30 Haziran 2019 Pazar

Niçin ben?

1983'te Kalp ameliyatı sırasında aldığı bir kan nedeniyle Aids'ten ölen efsanevi Wimbledon oyuncusu Arthur Ashe'ye taraftarlardan birisi ölmeden önce bir soru sorar ...
Tanrı neden böyle kötü bir hastalık için seni seçti?
Arthur, buna şöyle cevap verdi;
50 milyon çocuk tenis oynamaya başladı,
5 milyonu tenis oynamayı öğrendi,
500 bin'i profesyonel tenis oynamayı öğrendi,
50 bin'i devreye girdi,
5 bin'i Grand Slam'e ulaştı,
50'si Wimbledon'a katıldı,
4'ü yarı finallere kaldı,
2'si finale yükseldi..
Ve...
Ben kupayı elime aldığımda Tanrı'ya hiç sormadım,
''Neden ben ?''
Şimdi acı çektiğim için bunu Tanrıya nasıl sorabilirim?
Neden ben..
Hayatımızdan memnun olmadığımız zaman larda bile bu dünyadaki birçok insan yaşadığınız hayatı yaşayabilmeyi istiyor.
Bir çiftlikte yaşayan bir çocuk uçakları hayal eder. Ancak, uçaktaki bir pilot, çiftlik evini ve eve dönme hayallerini kuruyordur.
Hayat işte ...Life is life
Keyfinize bakın ... Zenginlik mutluluğun sırrı olsaydı, zenginler sokaklarda sürekli dans ediyor olurdu.
Ancak sadece çocuklar bunu yapıyor.
Güzellik ve şöhret ideal ilişkiler getirseydi şayet, ünlülerin mükemmel evlilikleri olurdu.
Yaşayın, mutlu olun! Alçak gönüllülükle yürüyün ve gerçekten sevin ...

Arthur Ashe ile ilgili görsel sonucu

"Evrende yalnız mıyız?" Winston Churchill'

İngitere'nin eski Başbakanı Winston Churchill'in İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce kaleme aldığı ancak yayımlamadığı "bilimsel makale", ABD'deki bir müzede bulunduğunu ingiliz kamu yayın kuruluşu BBC haber yaptı.

Missouri eyaletindeki Ulusal Winston Churchill Müzesi'nin koleksiyonuna 1980'de katıldığı belirlenen ancak bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmeyen makale, "Evrende yalnız mıyız?" başlığını taşıyor.

İngiltere eski Başbakanı bir gazetede yayınlatmak niyetiyle kaleme aldığı ancak yayımlamadığı, son olarak 1950'de bazı güncellemeler yaptığı makalede, dünyanın evrende yaşama elverişli tek gezegen olmayabileceği öne sürülüyor.

“Bir gün hatta belki o kadar da uzak olmayan bir gün, Ay'a, hatta Venüs ve Mars'a seyahat etmek mümkün olabilir" ifadesini kullanan Churchill'e göre, Güneş Sistemi'nde yaşamın kök salmasına uygun gezegenlerin Venüs ve Dünya olarak belirtildiği dikkati çekiyor.

Makalenin yazıldığı dönemde Avrupa'da görülmeye başlanan savaş emarelerine atıf yaptığı değerlendirilen Churchill, kaleme aldığı metinde şu görüşlere yer verdi:

"Medeniyetimizin Dünya'da elde ettiği başarıdan o kadar da etkilenmiş değilim. O nedenle bu koca evrende canlı, düşünen yaratıkların bulunduğu tek noktada olduğumuzu veya zaman ile mekanın geniş sahasındaki en yüksek manevi ve maddi gelişmeyi temsil ettiğimizi kabul etmeye hazır değilim."


Winston Churchill'in 1920'li ve 1930'lu yıllarda çok sayıda popüler bilim yazısı kaleme aldığı biliniyor. 

Keşfedilen 11 sayfalık makalenin de 1939'da kaleme alındığı tahmin ediliyor.

Churchill'in makalesine konu olarak Dünya dışındaki yaşamı seçmesinin ardında ise ABD'li aktör ve yönetmen Orson Welles'in 1938'de bir radyo yayınında "Dünyalar Savaşı" adlı piyesi sergilemesinin getirdiği sesin bulunabileceği belirtiliyor.

İngiliz bilim kurgu yazarı H. G. Well'in aynı adlı eserinin radyo uyarlamasının yayınının Marslıların Dünya'yı istilasını anlatan gerçek bir haber bülteni sanılması üzerine dinleyiciler arasında yaygın bir panik yaşandığı hatırlatılıyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere Başbakanlığına getirilen Churchill, 1940-1945 ve 1951-1955 yıllarında iki dönem bu görevi yürüttü.

İngiltere tarihinde bilim danışmanı istihdam eden ilk başbakan olan Churchill'in başta radar teknolojisi olmak üzere pek çok teknolojik gelişmeye destek verdiği biliniyor.

Churchill'in bilim ve teknolojiye yoğun ilgisinin kısmen de olsa İkinci Dünya Savaşı'nda ülkesinin verdiği ölüm kalım mücadelesinden kaynaklandığına dikkat çekiliyor.

Winston Churchill, 1953'te Nobel Edebiyat Ödülü'ne de layık görülmüştü.

winston churchill 11 sayfalık hikaye ile ilgili görsel sonucu

Avustralya Ordusunu 2 Kez Mağlup Eden Düşman: Deve Kuşları

1932 yılında Avustralya'da gerçekleşen "The Great Emu War"u duydunuz mu? Duymadıysanız hazır olun, savaş sizi oldukça şaşırtacak. Çünkü teknolojik silahlarla kuşanan insanlara karşın, deve kuşları savaşıyor ve ordu 2 kez yeniliyor.
1929 yılında I.Dünya Savaşı bittikten sonra Avustralyalı askerler evlerine döndüler. Savaş bitmişken kaldıkları yerden çiftçiliğe devam etmek istediler. Fakat hükümet desteğini kesmişti ve Büyük Buhran döneminde buğday fiyatlarının düşmesi onları engellemişti. Üstelik engeller bunlarla da kalmadı, 1932 yılında yaklaşık 20.000 deve kuşu üreme sezonlarının bir parçası olarak bölgeye göç etti. Sulu arazide daha rahat yaşadıkları için bölgeye yerleşmeye başladılar. Bir de çiftçilerin ürünlerini aşırmaya başladıklarında sinirler iyice gerildi.
Dönemin Savunma Bakanı Lewis, deve kuşlarının gerçek bir problem olduğunu gördü. Makineli tüfeklerle ve bol sayıda mühimmatla deve kuşlarına savaş açtı. Kazanmanın oldukça kolay olduğu düşünülüyordu, sonuç olarak düşmanın silahı yoktu. Düşman "kuş beyinli"idi.
Devekuşları oldukça atik ve hızlı hayvanlardır. Çalılıkların arkasında kamufle olarak, savaş sırasında askerlerin nişan almasını oldukça zorlaştırdılar. Askerler ne kadar deneseler de, bu çevik hayvanları bir türlü vuramıyorlardı. Gazetelerde o dönem, deve kuşlarının kendi savaş stratejilerini geliştirdiklerinden bile bahsediliyordu.
Ordunun deve kuşlarını vurma başarısı onda birdi. 9,860 kurşunla yaklaşık 900-1000 deve kuşu vurulmuştu. Tarladaki bitkiler de tükenmek üzereydi. Ölmediler fakat huzursuzluk sebebiyle deve kuşları bölgeyi terk etmeye başladılar. Avustralya tarafında ise Büyük Deve Kuşu Savaşı kaybedilmişti. Daha sonra parlamentoda yapılan bir tartışmada bir milletvekili, kimsenin madalya alıp almayacağını sordu. Diğer bir milletvekili ise "Evet bir deve kuşu alacak" diye yanıtladı.

Ä°lgili resim

Deve kuşları Avustralya ordusunu yendi: Emu Savaşı












TÜRK ŞİİRİNİN EN BÜYÜK ÜÇ AŞK ŞİİRİNDEN BİRİ MUTLAKA SEZAİ KARAKOÇ’UN MONA ROSA’sıdır.

Mona Rosa bizden önceki kuşakları da bizimkini de Cemal Süreya, Ataol Behramoğlu şiirleri gibi etkilemiş bir şiirdir…
Dokunur bize böyle şiirler.
Arkasındaki yalnızlığı, saklı bahçeleri, gizli şifreleri merak ederiz. Kendini yalnızlığa, tekliğe mahkum etmiş ; yalnızlığını kendinden bile saklayan bu büyük şairin yüzü az bilinir ama izi köklü ve derindedir…
Sezai Karakoç’un ;
-Kimseyle fotoğrafı yoktur.
-Kimseyle söyleşi yapmaz.(Şair kimliği ile tek söyleşisini Kilis’te yayınlanan Kent adlı taşra gazetesine vermiştir)
-Kitaplarını kimseye imzalamaz.
-Hiçbir kimseden ve hiçbir kurumdan hediye kabul etmez.
-Ödül kabul etmez.
-Televizyona asla çıkmaz.
-Para ile ilişkisi yoktur ve tek mülkiyeti 60 metrekare evdir.

Siyasal Bilgilerde(Mülkiye’de) okurken şairimiz, gönlünü aynı okulda okuyan bir muhacir kızına kaptırır ve aşkına karşılık bulamaz. Okul bitene kadar azimle şansını dener. Lakin istediği hiç olmayacaktır.
Mezuniyet töreninde Sezai Karakoç yazdığı şiiriyle yerini almıştır. Ve işte o beklenen an gelir çatar. Sezai Karakoç buğulu gözlerle şiirini okur…
Monna Rosa, siyah güler, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Yaklaşık 60 yıldır dilden dile dolaşmış ve dolaşacak da olan bu unutulmaz aşk şiiri başlamıştır...
Şiir bitene kadar kalabalıktan hiç ses gelmez olur, ta ki son kıta okunana kadar...Ve kalabalıkta müthiş bir uğultu patlar. Herkes bu şiirden çok etkilenmiştir. Hele biri var ki ,gönlünde fırtınalar kopmuştur... Tam dört yıl sonra, geç de olsa anlamıştır malum hanımefendi; mağrur ve esmer delikanlının içinde çığa dönüşen aşkın asaletini... ve işte o uğultunun arasından bir kız öğrenci sıyrılıp kürsüye yaklaşır...Bu kız, şairimizin dört yılını harap eden, Mona Rosa şiiri adına akrostiş yapılan Muazzez Akkaya’ dır.
Ağlayarak ve yalvarmalı sesiyle :
--‘’Ben seni kabul ediyorum’’ der.
Ama çok geçtir artık. Çünkü bu samimi gencin bu ağır aşka dayanacak takati kalmamıştır.
Kürsüye dönerek;
-‘’Şimdi de ben kabul etmiyorum’’ der.
Ne derece yürekten gelerek söylediği tartışılır ama, belki de bu bir intikamdır; belki de ilk defa gururu aşkının önüne geçmiştir mağrur delikanlının. Ve bir daha Muazzez Akkaya’yı hiç kimse görmemiştir. Çünkü o ret cevabının ardından intihar ettiği rivayet edilmektedir
ŞİİRİN HİKAYESİNİN BÖYLE OLDUĞUNU DUYDUK OKUDUK YILLARCA VE BUNA İNANDIK...OYSA GERÇEK BÖYLE DEĞİLDİR. MUAZZEZ AKKAYA ELEKTRİK ALAMADIĞI SEZAİ KARAKOÇ’U RET ETMİŞTİR.
Şiirin hikayesini Sezai Karakoç’un ağzından kimse duymamıştır. Şiirin mezkur bayana atfedildiği doğru olsa da.
Ayrıca sadece Sezai Karakoç değil Türk şiirinin diğer devi Cemal Süreya’da o dönemde Mülkiye’de öğrencidir. O da vurgundur bu Muhacir Kızına ve paltosunun cebine şiirler bırakmaktadır.
Muazzez Akkaya Mülkiye’den mezun olur başka birine aşık olur evlenir ve 48 yıl eşi ölünceye kadar bu aşk evliliğini sürdürür.
Sezai Karakoç, şimdi 80 yaşındadır ve hiç evlenmemiştir. Bu aşkın çilesini yaklaşık 60 yıldır yüreğin de yaşatan gerçek ve sonsuz aşkın ızdırabının nasıl saklanması gerektiğini yüceliğini ve dervişliğini gösteren o büyük gönül adamı, gönlüdeki o muazzam yere hiç dokunmamıştır.
İşte yalnızlığının, tekliğinin ve çekildiği saklı bahçesinde ki gizemin nedeni bu karşılıksız yaşanmamış aşktır.
Türk edebiyatının iki dev şairinin aşık olduğu Muazzez Akkaya’nın gençlik fotoğrafı ile ,bir kez daha Mona Rosa...
(Mona Rosa şiirinindeki kıtaların ilk harfleri Muazzez Akkayam ismini veriyor.)
M-ona Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Mona Rosa, siyah güller, ak güller!

U-lur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

A-çma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben bir öteliyim...
Açma pencereni,perdeleri çek

Z-eytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığa.
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi;
Seni hatırlatıyor her zaman bana,
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.

Z-ambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

E-llerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli oluyor bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Z-aman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat onikidir, södü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

A-kşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

K-i ben, Monna Rosa, bulurum seni,
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni,
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

K-ırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım sığmaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

A-rtık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı,
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Y-ağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Birgün gözlerimin tâ içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

A-ltın bilezikler, o kokulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye,güne;
Altın bilezikler, o kokulu ten

M-onna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah,senin yüzünden kana batacak,
Mona Roza, siyah güller, ak güller.

Sezai Karakoç

Ä°lgili resim

Samed Bahrengi

Yil 1968!
Cesedi Aras Nehri'nden cikarilan kişi kim biliyor musunuz? "KUCUK KARA BALIK " öyküsünün ve daha bir cok eserin sahibi Iran'in ünlü kalemi Samed Bahrengi...
Ruhu, küçük bir kara balik gibi okyanusa acilma heyecani ile dolu o guzel insan...

Samed Behrengi, İranlı öğretmen, çocuk hikayeleri ve halk masalları yazarı ve derleyicisi. 
Haziran 1939’da Güney Azerbaycan’ın Tebriz kentinde doğmuştur. Babasının adı İzzet, annesinin adı Sara idi. Samed’in iki erkek ve üç kızkardeşi daha vardır. 
İlk okulu bitirdikten sonra Tebriz’deki “Debîristân-i Terbiyet” ve “Dânişserâ-yi âlî” adlı öğretmen okullarında okudu. 
Öğrenimini tamamladıktan sonra Mamkan, Gogan, Ahircan gibi köy okullarında öğretmenliğine başladı ve kısa ömrünün sonuna kadar bu görevde kaldı.
Öğretmenlik yaparken bir taraftan da Tebriz Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde gece derslerine devam etti. 
Azerbaycanlı köylü çocuklarına rehberlik hizmetleri sunarken onlar için masallar yazdı. Azerbaycan halk edebiyatını inceledi. 
Ağızdan ağıza dolaşan halk masallarını toplayarak bu malzemeyi Azerî Türkçesi ve Farsça olarak yeniden kaleme aldı. Edebî faaliyetlerinin belki de en önemlisi olan bu çalışmasının yanı sıra Azerbaycan folkloru ve İran eğitim sistemi üzerine eğildi; eğitim sisteminin aksayan yanlarını tespit ettikten sonra çözüm yolları üretti.

İran genelinde seyahatler ile Fars ve Azeri halk kültürü üzerine incelemeler yaptı. Halkın dilinde dolaşan masalları, söylenceleri derledi, yorumladı, yeniden yazdı. 
Bunları derlemenin yanı sıra, çocuk öyküleri yazdı. Ne var ki kimilerince çocuk öyküleri olarak görülen bu yapıtlar kimilerince de İran ve diğer dünya halklarına, adalet, eşitlik, dogmayı sorgulama, direnebilme gibi öğütlerde bulunan metinlerdir. 
Zamanının Şah yönetimine karşı masal ve hikayeler yazarak karşı koymaya çalışmış, başkaldırmıştır.
Yazar 1968’de, 29 yaşındayken, Azerbaycan’daki Aras nehrinde yüzerken (kimilerine göre Şah?ın gizli polis örgütü SAVAK tarafından hazırlanmış) bir kaza sonucu öldü. 
Yüzerken boğulduğu söylentisi yayılsa da buna kimse inanmadı, çünkü Behrengi, yazdığı masallarla, ülkesinin başına çöreklenmiş Şahlık düzenini açıkça eleştiyor, her türlü baskı yönetimine karşı çıkıyordu. Bu yüzden suikaste uğradığı savlanagelmiştir. Yapıtları onlarca dile çevrilmiştir.

O dönemin önemli gazetelerinde ve dergilerinde çıkan yazılarında 
S. Garanguş, 
Çingiz, 
Merâtî, 
Bâbek, 
Behreng, 
Adıbatmış, 
Daryûş, 
Nevvâb Merâgî, 
S. Adam, 
Solma gibi takma adlar kullandı. 
Âdîne adlı haftalık bir gazete çıkardıysa da, o dönemin baskıcı yönetimi altında bu gazete varlığını sürdüremedi

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, açık hava ve su

Kendimizle bir muhasebe

Kendimizle bir muhasebe yapmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü ülkemizde uluslar arası camiada bu müstesna devlet adamının yeterince incelenip, anlaşılmadığı, bu yüzden de hakkında yalan-yanlış yargılara varıldığı kanaatindeyim.
Oysa Atatürk’ün hayatı, kişiliği ve görüşleri, başta ülkemiz olmak üzere diğer devlet adamlarına ışık tutacak, yol gösterecek muhteşem bir hazinedir.
O’nu yanlış anlamak veya görüşlerini saptırmak, tüm insanlık için, özellikle de bizim için büyük bir hatadır.
Geriye dönüp baktığımda, Atatürk üzerinden siyaset yapan kişi ve grupların, bir iki slogan peşine takılıp, olayları nasıl saptırdıklarını görüyorum.
Bir yanda, netleşmemiş “irtica” kavramının peşine takılarak, dinle ilgili her söylem ve davranışa itiraz eden güya “Atatürkçü” bir yaklaşım,
Diğer yanda Batı değerlerine kul-köle olurcasına saptırılan güya “Atatürkçü” bir hedef; aslında Atatürk’e yapılan en büyük ihanet bu tür saptırmalarda aranmalıdır.
Çünkü, Atatürk, TBMM’nin gizli tutanaklarında da gördüğümüz gibi, “Bugün büyük çoğunluğu emperyalist ülkelerin boyunduruğu altında olan İslam dünyasının bir gün uyanarak, istiklallerine kavuşacaklarını ümit etmekle” bahtiyar olduğunu açıkça beyan edecek kadar İslam dünyasına duyarlı,
Kuran’ın herkes tarafından kolayca anlaşılması için büyük bir çaba gösterecek kadar samimi bir Müslüman’dır.
Atatürk’ün Batıcılığı da saptırılmıştır.
O, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmayı hedefleyen, yani Batı’nın vardığı noktayı aşan bir medeniyeti hedef göstermişti.
Doğrusu da buydu. Oysa içeride bir kısım insanlar, O’nu Batı hayranı olarak tanıtarak halkından soğutma gayreti içindeyken, kendi içimizden bir kesim de, Atatürk’ü hiç okumadan, bu propagandaların etkisi altına girmiş ve Atatürk’ü kendi değerlerimize yabancılaşmakla suçlamıştı.
Bunda, Cumhuriyet yönetimini içene sindiremeyen, aşırı tutucu Müslüman-Arap dünyasının ülkemizdeki propagandalarının da etkisi olduğu açıktır.
Biz ülkücülerin de, doğal milli liderimiz olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında olumsuz propagandalara ve gelişmelere seyirci kalmakla hata yaptığımızı itiraf etmek isterim.
Gençlerimizi önce komünizm ve kapitalizm tehlikesi hakkında eğitirken, milliyetçi saydığımız yazar ve mütefekkirlerin görüşlerine sarılıp, Atatürk’ü sağlıklı olarak öğretip, inceletmediğimiz kanaatindeyim.
Bugün İslam dünyasının içerisinde bulunduğu acıklı durum, Yüce Atatürk’ün ne kadar uzak görüşlü olduğunu,
Bugünleri o zamandan görebildiğini göstermektedir.
Devletin temellerini Cumhuriyet üzerine inşa etmesi laik ve üniter devlet yapısını yerleştirmesi sayesinde ülkemiz, tüm zorluklar ve yanlış yönetimlere rağmen, her türlü tehlikeye karşı göğüs gerebilen bir dünya devleti halinde varlığını devam ettirebilmektedir.
Toplum önderleri olarak bizler, kolaycı ve saptırılmış slogan Atatürkçülüğü yerine, O’nun çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren yeşermeye başlayan sağlam ve milli karakterini, 
devlet adamlığını ve ülkülerin dayandığı milli temelleri inceleyip, gençlerimize doğru olarak aktarmak zorundayız.

Atatürk’ü doğru anlayarak yetişen gençlerimizin dünyadaki her türlü yarışta, onurla mücadele edip, başarılı olacağına inanıyoruz.
Atatürk’ü doğru anlayan devlet adamı ve siyasetçilerin ülkemizi emperyalist ülkelerin pençesine terk etmeyeceğini,
Dış mihraklarla içli dışlı olmayacağını da vurgulamak isterim.
Atatürk çizgisinden sapan yöneticilerin, bugün ülkemizi tehlikeli maceralara ittiğini, ülkemizin çıkarlarını kendi çıkarları uğruna heba ettiklerini de üzülerek görmekteyiz.
Bu türden siyasilerle yaptığımız mücadelemizin temel fikri dayanağı, elbette Atatürk’ün manda ve himaye kabul etmeyen tam bağımsızlık kavramında saklıdır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ölümünün 68. yıldönümünde rahmet ve minnetle anarken, bir kere daha ifade etmek istiyorum ki; iktidarda bulunanlar gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde bulunsalar dahi millet olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesiyle ve milletiyle bütünlüğünü korumak, milletimizin şerefini müdafaa etmek ve Türk Milletinin her türlü emperyalizme karşı direncini sağlamak ve milletçe onurlu bir şekilde devletiyle birlikte ebed müddet yaşamasını temin etmek bizim görevimiz olacaktır.
Muhsin YAZICIOĞLU
BBP Genel Başkanı
10 Kasım 2006
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Tolstoy’un Hayatı Sorgulatacak Sözleri

Bir tren garında ölen Rus edebiyatının dev ismi Tolstoy’un son fotoğrafı ve Hayatı Sorgulatacak Ders Niteliğinde 17 Sözü:
1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.
2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.
3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.
4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.
5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.
6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.
7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.
8. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.
9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.
10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.
11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.
12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.
13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.
14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.
15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.
16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin kirlenecek.
17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.


Mağusa Limanı ...

Birçok sanatçımız tarafından seslendirilen Mağusa Limanı'nın aslı Arap Ali Ağıtı'dır.
Arap Ali, aslen Limasollu olup babası arap kökenli zenci Mahmut efendi ile beyaz Hatice hanımın dört çocuğunun en büyüğüdür. Kendinden başka bir erkek ve iki kız kardeşi vardır. Arap Ali olayın geçtiği gün Mağusa Limanında çalıştığı gümrükte işini bitirerek biraz eğlenmek için meyhaneye uğramıştır.
Meyhane'de bulunan İngiliz askerleri Arap Ali'ye sözlü tacizde bulunarak kışkırtmış ve kavga çıkmasına sebep olmuşlardır. Kavgada Arap Ali İngiliz askerlerinden aldığı süngü darbeleri ile oracıkta vefat etmiş ve daha sonra cenazesi memleketi Limasol'da Türk kabristanına defnedilmiştir.
Çevresinde çok sevilen Arap Ali ile ilgili olarak bu ağıt 4 farklı versiyon ile halk arasında söylenegelmiştir.
Mağusa limanı limandır liman aman aman
Mağusa limanı limandır liman
Beni öldürende yoktur din iman
Beni öldürende yoktur din iman
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
İskeleden çıktım yan basa basa aman aman
İskeleden çıktım yan basa basa
Mağusaya vardım kan kusa kusa
Mağusaya vardım kan kusa kusa
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun

AĞAÇKAKANIN DEPOLAMA TEKNİĞİ

Görüntünün olası içeriği: kuş, açık hava, su ve doğa

Cumhuriyetin köylüye bakışı

Atatürk, Dinlenmek İçin Gittiği İstanbul’daki Florya Köşkünden, Yanında Yalnızca Şoförü ile Küçükçekmece’ye doğru giderken Tarlasında Sabanla Çift Süren Bir Çiftçi Görür. Çiftçinin Sabanında Koşulu Olan Öküzün Yanında, Koşulu Bir de Merkep Vardır. Şoförüne;
— Arabayı Durdur, Der.
Arabadan İner. Tarlaya Doğru yürür. Çiftçi Kendisine Doğru Geleni Görmüştür. Sabanında Koşulu Olan Öküzü ve Merkebi Durdurur. Atatürk, Yanına Gelince,
— Kolay Gelsin Ağa, der.
— Sağolasın Bey! Hoşgeldin.
— Hoşbulduk Ağa. Yoldan Geçerken Dikkatimi Çekti. Öküzün Yanına Merkep Koşmuşsun. Hiç Öküzün Yanına Merkep Koşulur mu? Bunlar Denk Değil.
Köylünün Canı Sıkkındır. Biraz da Alınmıştır. Bezgin Bir Ses Tonuyla,
— Merkeple Öküzün Yan Yana Koşulmayacağını Bilmiyom mu Sanıyon Bey. Sen Bunu Bana mı Söylüyon?
— Kime Söylemeliyim Ağa?
— Sen Bunu Git Vergi Memuruna Söyle.
— Vergi Memuruna mı?
— He ya! Bu Sene Ürünüm Kıt Oldu. Vergi Borcumu Ödeyemedim. Dört Gün Önce Vergi Memurları Öküzün Eşini “Vergi Borcunu Karşılar” Diyerek Alıp götürdüler. Sattılar. Benim Öküzün Eşi Sizin Gibi Beylerin Sofrasına Et, Sucuk Oldu Bey.
Atatürk, Çok Sinirlenmiştir. Alışkanlığı Gereği Kızdığı Zaman Kaşlarını Çatmaktadır. Onun Bu Halini Gören Köylü,
— Bana Niye Kaş Çatıyon Bey. Yalan Söylediğimi mi Sanıyon? Sana Ne Söylediysem Hepsi Doğru. Ben Küçükçekmece Köyündenim.Muhtara Sor İstersen.
Atatürk,
— Neden Kaymakam Bey’e Gidip Durumu Anlatmadın Ağa?
— Gittim Bey.
Köylü Duraksamıştır. Bunu Anlayan Atatürk, Devam Eder.
— Kaymakam ne dedi?
— Git borcunu öde, dedi.
— Sen de Vali Bey’in yanına gitseydin.
Köylü Atatürk’ü bir müddet süzer. Atatürk, konuşmadan dinlemektedir. Köylü konuşmaya devam eder.
— Sen hiç Vali’nin yanına gitmemişsin bey. Halından belli oluyor.
— Halimden belli mi oluyor?
— He ya! Hem gitseydin bilirdin.
— Neyi bilirdim?
— Kapıdaki Jandırmaların adamı içeri koymadığını, bey.
Atatürk,
— Başvekil İsmet Paşa’ya telgraf çekip, durumunu niye izah etmedin?, diye sorar.
Köylü gülümseyerek,
— İnsanı güldürme bey. Başvekilin kulağı sağır, duymaz diyola, der.
Atatürk, kızmıştır.
— Peki! Gazi Paşa’ya niye telgraf çekmedin?,diye sorar.
— O’nunda bir gözü kör, görmez diyola. Hem, sen zenginsin. Tomofilin bile var. Bunları heç duymadın mı?
Atatürk, cüzdanından elli lira çıkarır.
— Bunu kabul et ağa. ĎÖküzün yanına bir eş alırsın, der.
Elleri titreyen köylünün, elini sıkar. Yanından ayrılır. Hızlı adımlarla arabasına doğru yürür. Florya köşküne döner. Başbakan İsmet Paşa’ya şu telgrafı çeker.
—“ Derhal Heyeti Vekileyi (Bakanlar Kurulu’nu) topla, İstanbul’a gel.”
Başbakan başkanlığında Bakanlar Kurulu Florya köşküne gelirler. Atatürk, şoförünü köylüyü alıp gelmesi için yollamıştır. Arabanın içinde sıra sıra dizilmiş Jandarmaların arasından Florya Köşküne gelen köylü “Eyvah ben ne yaptım” diye için için dövünmektedir. Kendisini kapıda karşılayan şık giyimli bir beyefendi nazik bir sesle “ beni takip edin efendim” deyince içi biraz ferahlasa da çok korkmuştur. Adamı takip ederek büyük bir toplantı salonuna girerler. Salon kalabalıktır. Ortada büyük bir masa, etrafında sandalyelere oturmuş şık giyimli insanlar ile ayakta duran iki kişi daha vardır. Gözleri karamış, ayakları bedenini taşımakta zorlanmaktadır. Heyecandan kalbi fırlayacak gibidir. Tanıdık bir ses duyar.
— Hoşgeldin ağa. Gel yerin burada.
Diyen Atatürk, sağ tarafında, yanında ayırdığı boş sandalyeyi eliyle işaret etmektedir. Köylü, zorlanarak yürür ve yığılırcasına sandalyeye oturur. Durumunu anlayan Atatürk,
— Sakin ol ağa. Korkacak hiç bir şey yok.
— Sağol bey! Sağol.
Köylünün soluklanmasını ve rahatlamasını bekleyen Atatürk, bir müddet sonra,
— Seni buraya niye çağırdım biliyor musun ağa?
— Hayır bey, bilmiyom.
— Dün bana anlattıklarını, bu gün burada anlatmanı istiyorum. Ama; bir tek kelimesini dahi atlamadan, eksiksiz olarak anlatmanı istiyorum. Haydi başla, seni dinliyoruz.
Köylü başından geçenleri bir bir anlatır. Daha önce söylediklerinin eksik olanlarını Atatürk, tamamlar. Köylünün konuşması bitince Atatürk, masada oturanları tek tek tanıtır. Kendisinin de Gazi olduğunu söyler. Sonra ayağa kalkar. Elini masaya sertçe vurarak, öfkeli bir sesle;
— Beyler, ben çiftçinin koşumluk hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tohumluk buğdayını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tarım aletini, sağımlık hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ankara’ya dönecek ve bu işi hemen halledeceksiniz.
Bu olaydan sonra aşağıdaki kanun bir gecede hazırlanıp yasalaştırılmıştır.
İcra İflas Kanunu Madde 82/4.: Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zorunlu olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer teferruatı ve tarım aletleri haczedilemez..."

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve ayakta duran insanlar

BİR HİTİT DUASI (Hitit duvar yazısından alındı M.Ö 2000)

''TANRIM BENİ YAVAŞLAT, AKLIMI SAKİNLEŞTİR ve KALBİMİ DİNLENDİR''

"Tanrım beni yavaşlat, aklımı sakinleştir ve kalbimi dinlendir. Zaman sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele. Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver. Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret, bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlamayı, hülyalara dalmayı öğret bana.
Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki, yAarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim. Heybetli meşe ağacının dallarında yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükselerek gideyim.
Ve hepsinden önemlisi... Tanrım bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET ver, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için ise SABIR ver, ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için AKIL ver ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak İYİ DOSTLAR ver..."
(Yrd.Doç. Doktor Yüksel GÜNGÖR'ün " İlkçağ Medeniyetleri" kitabından alıntı.)

Fotoğraf açıklaması yok.

Sultan Osman ve Reşadiye Gemilerimizin hazin hikayesini bilir misiniz?

Genç kızlarımızın, uğruna tek varlıkları olan saçlarını feda ettikleri, Sultan Osman ve Reşadiye Gemileri'nin hikayesi.
1903 yılında İngiltere’ye Osmanlı Donanması hakkında bilgi veren Kraliyet Armadası Birinci Lordu Earl Selbourne, Türk donanması için “Mevcut bile değil.” demişti.
Osmanlı Devleti’nin donanma açısından güçlenmesi gerekiyordu.
1900’lerin başında denizlerde üstün olmak her şeyden önemliydi.
Çünkü kara yolları henüz o kadar gelişmiş değildi.
1911 yılı baharında, Arjantin ile yaşanan amansız deniz çekişmesi yaşanırken, Brezilyalılar dünyanın en büyük savaş gemisine sahip olmak istiyorlardı.
Bu amaçla Brezilya; İngiltere, Newcastle’daki Armstrong şirketine bir drednot siparişinde bulundu ve adını Rio de Jenerio koydu.
1913’e gelindiğinde Brezilya ile Arjantin arasındaki sorunlar giderilmiş, 1913 Temmuzuna kadar Brezilya’nın yaptığı düzenli ödemeler bu tarihten sonra kesilmiştir.
Brezilya gemiyi almaktan vazgeçmişti.
Armstrong Şirketi çok fazla telaşlanmamıştı çünkü gemiyi alacak biri mutlaka bulunacaktı.
Osmanlı Devlet’i İngiltere’ye kırka yakın irili ufaklı gemi siparişinde bulunmuştu.
Başlangıç için o günün parasal karşılığı dört milyon Pound'a iki drednot ısmarlanmıştı.
Biri Reşadiye olacak drednotlardan diğeri ise Sultan Osman I adıyla alınacaktı.
Sultan Osman gemisi, Yunanlıların da katıldığı ihalede Osmanlı Devleti tarafından alınan Rio adlı gemiydi.
Süvarisinin kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye’nin efsanevi kahramanı Rauf Bey...
Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, o zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak para toplanıyordu.
Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para topluyorlardı.
Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu.
Gelinlik genç kızlar tek varlıkları olan saçlarını bu gemilerin satın alınabilmesi uğruna kesip, bağışladılar...
27 Temmuz 1914’te Reşit Paşa vapuru ile Sultan Osman’ı teslim almak üzere, Bahriye Nazırlığı’nı ve Osmanlı Devleti’ni temsilen Rauf Bey Newcastle’ a varmıştır.
Churchill Sultan Osman’a el koymanın çok büyük bir diplomatik karmaşaya neden olacağını bilmektedir ama İngiliz Armadasının önüne çıkabilecek böylesi bir gemiyi teslim etmek de istememektedir.
Ve 3 Ağustos 1914’te Churchill’in açıklaması ile Sultan Osman ve Reşadiye’ye el konduğu resmi olarak açıklanmıştı.
Rauf Bey anılarında şöyle diyordu:
“Geminin son taksiti olan yedi yüz bin Lira da ödenmişti.
İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda anlaşmıştık.
Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat önce İngilizler Sultan Osman’a el koydular.”
“Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı”
Bu gemiler paraları ödendiği halde teslim edilmemiş, paraları ise iade edilmemiştir.
Sultan Osman gemisi derhal İngilizleştirildi ve ismi “Agincourt” olarak değiştirildi.1924'de hurdaya çıktı.
Reşadiye ise Erin ismini aldı.
Fakat kaderi oldukça hazin oldu.
22 Ağustos’ta seyre hazır olan geminin denenmesinde görülür ki inşasında bilinçli olarak kalitesiz, çürük malzemeler kullanılmıştır.
Yeterince randıman alınamamış, sık sık arıza çıkartmış ve bu nedenle 1922 gibi erken bir tarihte hizmet dışı kalmıştır.

29 Haziran 2019 Cumartesi

GÜNEY KORE ve TÜRKİYE ARASINDAKİ SİNAN BAĞI

'' Güney Koreli kızların '' Sinan '' isimli Türk erkekleri ile ilgilenmesinin nedeninin Kore'deki Sinan isimli bir adadan kaynaklandığını biliyor muydunuz?
Mitolojiye göre; denizlerden ''Sinan'' adasına çıkan deniz prensi Koreli bir kızı alıp evine dönermiş, eğer o kızı beğenirse, Kore halkını depremlerden, Tsunamiden ve doğal felaketlerden korurmuş... ''

Kore Devleti Hun Devleti, Göktürk Devleti, ve önceki Türk devletlerine bağlı yaşarlardı. Bu Türk devletlerinin otağ-saray hizmetçileri Kore kızları olurdu.
Kore'nin en güzel kızları bunun için seçilip gönderilirdi.

Belki de bu yüzden geçmişte akraba iken, Türklük reddettikleri bir şeye dönüştü...

Fotoğraf açıklaması yok.

ŞAHMERAN EFSANESİ - TAHMASP - TARSUS - MARDİN

Evvel zaman içinde, MEZOPOTAMYA topraklarında doğmuş bir efsanedir ŞAHMERAN EFSANESİ.
Yüzyıllardan beri halk arasında, çeşitli coğrafyalarda, komşu ülkelerde, sürekli dilden dile anlatılagelmiş. Özellikle yılanı bol olan bölgelerde, Adana-Misis'te ve Mardin'de.
ŞAHMERAN EFSANESİ, Tarsus ve çevresinde yaşayan insanın, yaşadığı çağın kültürel değerleriyle zaman zaman değiştirdiği, zaman zaman süslediği ve gelecek kuşaklara aktardığı söylencelerin kuşkusuz en uzun ömürlü olanıdır.
Bu efsane iki bin yıl önce zamanımızda anlatıldığı gibi anlatılmıyordu. Ana konu değişmemiş bile olsa, zamanımızda bazı isimler değiştirilerek anlatılıyor. Efsanede ŞAHMERAN ile tanışan insanın kişiliği değişiktir.
Kişilikle birlikte isim de değişiyor. ŞAHMERAN’la tanışan ilk insanın ismi bazı kaynaklarda BELKIYA olarak geçerken, bazı kaynaklarda bu isim CAMSAB olarak değişiyor. Bazı kaynaklarda ise ŞAHMERAN’la İlk buluşan kişinin LOKMAN HEKİM olduğu anlatılıyor.
ŞAHMERAN EFSANESİ’nin sonunda. ŞAHMERAN'ın öldürülüş olayı, her değişik söylencede ortak sondur. Bu ortak sonun, yani ŞAHMERAN’ın öldürülüşünün ana amacı insanın sağlık ve şifa bulması, iyileşmesidir. Hatta bazı anlatımlarda Lokman Hekim’in ŞAHMERAN ile karşılaşması uzun uzun anlatılır, şifa veren otların neler olduğu Lokman Hekim’e ŞAHMERAN tarafından söylenir.
Efsanenin çeşitli anlatımlarında ŞAHMERAN’ın Eski Hamam’da öldürüldüğü iddiası genel bir kanı olarak ortaya çıkıyor, ancak bu kanı yanlıştır. ŞAHMERAN yakın zamanda öldürülmemiştir. Eski Hamam Romalı lardan kalma bir hamamın temelleri üzerine yapılmıştır. 1873 yılında çeşitli onarımlar görmüştür. Yılanların Kralı anlamına gelen “ŞAHMERAN” sözcüğü Farsça bir sözcüktür. “Maran” yılan anlamında olup, “Şah” sözcüğü ise zamanımızda İran’da halen kral anlamında kullanılmaktadır. Tarsus ve çevresindeki halk ŞAHMARAN sözcüğünü biraz yumuşatarak ŞAHMERAN olarak kullanmayı benimsemiştir...
Yılanlar kralı olan bu canlının kökenini araştıracak olursak, Mitolojik söylencelerin birçoğu ile karşılaşıyoruz.
Hititler zamanında anlatılan İLLUYANKA EFSANESİ yılana benzeyen bir yaratık olan îlluyanka’mn Fırtına Tanrısı ile olan savaşı anlatılıyor. Bu savaşta İlluyanka Fırtına Tanrısı’nı yenmiştir ve bu tanrının kalbi ile gözlerini ele geçirmiştir. Fırtına tanrısı kalbine ve gözlerini geri alabilmek için yoksul insanları aracı olarak kullanmış. Sonuçta İlluyanka’nın ölümüne neden olan şey yine insanların ihaneti olmuş. ŞAHMERAN EFSANESİ'nin bazı anlatımlarında ŞAHMERAN aynı güvensizlik ve ihanet sonucunda öldürülmüştür ve gözleri şifa vermesi için alınmıştır...
ŞAHMERAN EFSANESİ’ne kaynak olabilecek bir diğer mitolojik konu da “MEDUSA”dır. MEDUSA fiziksel olarak aynı yılanlar kralı ŞAHMERAN’a benzer. Mitolojide Gorgonlar’ın üç çirkin kızından biri olan MEDUSA, yenilmeyen müthiş bir mahluktur. Büyük gözleri yıldırımlar gibi Alevler saçar. Yanık tenli alnın üstünde saç yerine kıvrılmış zehirli yılanlar, başlarını kaldırır, korkunç ıslıklar çalarlardı. Sesi vahşi hayvanların sesine benzerdi. Kızdığı zaman etrafa korku ve dehşet saçardı. Onun gözlerine bakmak, bakışları ile karşılaşmak bahtsızlığında bulunanlar hemen taş kesilirdi...
TAHMASP isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde...
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş TAHMASP. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki, hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan TAHMASP, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş.
Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. TAHMASP da onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış.
Çünkü TAHMASP, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş...
Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demiş ki;
''Korkma benden TAHMASP. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana hiç bir zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı zamandan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.''
Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. TAHMASP gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve büyük şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak, olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında ŞAHMERAN'ı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. TAHMASP'ı kahvaltı sofrfasına davet etmiş ŞAHMERAN. O ise gözlerini Şahmerandan alamıyormuş.
Şahmeran da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
Şahmeran '' Bak TAHMASP demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım, deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında TAHMASP ve ŞAHMERAN arasında tarihin en soylu aşk olarak geçecek olan aşklarında biri başlamış...
Gel zaman git zaman ŞAHMERAN'ın anlatacağı bir şey kalmamış artık. TAHMASP da anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini ŞAHMERAN'a anlatmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille gitmesini reddetmiş ŞAHMERAN. Ancak günler geçip TAHMASP!ın üzüntüsünden günden güne, eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:
-Ey TAHMASP beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sen de bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.
TAHMASP sevinçle ŞAHMERAN'a sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş...
TAHMASP mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek ŞAHMERAN'ı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.
TAHMASP'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş, ama kralın hastalığına bir türlü çare bulamamışlar.
Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin ŞAHMERAN'da olduğunu söylüyormuş...
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda ŞAHMERAN'ın bir an önce bulunmasını emretmiş.
Bütün ülkede her yerde, ŞAHMERAN'I aramaya başlamışlar. Günlerce aramışlar ŞAHMERAN'ı. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece ŞAHMERAN'ın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler TAHMASP'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler...
TAHMASP ŞAHMERAN'a verdiği sözü hatırlamış ve ilk önce hamama gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. TAHMASP hamama girdikten sonra, orada bulunan bütün herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş... TAHMASP, bunun üzerine kendisine bakınca, bütün vücudunun yılanların vücudunda olduğu gibi pullarla kaplandığını fark etmiş...
Askerler hemen TAHMASP'ı yakalayarak vezirin huzuruna götürmüşler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. ŞAHMERAN'ı yakalayıp, dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. TAHMASP'a günlerce işkence yaptıktan sonra ŞAHMERAN'ın yaşadığı yerin nerede olduğunu söyletmiş...
Askerler hemen gidip TAHMASP'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve ŞAHMERAN'ı yakalamışlar, sonra da oradan çıkarıp saraya getirmişler.
ŞAHMERAN ve TAHMASP kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. ŞAHMERAN çok üzüntülü ve utanç dolu TAHMASP'a dönmüş:
Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
TAHMASP, ŞAHMERFAN'ın bu sözleri karşısında daha da çok utanmış. ŞAHMERAN sözlerine devam etmiş.
Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öteki dünyaya gidecek...
ŞAHMERAN daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp ŞAHMERAN'ın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış TAHMASP da duyduğu büyük acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırı vermiş.
Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. TAHMASP a ise hiç bir şey olmamış.
ŞAHMERAN son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak TAHMASP sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamamış ve kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonra da Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş...

Fotoğraf açıklaması yok.

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...