Mayıs günü Maltepe civarındaki Hünkár Çayırı’nda hayata veda etti. Vezirleri, hükümdarın Anadolu’da valilik yapan iki oğluna, Şehzade Bayezid ile Cem’e babalarının vefatını haber verdiler ve hemen İstanbul’a gelmelerini istediler. Cenaze, bu arada gizlice Topkapı Sarayı’na nakledildi.
Ama, hükümdarın vefatının duyulması bütün çabalara rağmen önlenemedi ve İstanbul’da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma ediyor, sevmedikleri devlet adamlarını sokak ortasında parçalıyor, devletin büyükleri ise tahta kimin geçeceği konusunda birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Şehirde bütün bunlar olup biterken ve paşalar iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken Fatih’in cenazesinin tahnid edilmesi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması ádeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve cesed koktu.
Devletin büyükleri, cesedle alákadar olunması gerektiğini saray görevlilerinin etrafı saran ağır kokuya dayanamaz hále gelip şikáyete başlamaları üzerine hatırlayabildiler. Tahnid işi bir uzman ve hükümdarın baltacılarının kethüdası, yani o zamanın bir çeşit saray muhafızı olan Kasım adındaki bir zat tarafından yapıldı.
Kargaşa, Fatih’in Amasya’da valilik eden büyük oğlu Bayezid’in 21 Mayıs günü İstanbul’a gelip vaziyete hakim olmasına kadar devam etti. Bayezid, babasının cenazesini hemen ertesi günü, çok büyük bir merasimle Fatih’teki camiye defnedecekti.
Fatih’in naaşıyla yakından alákadar olan ve dayanılmaz kokuya rağmen tahnidi yapan Baltacılar Kethüdası Kasım ise, terfi ettirilerek ‘kapıcı’ kadrosuna alındı. Kasım, sarayda bir köşede unutulan cenazenin kokması hadisesini daha sonraları İkinci Bayezid’e raporu andıran bir yazıyla duyuracak ;
‘Devletlu sultanım, babanın ruhu için bu yazdıklarımı sonuna kadar oku. Bu fakir kul, devletlu hünkárın (Fatih’in) baltacılarının kethüdası idim. Hünkárın vefatından sonra, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, Kapıcılar Kethüdası’na söyledim, o da İshak Paşa’ya söyledi, paşa emredince mum yaktım. Ama koku yüzünden cenazenin yanına kimseler yaklaşamadı. Ben, usta ile gidip cenazenin içini boşalttım. Bu anlattıklarımı kethüdamız da bilir’ diyecekti...

Kaldırım serçesi…

Annesi hastaneye yetişemediği için karakol kapısı önünde iki polisin yardımıyla dünyaya gelen Edith Piaf, anneannesi tarafından yetiştirilmeye başlandı. 19 Aralık 1915’te dünyaya gelen Piaf’ı, iki yaşındayken babaannesi tabiri caizse anneannesinden kaçırıp Paris dışında bir köyde büyütmeye başladı. İleride bu yılları anlatırken Piaf, hep iyilikle yad ediyor, ömrünün en neşeli yılları olarak tanımlıyordu.
Halbuki annesi tarafından terk edilen, babası İstanbul’da Fransız ordusunun işgal birliğinde asker olan Edith Piaf, bir mikrop kapması nedeniyle daha dört yaşındayken kör olur. Neyse ki çok geçmeden gözdeki mikrobun etkisi geçer ve yeniden görmeye başlar. Zaman geçiyor, Edith Piaf büyüyordu. Paris’e geri dönen Piaf, burada babasının da çalıştığı sirklerde şarkı söylemeye başlar.
Hayat hep dram olacak değil ya. Devrin en önemli yapımcılarından biri tarafından henüz 14 yaşındayken Paris’te La Marseillaise’i söylerken keşfedilir. Küçük ve sıklıkla hastalanan narin bedeni ona en çok sesi konusunda cömert davranmıştı. 1935 itibariyle Edith Piaf’ın adı git gide daha fazla duyulmaya başlanmıştı. Başta Olimpia olmak üzere kentin en önemli mekanlarında konser veren Edith Piaf’ın konser biletleri yok satıyordu. Müzikal başarıları özel hayatına pek yansımıyordu. Henüz 17 yaşındayken doğurduğu tek çocuğu olan Marcelle adlı bebeği iki yaşındayken menenjitten hayatını kaybetmişti.
Edith Piaf’ı keşfeden Louis Leplée’nin öldürülmesi üzerine uzun bir süre sorgulandı. Bir dönem popülaritesi epey düştü. 30’ların ikinci yarısıyla birlikte hayatına Raymond Asso girdi ve hayatında bazı şeyler düzelmeye başladı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Asso’nun askere gitmesiyle bu ilişki sonlandı. Asso ile bir daha hiç eskisi gibi olamadılar.
Biri Jean Renoir’ınki olmak üzere 10 filmde rol aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte hem Fransa hem Avrupa hem de Edith Piaf toparlanma sürecine girmişti. Konserleri yine tıklım tıklım, plakları kapış kapış gidiyordu. Kraliçe Elizabeth henüz prensesken ona konser veren, Atlantik’i aşıp Kanada ve Amerika’da sahne alan Edith Piaf, bir yandan da devrin en önemli boksörlerinden biri olan Marcel Cerdan ile aşk yaşıyordu.
O devirde evli olmasına rağmen Cerdan, Piaf’a büyük bir aşk besliyordu. Öyle ki New York’ta bir turne için bulunan Edith Piaf, hasretine dayanamayarak Cerdan’ı yanına gelmesi için ikna eder. O dönem önemli bir maça hazırlanan Marcel Cerdan, Edith Piaf’ı kıramayıp Paris’ten kalkan New York uçağına biner. Ancak uçak maalesef bir süre sonra düşer ve Cerdan hayatını kaybeder. Bu olaydan sonra Piaf’ın hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Girdiği derin depresyon geri kalan hayatında yakasını bırakmaz. Her ne kadar sonrasında eşi olacak olan Theo Serapo ile tanışsa da…
Fakirlik içinde ve bakımsızlıkla geçen çocukluk döneminin hastalıkları, orta yaşlara geldiğinde kendini daha fazla belli etmeye başlar. Buna bir de geçirdiği bir trafik kazası sonrası omuriliğinde oluşan hasar da eklenir. 1960lı yıllarına gelindiğinde Edith Piaf’ın rahatsızlıklar artmaya başlar. İyi geleceği ümidiyle Güney Fransa’ya yerleşen Edith Piaf ve eşi burada sakin bir hayat sürdürür.
Fakat ne yazık ki ağırlaşan karaciğer rahatsızlığı nedeniyle Edith Piaf 10 Ekim 1963’te hayatını kaybeder. Paris Başpiskoposu, “hayattayken iyi bir yaşam sürmediği için” Piaf’a dini tören yapmayı reddeder. Paris’in ünlü Pere Lachaise Mezarlığında yüzbinlerce insanın katıldığı bir cenaze töreniyle defnedilen Edith Piaf, bugün hala chanson denince akla ilk gelen isim olmayı sürdürüyor. Charles Aznavour, Piaf’ın cenaze törenini, Paris’in 2. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen kutlamalarından sonra yaşadığı en büyük kalabalık olarak değerlendirmişti.
Hayata veda ettiğinde geride birçok şarkı, ödül, aşk ve dram bırakan Edith Piaf’ın hayatı 2007 yapımı La Môme filmiyle yeniden gündeme gelmişti. Film, Marion Cotillard’a “En İyi Kadın Oyuncu” Oscar’ının yanı sıra daha pek çok ödül kazandırdı.
Edith Piaf’tan geriye pek çok şarkı yadigar kaldı. Sevenlerinin kendi hayatlarıyla özdeşleştirdikleri şarkıları da mutlaka vardır. Benim için bu, The Dreamers, Inception ve La Môme filmlerinin de olmazsa olmaz melodisi “Non, je ne regrette rien”dir. Bir şeyden vazgeçecek gibi olduğumda bu şaheseri dinlemek çok işi yarıyor.
İyi ki hayatlarımıza dokunmuşsun kaldırım serçesi…

Adieu Mon Pays ...

Enrico Macias Türk pop tarihine yön vermiş önemli isimlerden. Birçok şarkısına Türkçe söz yazıldı: “Arkadaşımın Aşkısın – La Femme De Mon Ami”, “Hoşgör Sen – On S'embrasse Et On Oublie”, “Son Verdim Kalbimin İşine – Je Suis Content Pour Toi”, “Çal Çingene – Zingarella”, “Bu Ne Dünya Kardeşim– Aux Talons de Ses Souliers” şarkıları gibi…
800'e yakın bestesinin 80'ine Türkçe söz yazıldı. İlk şarkısını ülkesinden gitmek zorunda kaldığı teknede yazdı:
“Adieu Mon Pays-Hoşça Kal Ülkem.”
Tarih: 29 Temmuz 1961.
Karısı Suzy ile ülkesi Cezayir'den ayrılıp Fransa'ya gitmek zorunda kaldı.

Enrico Macias, Sefarad Yahudisi idi. İspanyol Katoliklerin bin bir eziyetle kovduğu Yahudilere 1492'de Osmanlı kapılarını açtı. Ghrenassia ailesi Cezayir'e yerleşti…
Enrico Macias'ın asıl adı, “Gaston Ghrenassia” idi. 11 Aralık 1938'de Cezayir'in üçüncü büyük şehri Konstantin'de dünyaya geldi. Babası Sylvain, Arap-Endülüs müziği türü olan “Malouf” kemancısıydı…
Enrico Macias müziğe yetenekliydi. 15 yaşında, babasının çaldığı Cheikh Raymond Leyris'in orkestrasında çalışmaya başladı. Sahne adı, “Le Petit/Küçük Enrico” idi.
Cheikh Raymond'un kızı Suzy'e aşık oldu, evlendiler.

2. Dünya Savaşı bitiminde dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Cezayir'de bağımsızlık hareketi başladı.
Tarih: 22 Haziran 1961.
Cheikh Raymond alışveriş yaparken, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi tarafından tek kurşunla öldürüldü. Bu suikastten sonra Cezayir Yahudileri Fransa'ya göç etmek zorunda kaldı. Bunlardan biri de Enrico Macias idi. 23 yaşındaydı…

“Mon Frere” (Kardeşim)
Enrico Macias'ı biz Türkler ile kim tanıştırdı:
– Ülkemizde kadri pek bilinmemiş- Erkan Özerman!

Yıl, 1962.
Erkan Özerman Ankara Radyosu'nda program yapıyordu. Fransa'dan getirdiği bir plak büyük ses getirip, yılın şarkısı ödülünü kazandı: “Adieu Mon Pays-Hoşça Kal Ülkem.”

Erkan Özerman ile Enrico Marcias'ın büyük dostluğu böyle başladı. Birbirlerine “Mon frere” diyecek kadar yakın oldular.
Enrico Marcias, daha Fransa'da tanınmadan önce Türkiye'de şöhret oldu. Erkan Özerman aynı yıl şarkıcıyı Türkiye'ye davet etti. İstanbul Kervansaray'da üç gün konser vermek üzere anlaştılar. Program yoğun istek üzerine üç hafta sürdü.
Enrico Marcias Türklerin gönlüne böyle girdi; ve yıllardır da sürüyor bu karşılıklı dostluk ilişkisi…

Julius Fucik

1942 yılının bir bahar akşamı Nazilerce tutuklandı. Çek Komünist Partisi’nin çıkardığı gazetenin yayın yönetmeniydi. Direnişin önderlerindendi.
Çok ağır işkence gördü. Konuşmadı. Naziler, direncini kırabileceğini düşündükleri bir yöntem denediler. Sabaha karşı 3’te hücresine eşi Augustina’yı getirdiler. Augustina, kocasının öldüğünü sanıyordu. Şaşkın haldeyken Nazi komiseri, “Tanıyor musun onu,” diye sordu. Kocası, tanınmaz haldeydi, ama elbette tanımıştı.
Fucik, karısı halini fark etmesin diye, ağzının çevresinde biriken kanı yutmaya çalıştı, beceremedi. Yüzünün her noltasından, parmak uçlarına kadar kan damlıyordu.
Augustina, korkusunu ufacık bir bakışla bile dışa vurmadan, “Hayır, tanımıyorum,” dedi.
İnanmadı komiser: Augustina’yı Fucik’in kan revan içindeki yüzüne yaklaştırdı.

“İkna et onu. Aklını başına alması için ikna et. Kendini düşünmüyorsa, seni düşünsün. Bir saatiniz var. Ya konuşsun, ya da , bu gece kurşuna dizileceksiniz. İkiniz de,” dedi.
Augustina gözleriyle kocasını okşarken içinden, “Bu tehdit bana sökmez. Son ve büyük arzum şu: Onu kurşuna dizecekseniz, beni de dizin,” diye haykırdı.
Fucik, gülümsemeye çalıştı. Tebessümüyle veda ediyordu sevdiği kadına. Ağzı kan doluydu, ses çıkmadı. Augustina’yı götürdüler. Bu, iki sevdalının son görüşmesiydi.
Augustina Polonya’daki toplama kampına gönderildi. Fucik ise Ağustos 1943’te idam cezası aldı. 8 Eylül 1943 günü Berlin’de asıldı.
Hitler, 1945’te baharında bozguna uğramıştı. Augustina, faşistlerin öldürmeye vakit bulamadığı esirler arasındaydı. Ama bir deri bir kemikti. Salıverildi.
Çekoslovakya’ya döndü kocasını aramaya başladı. İdam haberiyle birlikte, bir şey daha öğrenmişti: Fucik, hapishanede bir gardiyanın hücresine soktuğu kalem sayesinde bazen bir sigara kâğıdına, bazen bir defter sayfasına küçük notlar almış, bu notları numaralayıp birer birer gizlice dışarı çıkarmıştı. Her sayfa başka birindeydi.
Augustina önce gardiyanı buldu. Ondaki notları aldı. Sonra diğer sayfaların peşine düştü. Sadık dostların gizlediği numaralanmış sayfaları bir araya getirdi.
O küçük kâğıtları ...
Okudu, defalarca. Kalbi yerinden sökülerek. Sevdiği adam hücresindeki yüzleştirilmelerinden sonra şunları yazmıştı:
-“İşte benim Gustina’m, büyük bir aşk ve müthiş bir güç. Canımızı alabilirler, ama aşkımızı, onurumuzu alamazlar. Vedalaşmamıza, kucaklaşmamıza, hatta birbirimizin elini tutmamıza bile izin vermediler.
Sen de ben de biliyoruz ki, bir daha birbirimizi hiç göremeyeceğiz. Yine de ta uzaklardan seslenişini duyuyorum: Elveda sevgilim. Şimdilik elveda...”
Fucik, bu satırlarla eşine veda etmiş, ancak aynı mektuba bir ümidi, bir ihtimali de eklemişti:
-“Bütün bunlar geride kaldıktan sonra yeniden bir araya gelecek olursak, nasıl yaşayacağımızı hayal edebiliyor musun? Özgür bir hayatta, yaratıcı özgürlüğün güzelleştirdiği bir hayatta yeniden buluşmak... Onca yıldır özlemini çekip sabırla çaba harcadığımız, şimdi de uğrunda ölüme gittiğimiz şeylere eriştiğimizde...
Artık hayatta olmasak da insanlığın büyük mutluluğunun küçücük bir parçasında yaşıyor olacağız. Ayrılmak zor olsa da, bu ihtimal gönlümüzü okşuyor.”
Augustina, bu notları zamanı gelince ülkesinde yayımladı. Özgürce. O notlar kitap oldu; bir çok dile çevrilip, birçok ülkede basıldı. Bir aşkın destanıydı. Bu aşk her yerde saygı gördü...

Bu genç adamın adı Kaan Günay...

Aslında hikâyesi, benim gençliğimden beri Türkiye’de çok yaşanan bir “yurtdışına gidiş” hikâyesi olarak başlamış.
İzmir’in Alsancak semtinde doğmuş, orta ve liseyi İzmir Amerikan Koleji’nde okumuş. Sonra Amerika’ya gidip Brown Üniversitesi’nden makine mühendisliği diploması almış.
Sonra ihtiraslı her mühendis gibi işletmecilik alanında bir MBA yapmış. Sonra bunları yapanların çoğu gibi Boston ve New York’ta bir yatırımcı şirkette çalışmış.
Sonra da mühendislik ve MBA yapan her ihtiraslı genç gibi onun yolu da dijital vadinin kalbi sayılan Stanford Üniversitesi’ne düşmüş...
Buraya kadar binlerce gencin yaşadığına benzeyen bir yurtdışı hikâyesi.
Ancak o noktadan sonra tesadüflerin, tutkuların, zekânın, işe asılmanın, yaratıcılığın başrolü oynadığı çok farklı bir hikâye başlıyor.
YURT ODASINDA UYKUSUZ BİR GECE ALINAN KARAR
Kaan, Palo Alto’da Stanford’un küçük bir yurt odasına yerleşmesinden üç-dört gün sonra hiç umut etmediği biriyle karşılaşıyor.
İzmir Alsancak’ta geçen çocukluğunda en iyi arkadaşlarından biri olan Onur Kardeşler Palo Alto’da bir yatırımcı şirkette çalışmaktadır.
Karşılaştıkları an hayatları değişir.
Onur, San Francisco’da oturmakta ve her gün çalışmaya Palo Alto’ya gelmektedir.
Ancak karşılaştıkları andan itibaren ikisinin de günlük programı değişir.
Onur’un işi bitince buluşurlar ve geceler boyu sohbet ederler.
Her ikisi de her Palo Alto çocuğu gibi dâhiyane bir fikir bulup, bir startup başarı hikâyesi yazıp para kazanma hayali içindedir. Ama iyi ve çok parlak fikirlerin hepsi tüketilmiştir.
Artık bir Google, bir Facebook icat etmek dönemi geçmiştir.
O zaman akıllarına asıl dâhiyane fikir gelir.
‘Biz dâhiyane olmayan bir fikir bulup onu mükemmelleştirelim’ derler. Tam o sırada önlerinden bir Uber taksi geçmektedir.
Birbirlerine bakarlar ve dâhiyane olmayan fikirden dâhiyane proje ortaya çıkar.
Uber taksilerin üzerine reklam panosu koymak...
Peki bunun neresi dâhiyane...
Amerika’nın her şehrinde yüz binlerce taksinin üzerinde reklam panoları vardır.
Hayır onlar sabit reklam değil, onun yerine dijital ekran koyacaklardır.
Çok basit... Taksilerin üzerindeki reklamlar kâğıda veya pleksiglaslara basılarak yapılmaktadır. Her reklamın yapılması masraflıdır. Üstelik her hafta bunların değiştirilmesi gerekmektedir ve bu da zaman almaktadır. Oysa günde 24 saat çalışan bir taksiyi reklam değiştirmek için kenara çekmek onun kazancından çalmak anlamına gelir.
Dijital ekran ise bir kere takılacak ve ondan sonra reklamlar bir saniyede yüklenecektir.
O gece uyuyamazlar. Sabaha kadar otururlar. Acaba başka birisi bunu akıl etmiş midir diye hep araştırırlar.
İkisi de çok heyecanlıdır.
Ertesi gün Onur’un yaptığı ilk iş, çalıştığı şirkete gidip istifasını vermek olur.
Sonra Palo Alto’ya gelir. Kalacak yeri olmadığı için Kaan’ın yurttaki odasında kalırlar.
Bir ertesi gün ilk iş bir yatırımcı şirkete gidip bu fikre yatırım almak için girişimde bulunurlar.
Ancak ilk bozgunu orada yaşarlar. Gittikleri şirket onları ciddiye almaz.
Bunun üzerine “Önce bir Uber veya Lyft araba bulup anlaşalım” derler.
Ama ondan önce yapmaları gereken bir şey daha olduğunu anlarlar.
Bu ekranlardan bir tane yaptırarak bir arabanın üzenine monte edip göstermeleri gerekmektedir.
Onur atlar İzmir’e gider. Manisa Sanayi Sitesi’nde televizyon üreten şirketlere çalışan küçük atölyeler vardır.
Onlardan birine bir ekran yaptırırlar.
Onur bunu alıp THY’nin beraberinde Palo Alto’ya getirir.
Arabaları yoktur. Bir arkadaşlarının arabasının üzerine monte ederler.
Sonra ikinci aşamaya geçerler.
Ertesi gün Kaan bütün gün boyunca evinden Uber çağırıp biner ve sürücülere bu projeyi anlatır. “Kabul ederseniz ve reklam alırsak bunun yarısını size veririz” derler.
Ancak hiçbir sürücü yanaşmaz.
İşte o gün Uber ve Lyft sürücüleri ile ilgili bir gerçeği öğrenirler.
Bu sürücülerin bir bölümü bu işi part time yapmaktadırlar. O nedenle arabalarının üzerine böyle bir ekran yerleştirilmesini istemezler.
İşte tam o umutsuz günlerde bir arkadaşları onlara altın kadar kıymetli bir bilgi verir.
San Francisco Havalimanı yakınlarında full time çalışan Uber ve Lyft arabaların park yeri vardır. Havalimanı müşterisini orada beklemektedirler.
Oraya giderler ama güvenlik onları sokmaz. Bunun üzerine civardaki bir kafeye gidip akşama kadar beklerler ve hava kararınca arkada bir kapı ararlar. Kapı bulamayınca telin üzerinden atlarlar ve böylece kendileri için bir hazinenin ortasına düşerler.
Kaan, daha önceden bir kartvizit bastırmış ve üzerine şirketin adını yazdırmıştır.
İkisinin üçer bin dolar koyarak kurdukları şirketin adı Fireflay’dır.
Kaan ayrıca kartvizitinin üzerine şunu yazdırmıştır.
“Arabanızın üzerine ekran yerleştirip ayda 300 dolar kazanmak istiyorsanız bizi arayın.”
O gece gidip yatarlar. Sabah kalktıklarında cep telefonlarında binlerce mesaj vardır.
Fireflay o gün uçmaya başlamıştır. İkisi de böyle bir pazar bulunduğunu çok net şekilde görmüşlerdir.
Bir hafta sonra Manisa’daki atölyeler ekran üretmeye başlamıştır. Palo Alto ve San Francisco’da, Los Angeles’ta Uber ve Lyft arabaların üzerinde ilk dijital ekranların üzerinde reklamlar akmaya başlamıştır.
İlk yatırımcılar kapılarını çalmış ve bir anda 21.5 milyon dolarlık bir yatırım almışlardır.
Şimdi artık sıra dünyanın en büyük taksi pazarındadır ve o pazarda iki büyük sürpriz onları beklemektedir.
New York’a giderler. İlk araştırmalarında şunu öğrenirler. New York’taki “Yellow Cab” denilen taksi şirketlerinin üzerindeki reklamların yüzde 75’inin yayın kontratı bir şirketin üzerindedir. Ve bu şirket zordadır.
O şirketi satın alırlar.
Ama pazarlık yaptıkları sırada gelişmekte olan bir işten o şirkete hiç söz etmezler. Çünkü tam o günlerde dünya devi Google Firefly’ı fark etmiş ve ona yatırım yapmak istediğini bildirmiştir.
New York’taki şirketin satın alma işinin bittiği saatlerde Google da bu genç şirkete 30 milyon dolar para yatıracağını bildirmiştir.
Üstelik bu 30 milyon dolardan daha kıymetli bir şey vardır artık ellerinde. Google’ın reklam şirketi aynı zamanda Uber’in yönetimindedir. Böylece artık Uber’in yolları da onlara açılmıştır.
Ama onların kafasında bir tutku vardır.
Türkiye’ye yatırım yapmak. Aldıkları 52 milyon dolar kredinin yarısını Türkiye’ye yatırırlar. İstanbul’da yazılımları da yapan bir ofis açarlar. Şu an orada 75 kişi çalışmaktadır. Ayrıca Ankara’ya bir ofis açılır. Manisa’daki atölyeler tam gaz çalışmaya başlar.
Evet işte bu, İzmir’in Alsancak semtinde başlayan bir çocukluk arkadaşlığından Silicon Vadisi’ne uzanan çok güzel bir başarı hikâyesidir.
İki genç 2009 yılında Amerika’ya gitmişler ve 10 yıl içinde orada bir pazarı fethetmişlerdir.
Ve daha henüz 28 yaşındadırlar...

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...