Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Bu iki mısra Kanuni'nin devlete nasıl çok önem verdiği şeklinde yorumlanıyor ...
Devlet sözcüğü Arapça'dan gelir ve 19'uncu yüzyıla kadar bugünkü anlamda kullanılmazdı. Arapçada devlet; feleğin çarkının dönüşünün bazı kişileri talihli kılması demekti.
Yani aslında Kanuni diyor ki:
Hayatta en değerli şey mutluluktur
Mutlulukların en yücesi bir solunum doğruluktur..
Ya devlet?.. O nerede?..
Bugün bizim “devlet” dediğimize Osmanlı “mülk” diyordu!
Osmanlı kendini “Memalik-i Mahrusa” kavramıyla tanımladı; koruması kontrolündeki topraklar ile şehirlerdeki ticaret ve zanaat padişahın tekelindeydi.
Osmanlı'nın tüm sahip olduğuna “mülk” denirdi. Ve bu “mülk” padişaha, Allah'ın emriyle “miras” olarak gelmişti.
“Devlet”, mülk sahibinin sıfatıydı; yani, padişah bizzat devletin ta kendisiydi.
Osmanlı bu sistemi, Romalılar'dan aldı (Patrimonializm). Bu sistemde; gücünü gökten alan “Kutsal Baba” ve hizmetçileri vardı.
Reaya- beraya; yani köylü- kentli “yerden bitmeydi”.
Oysa iktidar sahibi “gökten inmeydi”; Allah'ın yeryüzündeki gölgesiydi!
Sürü ve çoban ilişkisiydi bu; sürünün çobana ihtiyacı vardı. Sürü'yü kulların oluşturduğunu yazmama gerek var mı?
Ve:
Bu “düzen” (nizam) kutsaldı.
Nizama başkaldırmak, Allah'a başkaldırmakla birdi ve fesatlıktı; karışıklığa (ihtilale) yol açardı; cezası ölümdü.
Hangi hukuka göre bu ceza veriliyordu?
Nerede büyük bir İslam imparatorluğu kuruldu ise orada “Hanefi Ekolü” benimsendi.
Osmanlı'da iki hukuk sistemi vardı; biri Şeriat diğeri Kanun hukuku.
Biri Allah'ın diğeri Padişah'ın iradesiydi.
İki hukukun da görevi, değişmez değiştirilemez “düzeni sağlamak” ve “düzeni” yürütmekti.
Osmanlı iktidarının düşünsel dünyası nizam ile fesatlık kavramı arasında işliyordu.
Bunlar iktidarın bakışıydı.
Peki ya halk?
Koca imparatorluk herkesi “kul” yapamadı.
Bunların başında Türkler Aleviler vardı…
Türkler 10'uncu yüzyıldan itibaren Horasan'dan başlayarak tüm İran'a, Arap İslam coğrafyasına ve Roma toprağı Anadolu'ya egemen olmaya başladı.
Türkler önceleri göçebeydi. Zamanla çoban Türkler, toprağı sahiplenmeye başladı; Roma köylüsünün yerini alıp yerleşik düzene geçti. Araplar ve İranlılarla birlikte Ortadoğu'nun en büyük etnik grubu oldu.
Türkler imparatorluğu bilen bir milletti. Bunu yazmamın nedeni, imparatorluk haline gelen Arap Müslümanları, Türkleri hep “çözmeleri gereken bir sorun” olarak gördü. Türkler kötü Müslümandı!
Çünkü…
Hâlâ Cengiz Han yasalarını uyguluyorlardı; yaşamları farklıydı.
Örneğin, kadınlar erkeklerden ayrı yaşamıyordu; iç içeydiler; rolleri eşitti. Kadınlar peçe takmıyordu. İstedikleri yere gidip geliyordu; eğlencelerde baş köşede oturuyordu.
Ve en önemlisi savaşa katılıyorlardı. Söz ve kararda kadınlar vardı; Türk beyleri ölünce tahta eşi oturuyordu; Moğollar'da Ergene Hatun ya da Harezmşahlar'da Terken Hatun gibi…
Türkler'in cenaze ve düğünleri Müslümanlara (Araplara) benzemiyordu; Şaman inancından geri adım atmıyorlardı.
Kendi bozkır geçmişlerinin bir parçası olan Şaman-Şeyh benzerliği nedeniyle sufiliği tasavvufu benimsediler.
Hz.Ali'nin halife seçim ayrılığı Müslümanlar arasında ayrışmaya neden oldu ve Türkler Şah-ı Merdan Hz. Ali'nin safına geçti. Ayrıntıya girmeyeyim…
Türkler önce; her hareketlerini kontrol altına alan, vergi tahrir defterlerine adlarını geçiren, az da olsa vergi alan Osmanlı'ya karşı ayaklandı.
Sonra; idari ve mali olarak tımar'ı sömürü aracı haline getiren ve Sünniliği resmi mezhep olarak dayatan teokratik Osmanlı sistemine karşı ayaklandı.
Düzen'e isyan eden Türkler Aleviler, Osmanlı yönetimi tarafından fesat bozguncu olarak görüldü. Biçildi. Kalanları yola getirmek için türlü yöntemler denendi.
Örneğin, Celvetiye Tarikatı'nınŞeyhi Aziz Hüdayi Efendi'nin 1610'lu yıllarda saraya gönderdiği bir rapor var; “Her Alevi-Kızılbaş köyüne birer cami yapılsın, bir hoca gönderilerek bunlara Sünnilik öğretilsin, belki bunları böylece ıslah edebiliriz” diyordu!
Kimi Türklüğü bıraktı Kürt oldu; kimi Aleviliği terk etti Sünni oldu.
Osmanlı sisteminin sembolü; Avrupa'daki gibi “merdiven” değil; “kapı”dır! Devlet katına “güç” kapısından girilir. “Kapı” siyasal gücün simgesidir.
Dini anlamına bakarsak; “kapı, Allah kapısıdır.”
“Kapı” tasavvuf anlayışında “intisap” etmedir; “bağlanmadır.”
Hz. Ali'nin tüm mertebeleri dört kapı, kırk makam'dır.
Gelelim Pir Sultan'a…
Muhalif bir söylemin sözcüsü ve bu bağlamda da geleneğin ürettiği kolektifin sesiydi. Kurulu düzenin haksızlıkları karşısında duran; ekonomik ve siyasi haklarını arayan, başkaldıran ve direnişe çağıran Alevi Türk'tü.
Pir Sultan'la Hızır Paşa ilişkisi; Osmanlı ile Türk Alevi ilişkisine benzer.
Pir Sultan'ın asıl adı Haydar'dı. Sivas Vilayeti'nde Banaz Köyü'nde doğdu. Alevi Ocağı'nın piri idi.
Müritleri arasında Sofular köyünden gelen Hızır isimli bir derviş vardı. Hızır İstanbul'a gitti; “okudu” Paşa-Beylerbeyi oldu. Sivas'a atandı ve ayaklanan Pir Sultan'ı Sivas'ın Toprak Kalesi'ne hapsetti. Yetmedi asılmaya mahkum etti.
Gelelim diğer ilişkiye…
Türkler Aleviler, Osmanlı'nın kurucusuydu. Zamanla Osmanlı yönetimiyle yolları ayrıldı.
Osmanlı, Türk'ü aşağılamaya
başladı:
Hoca Saadettin Efendi'ye göre Türk; leş'ti.
Naima'ya göre Türk; azgındı; çirkin yüzlüydü; kabaydı; cahildi.
Nef'i'ye göre Türk; Allah'ın irfan pınarını yasakladığıydı.
Hafız Çelebi'ye göre Türk; baban bile olsa öldürülmesi gerekendi.
Sadrazam Kuyucu Murat'a göre Türk; başı vurulması gereken pis'ti.
Aksaraylı Kerimeddin Mahmud'a göre Türk; hunhar köpek ve kurt gibiydi; Türk'ün eline fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirdi.
Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref'e göre Türk; talanda, ülke yakmakta eşsizdi bir gaddardı.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'ye göre Türk; soysuzdu. Vahdettin'e göre Türk; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüydü.
Bu sözler hiç şaşırtıcı değil…
Rumbeyoğlu Fahrettin Bey, 1920 yılında İstanbul'un işgali sürerken Damat Ferid hükümetinde Maarif Nazırlığı'na yani Milli Eğitim Bakanlığı'na getirildi ve göreve gelir gelmez ilk işi, kitaplardan “Türk” sözünü çıkartmak oldu.
Çaldıran Savaşı'ndan önceki yazışmalarında Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'e ne diyordu: “Ben Sultan Beyazıt oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk.”
Peki…
Osmanlı; Ermenilere “millet-i sadıka”, Araplara “kavm-i necip” derken Türkler'i neden aşağıladı?
Osmanlı bir imparatorluktu; kulları arasında birçok din mezhep ve etnik mensupluk vardı. Niye Türk'e düşmanlık etsin?
Aslında Osmanlı'nın “Türk” dediği, “kutsal düzene” başkaldıran Alevi'ydi!
Osmanlı, Alevi'ye Türk diyordu…
Alevi düşmanlığının temelinde Türk düşmanlığı vardı.
Arap Türk'e nasıl “kötü Müslüman” gözüyle baktı ise, Osmanlı da öyle baktı. Öyle ki, bu bakış açısı, bir Türk Devleti olan Safeviler döneminde daha da arttı.
Osmanlı Safeviler Savaşı hep bir “ezber” üzerinden konuşuluyor. Aslında bu savaşa, “Osmanlı Türk Savaşı” mı; ya da “Türk'ün Türk'le savaşı” mı demeliyiz. Ama Osmanlı Türklüğü kabul etmiyordu!
O dönem…
Şah İsmail, “Şah Hatayi” mahlasıyla Çağatay Türkçesi'yle yazarken, Osmanlı Sarayı Türkçesi'ni, Arapça ve Farsça sokarak bozuyordu.
Üstelik…
Türkler, Safeviler ile İran tarihine çıkmış filan değil; baskın rolleri Safeviler'den çok önce başladı. “Türk” olmadan İran tarihi yazılamaz. Yazılamadı.
Peki…
Türkler Osmanlı'ya nasıl bakardı; “Osman oğlu” diye anıp kendilerine denk görürlerdi. Osmanlı “eşit görülmeyi” kabul etmedi; edemedi.
Demem o ki:
Bugün ülkemizdeki Alevi düşmanlığı ile Türk düşmanlığının ortaya çıkış sebebi rastlantı değildir izi Osmanlı'nın gelenekçi anlayışındadır ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder