27 Temmuz 2019 Cumartesi

HAYATA MİSAFİR

Mektup, masama bırakılmıştı.
Hastaneye gelen ve çoğu reklam amaçlı olduğu için açılmadan atılan mektupların arasında tesadüfen bulunmuş ve bana ulaştırılmıştı. Üzerinde sadece adım ve çalışmakta olduğum hastane yazıyordu. Zarfının sarı renkte olması dikkat çekip resmi yazışma olabileceği düşüncesiyle kenara ayrılmasa belki de hiç elime ulaşmayacaktı.
Bir dizi tesadüf ile tanıdığım ve uzun süredir haber alamadığım yaşlı posta dağıtıcısından geliyordu. İçinde el yazısıyla yazılmış iki sayfa mektup ve bir de üzerinde “değerli doktorum, bu mektup eline geçtiğine göre bu dünyadaki misafirliğim sona erdi demektir. Hani bir zamanlar kendi zarfımın içindekileri anlatmamı, olmazsa yazıp posta ile göndermemi istemiştin, ya... Dilim döndüğü aklım yettiğince yazmaya çabaladım. Vakti geldiğinde size ulaştırması için emanet ehli bir arkadaşıma bırakıyorum. Misafir…” yazılı küçük bir not vardı.
En iyisi baştan anlatmalı;
Tanışmamız, anayolda aniden bastıran yağmura hazırlıksız yakalandığı için durup el eden yaşlı postacıyı arabama almakla başlamıştı. Kendinden çok çantasındaki mektupların ıslanmasını dert ediyordu. Görece ıssız sayılabilecek bir yerdeydik ve yürüyerek ulaşmaya çabaladığı adres birkaç kilometre uzaktaydı. Yağmurun dinmediğini görünce postacıyı adresine ulaştırmak için yolumu değiştirmeye karar verdim. Sinyal verip anayoldan çıkış yaparken sağımızdan bizi geçmeye çalışan araçla hafif bir çarpışma yaşadık. Küçük bir kazaydı iki araçta da hasar önemsiz görünüyordu ama araçtaki gençten iki delikanlı inip üzerime yürüyünce iş değişti. Neymiş? Az önce postacıyı almak için yavaşlayıp durunca sert fren yapmak zorunda kalmışlar ve bu kez sanki inadına yaparmışım gibi üzerlerine sürmüşüm. Farkında bile değildim. Sinyal verip dönüşe başlamıştım ve açıkçası arkamdaki aracın da çıkışa yöneldiğini düşünmüştüm. Öfkeliydiler. Bağırıp çağırıp arabamın kaportasını yumruklama başlayınca üzerlerine yürüdüm, uzun boylu olanı yakama yapıştı. Gözümün üstüne yumruğu yiyecekken “benim yüzümden oldu, vuracaksan bana vur” diyerek yaşlı postacı araya girdi. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlikten sonra “yaptık bir çocukluk, bağışlayın, büyüklük sizde kalsın” diye sözlerini sürdürdü. Yağmurun hızlanması da tartışmanın uzamasına engel oldu. Arabaya binip yola devam ederken haklı olduğumuz halde neden öyle davrandığını sordum. “Onlar delikanlı, haksız da olsalar babalanacaklar. Altlarındaki araba şirket arabası, sahibine hesap verecekler. Üstelik bu dertleri başına açan da benim. Arabaya almasan geçip gidecek, tüm bunlar yaşanmayacaktı. Daha fazla büyüsün istemedim.” Diye yanıtladı. Gideceği yere bırakırken adımı ve adresimi aldı.
Bir hafta kadar sonra hastanede ziyaretime geldi. O gün yaşanan tatsız olaya neden olduğu için kendini mahcup hissettiğini, gönül almak için uğradığını, hanımının yaptığı kurabiyelerden getirdiğini söyleyip elindeki paketi masama bıraktı. Neredeyse olayı unutmuştum. Dağıtması gereken mektupları gösterip izin istedi, kahve ikram etmeden olmaz diyerek alıkoydum.
İşte böyle başladı tanışıklığımız.
Gün oldu eşinin sağlık sorunlarıyla ilgilenip yönlendirmede bulundum. Sonra kendisi rahatsızlanıp hastanemizde yatmak zorunda kaldı.
Ondan çok şey öğrendim.
Okumuş aydın biriydi. Üniversitede okurken öğrenci eylemlerine karıştığını, okulu bırakmak zorunda kaldığını, darbe sonrası korkup ülke dışına kaçtığını, döndüğünde tanıdıklarının yardımıyla posta idaresinde çalışmaya başladığını anlattı. Gerçekte hiçbir işte tutunamamıştı. Posta idaresi özelleştirildiğinde işyerinde sendikal örgütlenme için çabaladığı için ilerlemiş yaşına rağmen posta dağıtıcılığına verilip bertaraf etmeye çabalamışlardı. Bizimki ise bir derviş sabrıyla sesini çıkarmadan çalışmayı sürdürüyordu.
Dedim ya, ondan çok şey öğrendim.
Fıtık ameliyatı olup hastanemizde yattığında da yanındaydım. Ameliyatın öncesindeki akşam gergin olduğunu görüp bir süre yanında kaldım. Konuşturup sakinleştirmek amacındaydım. "Bunca senedir posta dağıtırsın, ne gördün ne öğrendin bu işten" diye sordum. Doğrulup ayağa kalktı. Terliklerini giyip cam kenarına yürüdü. Yanına çağırıp eliyle dışarıdaki insanları işaret etti;
- Bilirsin mektubun görünen yüzü zarftır, içindekini gizler. Buradan bakınca insanları dağıttığım mektuplara benzetirim. Çoğu sadece boş bir zarf gibi içindeki boşluğun farkında bile olmadan geçip gidiyorlar. Bir kısmı ise önceden söylenmiş söz ve yazıları taşıyan mektuba dönüşmeyi yeterli buluyor. Kendilerinden pek bir şey katmadan sadece öğrendiklerini aktarıyorlar. İçindeki mektubun farkında olup kendileri bir kaç cümle yazma telaşında olanlar da var. Ancak yazdıklarının çoğu okunmadan onlar da geçip gidiyorlar. Sanırım doğduğumuzda hepimiz bir zarf gibi başlıyoruz hayata. Ya içerden dolduruyoruz hayatı, ya da öylece zarf gibi kalıp, bir sonraki nesle onun bunun ürettiği ne varsa onları alıp aktarıyoruz. Toplumun gözünde zarfın ve aktardıkların kadar değerlisin. Yine de kendin bir şeyler eklemeyince koca bir hayat kabuktan öteye geçemiyor.
- İçi dolu olan yok mu? Onlara ne oluyor?
- Olmaz mı? Onlar hayat boyu okur, öğrenir, çalışır kendi mektubunu doldurmaya uğraşır. Şanslı olanlar tanınırsa da çoğu hiç tanınmadan geçer giderler. Onlar zarfı boş verip kendi mektubunu yazma çabasının tutkunlarıdır. Yazdıklarının menzile varabilmesi ise ne yazık ki yine o zarf karakterli insanlar sayesinde gerçekleşir. Yazılanları onlar alır aktarır. O yüzden mektuplar hep zarflarıyla saklanır ya. İçinde yazılanlar kadar, kimden geldiği, damgası, pulu hatta hangi renk zarf olduğu ve düzgün açılıp açılmadığı bile ilgi çeker. İnsanlara benzer dedim ya?
- Peki ya içi dolu olan mektuba benzettiğin insanlardan tanıdığın oldu mu?
- Az bulunurlar. Söyleyecekleri, anlatacakları vardır ama çoğunlukla kendilerine yazar, kendilerine anlatırlar. Dertleri hep kendileriyledir. Çok azını tanıma fırsatım oldu. İçlerindeki mektuba göz bile gezdirtmezler. Israr edersen "henüz bitmedi" derler.
- Peki ya sen? Sen hangisisin?
- Beni boş ver. Ne öyle ne böyle hiç biri olamayanlardanım. Benden olsa olsa kartpostal gibi bir şey olur. Posta kartlarını bilirsin. Kısa da olsa herkesin okuyabileceği kendilerine ait bir nükte, söz veya bilinen deyişleri vardır. Yazılır, pullanır ve gönderilir. Herkese açıktır. Menzile varana kadar eline alan yazılanları okuyabilir. İçi dışı birdir. Dedim ya pek dolu olmasalar da sahaflarda mektuptan çok o eski posta kartlarını bulursun. Alıcısı ve mesajı belli olsa da gerçekte orta malıdır.
- Peki ya hayat, hayat nerede?
- Herkes biraz zarf, biraz da mektup oldukça ondan ona aktarılan her şey birbirine bulanır, hayat olur. Kendini tekrar edip durdukça süreklilik kazanır, aktardıklarıyla da zenginleşir. Hepsi bu…
Anlattıkları o gece rüyama girmişti. Kendimi köhne bir posta kutusunda gönderilmesi unutulmuş mektup olarak görmüştüm. İçimdekilerin ne olduğunu bilmiyordum ama önemli olsa gerek diye düşünüyor, öylece bekliyordum. Zaman hiç geçmiyor, ışık hiç gelmiyordu. Tedirginlik içinde uyandığımı hatırlıyorum.
Ameliyatını olup şifa ile taburcu oldu. Giderken o gece konuştuklarımızı hatırlatıp kendine posta kartı deyip tevazu gösterse de hiç de boş olmadığını, gün gelip içindekileri de paylaşmasını istemiştim. Gülümseyip kafasını sallamış, "anlatması kolay değil, belki bir mektuba yazar gönderirim" demişti.
Son görüşmemiz böyle oldu.
Birkaç yıl sonra başlangıçta sözünü ettiğim mektubun gelişiyle bizimkinin bu dünyadaki misafirliğinin bittiğini öğrendim. Gönderdiği mektup ise az daha alıcısına ulaşamadan atılıp gidecek rüyamda gördüğüm o mektuba dönüşecekti. Mektup, “kendimi yazdım, sadece kendimi” diye başlıyordu;
“Kendimi yazdım, sadece kendimi
Çocuktum, küçücüktüm. Bildim bileli, gücüm hiçbir şeye yetmezdi. Ezikliği aşmak için aile içinde kendimi göstermeye çabalar, annem babam fark etsin, ilgi göstersin isterdim. Haylaz olmakla uslu olmak arasındaki farkı da pek anlamazdım. İkisi de işe yarıyordu. İlgi görmeyi, takdir edilmeyi, onaylanıp ödüllendirilmeyi istesem de kabahatlerimin cezasız kalmaması rahatsız etmezdi. Hayaller kurar hep güçlü olduğumu düşlerdim. Kimi gün ormanlar kralı aslan, kimi gün özgür bir martı veya herkesi ürkütüp kaçıran vahşi bir köpek balığı olurdum. Çocukluk işte, aile içinde görünür olmaktı, çabam. Olduğumdan büyük ve güçlü görünmek için uğraş verir ”büyümüş de küçülmüş” dediklerinde mutlu olurdum. O ortamda olduğumdan büyük ve güçlü göründüğümü düşünürdüm.
İlk şoku, sokağa dökülüp okul yılları başladığında herkesin birbirine benzediğini, ailenin dışında yine o güçsüz zayıf çocuktan ibaret olduğumla yüzleşerek yaşadım. Bu durumun hiç hoşuma gitmediğini hatırlıyorum. Diğerleriyle yarışıp güçlü görünenlerimiz olsa da sürekli yarışmak ve önde olmaya çabalamak çoğu gibi bana da zor geldi. Çok çalışan ve önde olan arkadaşlarımın başarılarını gizlemeye ya da küçümsemeye çabaladım. Ev ortamında olduğu gibi kendini göstermeye çalışan arkadaşlarıma dudak büktüm, başarısızlıklarında veya tökezlemelerinde gizlice mutlu bile oldum.
Sonra biraz daha büyüdüm, hayat daha çok büyüdü.
Delikanlılık yılları geldiğinde karakterim de şekilleniyordu. Dedim ya derdim hep olduğumdan güçlü görünmekti. Bunun için topluluklara sığınmak kolayıma geldi. Taşıdığım soyadı ile başladım, mahallenin ferdi, tuttuğum takımın taraftarı, arkadaş grupları hatta dini cemaate girme ile olduğumdan daha önemli ve farklı olmayı denedim. Yetmedi her defasında ispat etmek için yanlarında durup onlarla görünmek için harcadım enerjimi. Kendimi orada burada teşhir ederken kimlerle olduğumu nerede ve hangi muhitte yaşadığımı göstermeyi de çok sevdim. Bu arada imanını sorgulamak yerine ait olduğu dini cemaate sığınmayı yeterli görenlerimiz de oldu.
Hep bir yere sığınıp gizlenme telaşında geçti o yıllar.
Orta yaşı geçip gençliğin yaşlılığına yuvarlandığımda olacağım kadar olmuştum. Yine de bir şeyler eksikti. Üstelik o üzerine titrediğimiz laf edecekler diye korktuğumuz hayatların birbirine fazlasıyla benzediğinin de artık farkındaydım. Bu kez bir zamanlar bizlerin yaptığını yapıp olduğundan güçlü görünebilmek için ona buna sığınanları, geriden gelenleri küçümsemenin işe yarayacağını sandım. Olduğundan güçlü ve şişkin görünme çabası yerini “cool” diye adlandırılan küçümseyici tavra bıraktı. Onun bunun yanında görünme yaşım da geçmişti. Şimdilerde komik geliyor ama soğuk ve alaycı tavırla büyüklenemesem de değerimin düşmeyeceğine inandım. Kendini onun bunun yanında gösterip önemli hissetmeye çabalayanlarla alay ederken göz önünde olan ünlü insanların yaşadığı acılar ve hatta ölümlerinden bile yine gizlice mutluluk duydum. Ünlülerin acılarından mutlu olup gizlemeye gerek bile görmeyen ne kadar çok insan olduğuna da hayretle şahit oldum. İnsanlığımdan utandım.
Tüm bunlardan hangisi ben oldum diye sorsalar hepsinden biraz oldum, hiç birinden tam olamadım.
Sonrasında yaş kemale erdi ve hesap soracak veya verecek kimsem kalmadı. Beden yaşlandı, hastalıklar belirdi, içimdeki insanı ve o sefil insanın sadece "bir" canı olduğunun farkına vardım. İçimdeki can da kendini arıyor, köyden şehre gidenler gibi kendi içindeki zenginliğe doğru yolculuk yapıyordu. İçimdeki şehre ulaşıp orada tutunabilmek için kendimle yüzleşmem gerekti. İşte o zaman içimdeki taşrayı fark ettim. Gerçek zenginliğin kendini bulmak ve içindeki taşradan çıkıp kendi şehrinin zenginliklerine ulaşmak olduğunu geç de olsa anladım.
Dedim ya, kendimi yazdım, sadece kendimi...
Ölüm gerçeği yaklaştığında; bir öte dünya olsa da hepten yok olmasak fikri cazip göründü. Öte dünyanın varlığından kuşku duysam da umut etmek iyi geldi. İmanlı görünmeye çabalayan cemaat tutkunlarının kuşku duyma yüzünden dışladığı, benim gibi hepten inkâr edenlerin bile şüphe ettiği, gerçekten iman edenlerin ise sorgulamaya gerek bile duymadığı öte dünya söz konusu olunca hayat boyu peşinden koştuğum büyüklenmek, güçlü görünmek de anlamını yitirdi.
Geriye ise, mezar taşında adının önüne yazan unvanlar, kattığın değer ile anı ve tanınırlıklar kaldı.
Anladım ki; hepsi bir konukluk içindi. Kendimiz olamadan hep olduğumuzdan başka olmaya çabalayan ürkek korkak misafirden öte değildik. Hayata misafirdik. Ne kendimiz olduk, ne de kendimizi bildik. Koca bir ömrü, bilmediğimiz bir davetin ortasına düşmüş gibi şaşkın bakınarak geçirdik. Bence davetli bile değildik. Birbirimize bakmaktan, kendimize dönemedik. Tüm bunların gerçek olduğuna bile yarım inandık.
Gerçekten sadece hayata misafir miydik?
Hep bir kuşku kaldı içimizde. Zarfı kapatıp pullayıp mühürledik ve kuşkuyu taşıdık başka hayatlara. Hepsi bu...
Buna da şükür...
Misafir”
Diye bitiyordu mektup.
Elimde mektup ile öylece kalmış, şaşkınlık ve gözyaşları içinde tekrar tekrar okumuştum. İçimdeki taşrayı gösterip seçimi bana bırakan o derviş kılıklı postacıyı o gün yağmur yağmasa, postacı el etmese, durup arabama almasam ve daha pek çok önemsiz olay bir araya gelmese hiç tanımayacak eksikliğinin farkında bile olmayacaktım.
Hayata misafir olmanın anlamını ve bıraktığı mektup ile başka hayatlara bulaştırmaya çalıştıklarının farkında bile olmayacak bu satırları kaleme alıp sefil bir zarf gibi menzile ulaştırmaya çabalamanın onurunu hiç duyamayacaktım.
Ne demişti mektubu bitirirken?
Buna da şükür...
Mehmet Uhri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...