19 Haziran 2019 Çarşamba

Eşeğin Gölgesi

Demosten (MÖ 322) eski Atina Kent Devletinde yaşamış ünlü bir Siyasetçi ve büyük bir Hatiptir.
Bir gün büyük bir Kalabalığa Ülkeyi İlgilendiren Önemli bir Mesele hakkında hitap etmeye çalışıyor, Ancak Halkın da Hiç İlgilenmediği Görülüyordu.
Demosten bunu görünce konuyu değiştirerek şöyle söyledi;
– ”Bir Adam, evindeki eşyasını bir diğer Köye götürmesi için Eşek Kiraladı. Eşeğin Sahibi de birlikte gideceğini söyledi, Eşeğin İşi Bitince Hayvanı geri getirecekti. Öğle üzeri Yemek İçin Mola verildi. Güneş çok kızdırıyordu ve Eşeği Kiralayan, Hayvanın Gölgesine Uzanarak dinlenmek istiyordu.
Eşeğin Sahibi ise;
– ”Sen Sadece Eşeği Kiraladın, Gölgesini Değil. Eşeğin Gölgesinde Ben Dinleneceğim” diyerek Eşeği Kiralayanı, Eşeğin Gölgesinden Kaldırmak İstedi. Eşeği Kiralayan;
– ”Ben Eşeği her şeyiyle kiraladım. O nedenle Gölgesinde Dinlenmek de benim hakkımdır” diyerek karşı çıktı…
Demosten konuşmasının bu noktasında durdu ve Kürsüden Ayrılmak İçin Davrandı. Ancak Dinleyiciler, hep bir ağızdan; Kürsüden Ayrılmamasını ve Eşeğin Gölgesinde Kimin Dinlendiğini Söylemesini istediler..
Çağın Büyük Hatibi ve Halk Adamı Demosten o zaman bağırarak dedi ki;
– ”Siz ne Aptal insanlarsınız..! Sizi çok yakından ilgilendiren Hayati Bir Mesele Üzerindeki Konuşmayı dinlemek istemiyor, ama Eşeğin Gölgesiyle ilgileniyorsunuz.!”

Büyüme Faktörü Olarak Stres ...

Dr. Abraham J. Twerski ABD’li 88 yaşında bir psikiyatrist. Hayatımızda yer eden önemli konuları basit, yalın bir dille anlattığı etkileyici kısa videoları var. Bunlardan birinde stresin olumlu taraflarına değinerek şunları söylüyor:
Stres ve stresi nasıl görmemiz gerektiği konusunda size bir şey söylemek istiyorum. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bir dişçinin ofisinde beklerken dergilerden birinde “Istakozlar nasıl büyür” isimli bir makaleyegöz gezdiriyordum.
Makale ıstakozun sert bir kabuk içinde yaşayan narin, yumuşak bir hayvan olduğunu söylüyordu. Bu sert kabuk genişlemiyor, peki ıstakoz nasıl büyüyebiliyor? Istakoz büyüdükçe bu kabuk onu sıkıştırıyor ve ıstakoz kendisini baskı altında ve rahatsız hissediyor.
Kendini avcı balıklardan korumak için bir kaya oluşumunun altına gidiyor. Kabuğunu çıkartıp atıyor ve yeni bir tanesini üretiyor.
Zamanla büyüdükçe kabuk rahatsız bir hal alıyor, tekrar kayanın altına gidiyor. Istakoz bunu birçok kez tekrarlıyor.
Istakozun büyümesine imkân sağlayan tetikleyici onun rahatsızlık duymasıdır. Eğer ıstakozların doktorları olsaydı hiçbir zaman büyüyemezlerdi çünkü ıstakoz kendini rahatsız hisseder hissetmez doktora giderdi, doktor ona antidepresanlar verirdi ve iyi hissederdi.
Kabuğunu hiçbir zaman çıkartıp atmazdı.
Bence stresli zamanların, ayrıca büyümenin bir işareti olan zamanlar olduğunun farkına varmamız gerekiyor.
Eğer zorlukları uygun şekilde kullanırsak zorluklar aracılığıyla büyüyebiliriz...

Fas’ın Keçili Ağaçları

Fas’ta yetişen Argania ağaçları, dikenli gövdeleri, yamru yumru dalları ile dünyanın en estetik ağaçları sayılmazlar ama onları üzerine tünemiş keçi ordusuyla görenler, büyülenmiş gibi kala kalıyorlar.
Neredeyse sadece Fas’ta yetişebilen Argania ağacının, bilinçsiz kesimler nedeni ile sayıları çok azalmış. Seyrek ormanlık alanda, yaklaşık 20 milyon Argania Ağacı var. Ağaçlar ülke tarafından koruma altına alınmış durumda.
Argania ağacının çok lezzetli bir meyvesi var. Keçiler bu lezzete bayılıyorlar.
Keçi ordusu tarafından istila edilmiş, Argania ağacını görenler gözlerine inanamıyorlar. Çünkü keçiler, hem kalabalık gruplar halinde geliyor, hem de dikenlere aldırmadan incecik dallara tırmanabiliyorlar.
Argania ağacı yılda bir kez meyve veriyor. Çiftçiler yıl boyunca ağaçların bakımını yapıyor ve keçilerin ağaçlara yaklaşmasını engelliyorlar. Ne zaman ki meyveler iyice olgunlaşıyor, çiftçiler, iştahları kabarmış keçi ordularına, koydukları yasağı kaldırıyorlar. İşte o zaman keçi ordularının muhteşem şöleni başlıyor.
Çiftçilerin koruma altındaki Argania Ağaçlarının meyvelerini keçilere sunma nedeni, bu ilginç manzaranın ortaya çıkmasını sağlamak değil. Çiftçiler keçilere izin veriyorlar, çünkü değerli argan yağının üretilmesinde, bu keçi ordularına büyük iş düşüyor.
Keçi ordularının sindirim sistemlerinden geçen meyve çekirdekleri, keçi dışkılarından toplanıp, sıkılarak yağı çıkarılıyor. Çıkarılan bu yağ, kozmetik sanayinde kullanılıyor. Cilde ve saçlara çok faydalı olduğu söyleniyor. Son yıllarda yapılan pazarlama faaliyetlerinin de katkısı ile ticari değeri bir hayli yükselmiş durumda.
Argan yağının faydaları, keçi ordularının keyifli ziyafeti, Fas köylerine geçim kaynağı olması ve “Keçili Ağaç”ların büyüleyici görüntüsü, hepsi harika haberler ancak bölgede yaşayan keçi nüfusu her geçen gün artarken, Argania ağaçlarının sayısı azalıyor. Koruma altında olsa da Argania Ağacının soyunun tükenmesinden korkuluyor ...

Paris'te Dağ Gibi Bir Adam

Filiz Nurullah, asıl adı Ali Nurullah Hasan, Türk güreşçisi 2,18 metre boyu ve 175 kilo ağırlığı nedeniyle Filiz lakabıyla anılıyordu.
Çays, Filiz Nurullah ile karşılaşmadan önce kendini çok iri yarı bir adam sanırdı. Fakat Nurullah pehlivanla güreş tuttuğu zaman onun karşısında çocuk gibi kalmıştı.
Bugünkü teknik menajerlerin piri Filiz ağa çok girgin, zeki ve becerikli bir pehlivandı. Filiz Nurullah'ın filiz oluşu yalnız isminde kalıyordu.
Trokadero'daki otelin sahibi dehşet içindeydi.
"Olmaz !... Bu adamlar Paris'teki hiçbir karyolaya sığmazlar... Şu gövdeye bakın bir kere... Ben bunu nereye yatırırım..."
Otelci böyle söyleyerek Kurtdereli'nin yanında duran öteki adamı işaret ediyordu. Onunda üstünde Paris'te ve Londra'da bütün Türk pehlivanlarının giyindiği lacivert potur vardı.
Zaten siyah kordonlu potur, o yıllarda Avrupa ve Amerika'ya giden Türk pehlivanlarının adeta üniforması gibi olmuştu. Roma'da bu kıyafete "A La Turca" diyorlardı. Alaturka, alafranga bir moda haline gelmek üzereydi.
Otele gelen Türk kafilesinin üzerinde de bu kıyafet vardı. Otelcinin hayretle etrafındakilere gösterdiği zat Türk güreş tarihinin en iri adamı Filiz Nurullah pehlivandı.
Bu pehlivanın ismi ile cismi arasında ancak bu derece büyük bir tezat olabilirdi. Koca Yusuf onun yanında filiz gibi kalıyordu. İşte o gün Trokadero otelinin müşterisi böyle insandı.
Yanında duran Kara Osman pehlivana adeta tepeden bakıyordu. Fakat Kurtdereli'de en az onun kadar olmasa da cüssesi ile dikkat çekmekteydi.
Otel sahibi onlara "Sizin için hususi karyolalar ısmarladık. Ama daha gelmedi... Bu gece ne yapacağız ?..." diyordu.
Senelerce sonra Kurtdereli Mehmet pehlivan o gece ne yaptıklarını şöyle anlatıyordu :
"Paris'e inince Filiz ile bana uygun karyola bulunamamıştı. Fabrikaya bize mahsus yataklar ısmarlanmıştı. Fakat bu karyolalar gelinceye kadar üç gün yer yataklarında yattık.
Her gün fotoğrafçı, gazeteci, prens, kont, erkek-kadın yüzlerce meraklı kişi bizi ziyarete geliyordu. Hemen her gün muhtelif gazetelerde fotoğraflarımız çıkardı.
İtalyan menajerler akşam üstleri bizi piyasaya çıkarırdı. Halk bizi görebilmek için adeta birbirini çiğnerdi.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı
Yanlışlıkla veya şakayla yahut bir düşmanlık sebebiyeti ile bize domuz eti yedirirler endişesiyle Filiz Nurullah lokantada nöbet tutardı. Çünkü bir arkadaş : "Bunlar tuhaf insanlar... Domuz eti yemesek bile kalkarlar yemeğe domuz yağı koyarlar..." demişti. İşte telaşımız bundan ileri gelmekteydi..."
Paris halkı içinde pehlivanlarımıza en çok hayret eden insanların başında kunduracı esnafı geliyordu. Çünkü koca Paris'te ne Filiz Nurullah'ın nede Kurtdereli'nin ayağına uyacak kundura bulunamamıştı. Aynı olay İstanbul'da da yaşanmıştı...
Filiz, Kurtdereli, Kara Osman, Adalı Halilpehlivanlar Paris sokaklarında hep birlikte dolaşırlardı.

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, yazı
Filiz Nurullah her vakit kafile başkanı rolündeydi. Arkadaşları onu sevip saymakta "Filiz Ağa" hitapları ile etrafında dolaşırlardı.
Öncelikle yaş olarak hepsinden biraz büyüktü. Sonrası tekniği kuvvetli idi. Bütün güreşçileri Filiz Ağa çalıştırıyordu. Çok zeki, fevkalade şakacı, gayet girgin ve becerikli bir adamdı. Bütün kafileyi İtalyan menajer ile birlikte idare ederlerdi.
Filiz Ağa çatpat da olsa Fransızca'dan anlardı. Kendi tabiriyle kontratolar yapılırken gözünü dört açıyordu. Arkadaşları için öyle reklam yapmasını bilirdi ki, bugünün Amerikan boks organizatörleri yanında halt ederdi.
Bir defasında Adalı Halil ile Kurtdereli'yi kardeş ilan etmişti. Güreşçiler için iki meşhur pehlivanı ortaya çıkarır kendisi de dağ gibi vücudu ile aralarına girer ve etrafa şöyle meydan okurdu :
"İşte Kurtdereli Mehmet pehlivan ! İşte Adalı Halil ...
Bunların ikisi de kardeştir. Türk güreş adetlerine göre kardeş kardeşle güreş tutmaz... Var mı bu arslanların arasına karşısına çıkıp onlarla güreşecek babayiğit !"
Kim buna cesaret eder ?... Bu suretle Adalı Halil ile Kurtdereli birçok güreşlerin ödüllerini sırtlarından elbiselerini çıkarmadan aralarında paylaşmışlardır. Filiz ağa bu gibi meydan okumalarda çok usta idi.
1906'da Amerika'ya gitmiş ve Koca Yusuf'un şöhretini tazelemişti. Amerikan organizatörleri mal bulmuş mağribi gibi bu koca Türk'ün eteğine yapışmışlardı. Onu şehir şehir gezdirdiler. Pasifik kıyılarına kadar gitmediği ve güreşmediği şehir kalmamıştı. Özellikle New York, Chicago ve Boston üçgeninde mekik dokumuştu...

Testiculos habet et bene pendentes

Joan , Almanya'da yaşayan bir İngiliz misyoner ailenin kızıydı.Yakınları, onu "Gilberta" yahut "Jutta" diye de çağırıyorlardı. 12 yaşına geldiğinde erkek elbiseleri giyiyor ve erkek çocuk gibi davranıyordu.
Atina'da din ve felsefe öğrendikten sonra Roma'ya gitmiş, ne yaptıysa yapmış 853'te ölen Dördüncü Leo'dan sonra kendisini Papa seçtirmeyi başarmış, "Sekizinci John" adını almış ve iki sene beş ay dört gün boyunca Papalık tahtında oturmuştur.
Kadın Papa'nın, gelişi gibi gidişi de tuhaf oldu. Hizmetkârlarından biriyle ilişkisi vardı ve hamile kalmıştı. Hamileliğini dokuz ay boyunca gizlemeyi başardı ama doğum zamanı yaklaşıyordu ve 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi'nin dışında kortej halinde yapılan bir âyin sırasında, sokakta doğuruverdi! Kardinaller hem Joan'ı hem de yeni doğmuş çocuğunu hemen oracıkta taşlayıp öldürdüler.
Vatikan, Joan'ın unutulması için elinden geleni yaptı fakat bazı kilise mensuplarının hadiseyi tarihlere kaydetmelerine bir türlü mâni olamadı bu olaydan sonrada kendilerine göre Vatikan kontrol önlemi aldı ....
Yaşlı başlı kardinaller yeni Papa'yı seçtikten sonra ilk iş olarak ne mi yaparlar?...
Adamcağıza sade bir cüppe giydirir, alt kısmı delik bir sandalyeye oturtur ve aşağıdan sandalyenin deliğine doğru elini uzatan biri, Papa'nın testislerinin olup olmadığını kontrol eder ve kardinaller yeni Papa'nın kadın değil, erkek olduğu konusunda böylece emin olurlar!
Muayeneyi tamamlayıp Papa hazretlerinin testislere sahip bulunduğuna emin olan muayeneci, ardından asırlardan buyana tekrarlanan
Latince "Testiculos habet et bene pendentes" yahut "Duo testis bene benedata!"yani "Sarkan iki adet mükemmel testisi var!"cümlesini haykırarak Aziz Petrus'un vekilinin erkek olduğunu cümle âleme müjdeler....

Çemberlitaş'ın Sırrı

Hezarfen Hüseyin Çelebi, 1606 yılında İstanköy’de doğdu. Asıl adı, Hüseyin İbn-i Cafer İstanköyi Eşşehir bi Hezarfen idi.
İstanbul’da okudu. Bir süre Devlet-i Aliye-i Osmaniye’de memurluk yaptı. Devlet memurluğu sırasında tanıştığı bir kişi yaşamını değiştirdi. Bu kişi Osmanlı tarihinin en ilginç isimlerinden biriydi: Ali Ufki.
Lehistanlı asil bir ailenin çocuğu olduğu da iddia edildi, Litvanyalı olduğu da. 30 yaşında Osmanlı tarafından esir alınınca hemen Müslüman oldu. Çok iyi eğitimliydi. Rivayetlere göre, on yedi dil biliyordu. Sultan IV. Mehmed’in danışmanlığına kadar yükseldi. Tıp ve musiki konularında uzmandı. Türk musiki eserlerini ilk kez Batı notasıyla káğıda o döktü. Dinler tarihine de meraklıydı. Tevrat ve İncil’den ilk çevirileri o yaptı. Bu çeviriler arasında, ilahi olarak okunan kutsal şiirler, mezamir de vardı.
Hezarfen Hüseyin Çelebi, Ali Ufki’den çok etkilendi. Bugün hálá en önemli kaynak kitaplar arasında gösterilen eserler yazdı.
"Telhisü’l-Beyán fi Kavánin-i Ál-i Osmán" adlı kitabında Osmanlı kanunnamesini derledi. (Haz. Sevim İlgürel, TTK Yayınları, Ankara 1998.)
"Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eseri dünya tarihi üzerineydi. Tıp, tasavvuf ve coğrafya üzerine ansiklopedik kitaplar kaleme aldı. Bilinenin aksine, Osmanlı’da ilk uçma denemelerini yapan ilim adamı Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi.
Tarih konusunda kendisini o kadar yetiştirdi ki, Sultan IV. Mehmed’in tarih öğretmeni oldu.
Arapça, Farsça, Fransızca ve bir sözlük hazırlayacak kadar İbranice biliyordu.
Hezarfen Hüseyin Çelebi meraklı biriydi. Konstantin’in neden Hıristiyan olduğu ve İstanbul’a niçin yerleştiği, Ayasofya’yı kimin ne zaman yaptırdığı, Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’da oturan 90 Rum kayserinin kimler olduğu gibi, kafasındaki yüzlerce sorunun yanıtını merak ediyordu.
Bu nedenle baş tercüman Hıristiyan Panayot’tan kitaplar alıp okudu.
Yetmedi. Ali Ufki’den yardım istedi. Yunanca ve Latince kitapları Ali Ufki’ye okutturup notlar aldı.
İşte çıkardığı bu notları da, "Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eserinde kullandı. Şimdi sözü, Çemberlitaş’ın sırrını yazmış olan Hezarfen Hüseyin Çelebi’ye bırakalım. Bakalım bugün hálá konuşup tartıştığımız Çemberlitaş’ın sırrı konusunda neler yazmış.
"İlk defa İstanbul’un temelini atıp taht şehri iden muzaffer Konstantin’dir. Rum, Yunan ve Latin tarihçiler, bunun menakibini anlatırken rivayet ederler ki Konstantin önce Portekiz, İspanya, Fransa ve İngiltere vilayetlerinin padişahı olan Konstantiyus nam putperest bir melikin oğlu idi. Babası ölünce, yirmi üç yaşında iken Milad-ı Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın üç yüz dokuzuncu senesinde babasının yerine Portekiz’de saltanat tahtına cülus eyledi.
Üçüncü seneden sonra Roma’da elli birinci kayser olan Maksentius nam kayser, gayet zalim ve habis bir adamdı.(...) Muzaffer Konstantin azim alaylar ile Roma’ya girüp Maksentius’ün tahtına cülus etti. Milad-ı Hazret-i İsa’nın üç yüz on ikisinde Rum Padişahı oldu.
Beşinci senesinde sonra vücudunda lekeler peyda eden bir hastalığa tutulmasıyla o şehrin hekimlerini çağırup, ’benim marazımın ilacını bulun’ deyu ferman eyledi. Anlar dahi ittifak idüp cevab verdiler ki, ’eğer bu şehrin meme emen çocuklarını toplayıp boğazladıktan sonra kanlarını büyük bir kazana doldurup kan ısıcak iken içine girüp oturmıyasınız, bu marazdan halas olamazsınız’ dediklerinde emreyledi ki, şehrin meme emen çocuklarını valideleriyle toplayalar.
Mezhur Konstantin anaların feryatlarını göricek çocuklara merhamet idüp, ’ben bu marazdan helak dahi olursam olayım. Nahak yere bu kadar günahsız çocuğun kanlarına girmeyeyim. Analarına ikişer altın vireler ve evlatlarıyla beraber azad idüp evlerine göndereler’ deyü buyurdu.
Ol gece rüyasında ’Ümmet-i İsa’dan gizli olan Silyostros nam üsküfe baş vurursan marazdan kurtulursun’ derler. Uyandıkda filhal mezhur hakimi isteyüp getirilmesini ferman eyledi. Varub getürdüler. Mezbur üsküf gördükte dedi ki, ’eğer putlarını terk idüp, bundan sonra Hazret-i İsa’yı hak peygamber bilüp şeriatını tasdik edersen ilaç eylerim’ dedikte, ol saat imana gelüp Hazret-i İsa’nın din ve milletini ve emrettiklerini ve nehyettiklerini tamamen kabul ve putlarını inkár etti ve hepsini kırdı. Bunun üzerine hakim ilac idüp marazdan kurtuldu."
"Saltanatının on sekizinci senesinden sonra rüyasında gördü ki, bir münasip ve bir büyük şehir bina eyleye. Ol sebebten Roma’dan çıkup diyar diyar gezüp Selanik’e geldikte havasını beğenüp orada karar kıldı ve kiliseler ve hamamlar yaptırup sular getirdi.
HAZİNEDEN İLK BAHSEDEN TÜRK
İki seneden sonra büyük bir bulaşıcı hastalık çıkup askerlerinin yarısından ziyadesi helak oldu. Ol sebebden ve Şapur nam Acem şahı üzerine sefer iktizası ile Anadolu’ya geçerken, Halkedoyn dedikleri şehre ki, halen Kadıköyü denmekle maruftur, oraya konup, eskiden ol şehri Acemler harap etmiş görüp tamirine ferman eyledi.
Ol eyyamda Halkedoyn’da ekabirden bir üstad hakim var idi. Adına ihvayis derler idi. Hüsnü tabir ile ’Padişahım şehrin binasını Vizantio yerine yapsanız daha münasip görünür’ dedikte, Konstantin dahi hüsnü itikad ile İstanbul tarafına geçüp havası gayet ile latif yer ve şehir olmaya münasip görüp Milad-ı İsa’nın üç yüz yirmi dördüncü senesinde temelin atup binasına mübaşeret eyledi. Namını Konstantaniye kodu.
Bundan sonra Roma’dan vesair vilayetlerden ekabirler ve tüccarlar getirdüp mamur eyledi. Ve saltanat şehri yaptı.
Miladın üç yüz yirmi dokuz senesinde Tavuk Pazarı’ndan vaki olan kırmızı dikilitaşı (çemberlitaş) o oraya koydu. Bu amudun oraya konmasının sebebi şudur:
Validesinin namı ki Helena nam hatundur. Kudüs-ü Şerif ziyaretine varup Kamame nam kilisayı bina eyledikçe, Hıristiyanların itikadınca Yahudiler’in Hazret-i İsa’yı üzerine gerdikleri salibi ve eline ve ayağına vurdukları mıhları (çivileri) ve bazı mucizeyere ait eserleri Yahudilerden alup oğlu Konstantin’e hediye getürdü.
Ol dahi, tazim ile alup, hazinesinde sakladı. Sonra zaman ile hatırına geldi ki, bizden sonra gelen melikler, caiz ki, bu mübarek eserlerin kadrini bilmeyüp saygıda kusur ideler, yahut saklamayup yabana atarlar. Büyük günah ola. Emreyledi ki: Yerin altında kargir ve metin bir hücre bina idüp, ol hücrenin içine mezkur asarı koyup saklayalar. Sonra üzerine halen mevcut olan kırmızı amudu alamet için kodu."
Okuduğunuz gibi, Çemberlitaş’ın altında olduğu iddia edilen odada, kutsal hazinelerin olduğunu ilk yazan Türk tarihçi Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi. Ama bugün olduğu gibi dün de Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineler bu toprakların hep gündeminde oldu.
İddiaları sayfalarına taşıyanlardan biri de, "Mecmua-i Fünun" idi.
HIRİSTİYANLAR İÇİN KUTSALDI
Fardis Efendi, Mecmua-i Fünun dergisinde şöyle yazdı: "Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."
OSMANLI’nın birkaç bilimsel kuruluşundan biri de Cemiyet-i İlmiye Osmaniye idi. Bu cemiyet her ay "Mecmua-i Fünun" (1862-1867) adında dergi çıkarırdı. Tarihimizde ansiklopedik içerik geleneğinin ilk örneği olan bu dergiyi Münif Paşa yönetti.
Babıáli Tercüme Odası kátiplerinden Fardis Efendi (No: 35, sayfa 45-49) Çemberlitaş hakkında bakın neler yazmıştı:
"Çemberlitaş’ın gerçek adı ’Konstantin Sütunu’dur. Etrafında çemberler bulunduğundan Türkler, Çemberlitaş demektedirler. Civarında birçok yangınlar meydana geldiğinden siyahlanmıştır. Bu yüzden Avrupalılar ’Yanık Sütun’ derler. Bizans döneminde ise ’Somaki Sütun’ adı ile anılırdı.
Bu sütun Dikilitaş gibi yekpare olmayıp 8 kızıl somaki taş parçasından mürekkeptir. Her taşın çevresi 33 ayak ve yüksekliği 10 ayak 9 parmaktır. Sütunun yüksekliği yaklaşık olarak 90 ayaktır. Her parçasının üst tarafından defne dalı şeklinde kabartma pervazlar vardır.
Sütunun üstüne Apollon’un heykeli konmuş ve bazı sembollerin ilavesiyle İmparator Konstantin’e benzetilmiştir.
Diğer taraftan şu kitabe oyulmuştur: ’Ey cihan mülkünün hükümdarı olan İsa, şu mahkumeni, saltanat asasını ve Roma devletini sana vakfü takdim ve himayene tevdi ettim. Bunları afetlerden koru.’
Adı geçen küre 407 yılında, asa 541’de vuku bulan depremden, heykel ise daha sonraki devirlerde şiddetli bir rüzgárdan yere düşerek parçalanmıştır. Çemberlitaş dikildiği vakit 8, bir rivayete göre ise 10 parçadan ibaretti. MS 1080 yılında isabet eden bir yıldırımdan sonra iki-üç parçası yere düşmüş, bu olaydan 70-80 yıl sonra imparator Manuel Comnenes, düşen taş parçalarının yerine, bugün dahi tepesinde görünen mermer başlığı yaptırmış, üzerine bir de haç diktirmiştir.
İstanbul fetholunduktan sonra Çemberlitaş’ın üstündeki haç, Fatih Sultan Mehmed’in emriyle indirilmiştir. Bazı rivayetlere göre Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."
Durun bitmedi: Çemberlitaş’ın sırrı Cumhuriyet döneminde de devam etti.
ATATÜRK DE ÇEMBERLİTAŞ’LA İLGİLENDİ
Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineyle ilgili haberler Cumhuriyet döneminde de sürdü. Atatürk yurtdışından arkeologlar getirtti. Tarih Mecmuası 1968 yılında üç sayısını bu konuya ayırdı. Ünlü tarihçiler bu konuda makaleler kaleme aldılar.
1918 yılında İstanbul işgal altında iken Vatikan’dan bir grup rahip, Çemberlitaş’ın yakınındaki Vezirhan’dan oda kiraladı. Buradan tünel kazıp Çemberlitaş’ın altına gitmek isterlerken yakalanıp sınır dışı edildiler.
Atatürk bile Çemberlitaş’ın sırrıyla ilgilendi. 1929 yılında yurtdışından arkeologlar getirtti ise de bir sonuç alamadı.
Çemberlitaş’ın sırrı 1960’lı yıllarda yine gündeme geldi. Gündeme getiren ise yine bir yayın organıydı: Tarih Mecmuası.
Bakın ünlü tarihçi Yılmaz Öztuna, 1 Haziran 1968’de neler yazmıştı:
"Hazret-i İsa’nın gerildiği hakiki Haç’ın İstanbul’da Çemberlitaş’ın altında olduğu hakkındaki görüşü kuvvetlendirecek deliller mevcuttur.
"Ludwig Völkl’in 1957’de Münih’te basılan ’Der Kaiser Konstantin’ adındaki ihtisas monografisinde bu fikri destekleyecek satırlar vardır. (Örneğin) Haç’a ait parçalarla beraber Hazret-i İsa’nın kanının bulaştığı topraklar da getirilmişti Bu kutsal eşya ile beraber, başka kutsal nesneler de bulundu. Bunlar, Hazret-i İsa’nın havarilerinden Andreas’ın ve İncil’i yazı diline geçiren havarilerden Lukas’ın mantoları idi. Anadolu’nun iki yerinde bulunan mantolar, inşası bitmek üzere olan Havariyun Kilisesi’ne konuldu. Haç’la beraber Çemberlitaş’ın altına nakledilip edilmediği hakkında Völkl bir şey söylemiyor.
Encyclopaedia Britannica’nın Cross maddesinde, gerçek Haç’ın 326 yılında İmparatoriçe Helena tarafından bulunmasının, Hıristiyan dininin inanışlarından olduğu belirtiliyor. Yani Helena’nın İstanbul’a bir Haç getirdiği muhakkaktır.
Haç’ın Helena tarafından İstanbul’a getirildiğini St. Ambroise, Rufinus, Sulpicius Severus gibi çağın en muteber Hıristiyan tarihçileri yazmaktadırlar."
HEYBELİADA RUHBAN OKULU
Tarih Mecmuası muhabiri Öz Dokuman, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’na gitti ve okulun öğretim üyelerinden arkeoloji uzmanı Hristostomos Konstantinidis ile görüştü.
Konstantinidis okulun 40 bini aşkın kitabından, 24 ciltlik Büyük Yunan Ansiklopedisi, G.Jacquemet’in Katolizm, Eusebe’nin Vitta Konstantinis kitaplarını çıkarıp ilgili paragrafları gösterdi. Bu kaynaklar da iddiaları doğruluyordu. Okul müdürü Metropolit Maksimus Repanelis de iddianın doğru olduğuna inanıyordu.
Çemberlitaş’ın altında kutsal hazinelerin olduğuna inanan bir diğer Hıristiyan din adamı ise, Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Padre Carotenuto idi. "Haç’ın bir parçasının Kudüs, bir parçasının Roma’da ve üçüncü parçasının ise İstanbul’da olduğu doğrudur. Ama İstanbul’da nerede olduğundan emin değiliz" diyordu .

Japonlar taze balığı çok sevmişlerdir

Japonlar taze balığı çok sevmişlerdir ama sahillerinde bol balık bulmak mümkün değildir. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir.
Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır.
Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır.
Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.
Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı.
Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Japon halkı canlı olmasına rağmen balıkların lezzet farkını anlayabiliyorlardı.Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.
Balıkçılar nasıl olacak da Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi ?
Siz olsaydınız ne yapardınız ?
Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir eş buldunuz veya çok başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz heyecanınız kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız?
Lotoda büyük ikramiyeyi kazananlar parayı savurmaya başlamaz mı ?
Japonların Taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir. 1950'lerde L.Ron Hubbart'ın gözlemlediği üzere "İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarfeder.
Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız.
Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız bundan da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız ve enerji dolu, canlı, ayakta kalırsınız.
Japonlar da balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.
Buradan da görüleceği üzere problemlerden, uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları yenmek gerekir.
Problemimiz çok ve çeşitli olabilir. Ümitsiz olmayın. Onları tanıyın, organize edin, kararlı olun, daha çok bilgi ve yardım desteği ile onlarla savaşın...

OVİTZ AİLESİ

Transilvanya’nın Rozavlea Kasabasında dünyaya gelmişlerdi. Onlar dünyanın en geniş cüce ailesiydi.10 çocuk babası, aile reisi de bir cüceydi. Anneleri normal boydaydı. Kardeşlerin üçü normal, yedisi cüceydi. En küçükleri olan Perla 1921 yılında doğmuştu. 20. yüzyılın başlarında, Romanya’nın çok ücra bir bölgesinde yaşıyorlardı. İnsanın boyu sadece 75 santim olunca, bu dağlık bölgede hayvancılıkla uğraşmak, neredeyse imkânsız bir olaydı.
Anneleri, çocuklarının gelecekleri konusunda sürekli olarak endişe duyardı. Onları yeteneklerine uyan meslekler seçmeleri için devamlı olarak uyarır ve desteklerdi. Onlara hep birlikte yapabilecekleri ve toplum dışına itilmeyecekleri bir iş sağlamak istiyordu.
Beş kız ve iki erkek kardeşten oluşan bu gençler, Tanrı vergisi güzel sesler ve müzik yeteneği ile ödüllendirilmişlerdi. Çirkin de değillerdi. Sahne onlar için en uygun seçimdi. Böylece istenecek, beğenilecek ve takdir edileceklerdi. Sonunda cüce kardeşler gösteri dünyasına girdi. Bazı sirklerde ve vodvil oyunlarında sahneye çıkıyorlardı. Ama Ovitz’ler, sanatlarını bir yere bağlı olmadan, kendi imkânlarıyla sağlamak istiyorlardı.
Sonunda “Lilliput Grubu” olarak ünlü olmayı başardılar. 15 yıl boyunca Orta Avrupa’da şöhret kazandılar. İki saat süren gösterilerinde, günün popüler şarkıları, skeçler ve müzik vardı. Perla’nın dört telli, pembe renkte minik bir gitarı vardı. Gitar oyuncağa benzerdi. Ablaları Rozika ve Fransiska, normal boyda bir kemanın neredeyse çeyreği boyutlarında kemanlarıyla, harika müzik yaparlardı. Frieda minik bir çembalo çalıyordu. Micki, yarım boyutlu çello ve akordeon çalardı ve en enerjikleri olan Elizabeth ise mini bateri takımıyla, ritimleri çalardı. Büyük ağabeyleri Avram ise sahne için oyun yazar, aktörlük yapardı. Ayrıca grubun menajeri de oydu.
Ovitz’ler köydeki büyük evlerinde hep birlikte yaşarlardı. Aralarından biri evlendiği zaman, onların eşleri de şirkete dâhil edilirdi. Kardeşler sahnedeyken, eşleri arkada sahne amirliği yapar, perdeyi açıp kapatır ve kostümlerle ilgilenirlerdi. Onlar, tamamen cücelerden oluşan ilk sanatçı grup olarak tarihe geçmişlerdi.
Naziler yükselişe geçtikleri vakit, Ovitz’ler çifte tehlike içinde yaşamaya başlamışlardı. Bu tehlikelerden ilki normal bir vücuda sahip olmamaları, ikincisi ise Yahudi olmalarıydı. Çünkü Nazi rejiminin ideolojisi gereğince yayınlanan ‘Action 4’ kanununa göre, akıl veya vücut sakatlığı olanlar, mükemmel ve güzel Ari ırka yakışmadıklarından, henüz savaştan önce ayrı bir yerlere kapatılıp yok edilmeye başlanmışlardı.
Bu bir ayıklama sistemiydi. Sadece Yahudilere değil, Almanlar dâhil, herkese uygulanıyordu. Bu şekilde binlerce engelli yok edilmişti. Engelli insanlar gereksiz ve fazlalık olarak addedilip yaşama hakları ellerinden alınıyordu.
Ovitz Ailesi 19 Mayıs 1944’te Auschwitz- Birkenau Kampına nakledildiler. Fakat kaderin cilvesi olarak ‘cüce’ olma özelliklerinden ötürü, kampta kaderleri değişti. Bütün bir ailenin, Auschwitz’den, hayatta kalıp çıkabilmesi kesinlikle olanaksız bir şeydi. Ama Ovitz Ailesinin tüm üyeleri ve 58 yaşındaki cüce halaları dâhil, hepsi de hayatta kalabilmişlerdi.
Ovitz’ler, gaz odasından çıkartılıp hayata döndürülünce, Dr. Mengele’nin ‘Köle Laboratuvarı’na dâhil edildiler. Mengele; ikizler, kamburlar, cüceler, aşırı şişman kadınlar, obez erkekler, çok uzun boyda dev gibi insanlar, hermafroditler üzerinde acımasız tıbbi deneyler gerçekleştirirdi. Bu insanlar, Mengele’nin ‘İnsanlık Sirki’ koleksiyonuna dâhil edilen kurbanlardı.
Bir tek cüce için belki gaz odasının kapısı açılmazdı ama koca bir cüce ailesi için, Mengele’nin sıcak yatağından gece yarısı çıkıp, gaz odasının kapısına dayanmasına değerdi. Üstelik bu ailede normal boyda olan kişiler de vardı. Onları çıkardığında, hepsinin 20’li yaşlarında olduklarını öğrenince, Mengele ellerini sevinçle ovuşturmuştu. ”Oh, şimdi elimde en az 20 sene daha, deney yapabileceğim bol malzemem var” demişti.
Mengele, gaz odasının kapısında belirdikten sonra neler olmuştu? Cüce ailesi o sırada onu bir kurtarıcı olarak görmüşlerdi. Aslında kendileri gibi, daha birçok insan da onu bir kurtarıcı gibi görüyorlardı. Mengele’nin yüzlerce çift ikizi ve beden bozuklukları olan beden engelli ordusu vardı. Onların üzerinde sayısız canice deney gerçekleştirmişti. Ama biricik tek bir cüce ailesi vardı. O yüzden ‘Küçük Değerli Domuzcuklar’ına zarar gelmesinden çekiniyordu.
Onlara yaşamaları için, özel bir bölüm tahsis etmişti. Yemekleri özel ve porsiyonları büyüktü. Saçları kesilmemişti, çünkü bu saçlara deneyleri için ihtiyacı vardı. Kendi giysilerini giyiyorlardı, çünkü mahkûm üniformaları onlara çok büyük geliyordu.
Daha sonra birçok Holokost kurtulanının anlattığına göre, cüceleri doğal kıyafetli, süslü olarak gören normal mahkumlar, gördüklerine inanamayıp, halüsinasyon gördüklerini zannediyorlardı. Özellikle Şabat günleri süslenip, püslenip etrafta serbestçe dolaşmalarına izin veriliyordu.
Cüce kardeşler, daha sonra onlara çok sayıda kan nakilleri yapıldığını anlattı. Bu nakiller canlarını çok acıtır, saatlerce acı çığlıkları etrafı sarardı. Bazen de düşüp bayılırlar, o zaman üzerlerine buzlu su döküp onları ayıltırlar, deneylerine devam ederlerdi.
Mengele’nin araştırmalarının büyük çoğunluğu böbrek problemleri, karaciğer fonksiyonları, tifüs ve frengi hastalığı üzerine odaklanıyordu. Ayrıca genetik unsurlar üzerinde duruyor, kemik iliklerinden örnekler alıp, genetik kemik hastalıklarını inceliyordu. Bunun için onların sağlam dişlerini de çekiyordu. Bu testlerin sonuçlarını, normal insanlarınkilerle mukayese ediliyordu. Kaş ve kirpiklerini çektirip mikroskopta inceletiyordu. Ayrıca psikolojik ve jinekolojik deneyler yaptırıyordu. Evli olanlara jinekolojik tetkikler yapılırken, bakire olan cüce kızları, erkek cücelerle birleştirip, hamile kalmalarını sağlıyor, daha sonra gelişen ceninleri çıkarıp üzerinde incelemeler yapıyordu.
Bundan başka, engelli mahkûmların başka yeteneklerini de kullanırlardı. Mesela kapolara berberlik yapanlara bir dilim ekmek veya iki sigara verirlerdi. Bazıları, SS’lere giysi dikerdi. Güzel resim yapanlar iki parça sosis karşılığında subayların portrelerini çizerlerdi. Aralarında bulunan engelli eski bir satranç şampiyonu ise, her gün Mengele ile satranç oynardı.
Sesi güzel olanlar, kapoları ve gardiyanları eğlendirmek için çeşitli dillerde şarkılar söylerdi. Kapolar, hüzünlü şarkılardan hoşlanır, onların eşliğinde akşamları içip sarhoş olurlardı. Bir de bazı erkek mahkûmlara müstehcen fıkralar anlattırıp, kahkahadan yerlere yıkılırlardı. Cüce kardeşler, özel eğlence günlerinde ve kutlamalarda, sahneye çıkar ve Nazileri güldürmeye çalışırlardı. Onlardan genellikle soytarılık yapmaları istenirdi.
Ovitz Ailesi her şeye rağmen, savaş sona erdiğinde hâlâ hayatta kalmayı başarmışlardı. Mayıs 1949 yılında İsrail’e göç ettiler. Üç ay sora ‘Lilliput Grubu’ olarak sahneye çıkmaya başlamışlardı. 1955 yılında, son gösterilerini yapıp sahne hayatına son verdiler. Cüce olmalarına rağmen çok uzun yaşadılar. İlk kız olan Rozika 98 yaşına kadar, kız kardeşi Fransiska 91 yaşına kadar yaşadı. En küçükleri olan ve anılarını anlatan Perla ise 2001 yılında 80 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

Kant'a Göre İyilik

Birinci senaryo: Karşıdan karşıya geçiyorsunuz, Ellerinde paketler olan yaşlı bir kadının yanından geçerken size dönüp “evladım yardım eder misin taşımama” diyerek birazını size uzattı.
Aldınız karşıya geçene kadar taşıyıp verdiniz ona. Bu yaptığınız iyilik mi, ahlaklı davranmış oldunuz mu?
İkinci senaryo: Caddede yürürken aynı şekilde karşıya geçmekte olan bir kadını gördünüz. Yürüyüşünüze ara verip yaya geçidine girdiniz ve kadına “yardım edebilir miyim” diyerek paketlerini aldınız ve karşıya birlikte geçtiniz.
Bu iyilik miydi peki? Öncekinden bir farkı var mı?
Kant diyor ki; birinci senaryodaki davranış bir iyilik değil ve siz ahlaklı davranmış olmuyorsunuz çünkü ona göre ahlaklı olmak; kişinin davranışlarının sonucunda değil, niyetinde yatıyor.
Daha basit bir tabirle Kant için ahlaklı olmak “iyilik” yapmak değil, iyilik “yapmak” dır.
İnsanın davranışını ahlaklı hale getiren onun eyleminin sonuçları değil, aksine bu davranışı harekete geçiren güdülerdir.
Özetle böyle düşünüyor ama konunun yan ayrıntıları var ve gittikçe çapraşıklaşıyor. Kitaplarına göz atılabilir.
Kant birinci senaryodaki durumları zorunluluk gibi görüyor olmalı. İnsan olmanın zaten gereği gibi. “Kim olsa yapar” anlamında..
Ama öteki durum çok farklı ve gerçek ahlaklı olma durumu o...

Gripin Hapının Mucidi Necip AKAR

1904 yılında, Nizip’te doğan Necip Akar; 5 yaşında ailesiyle birlikte İstanbul'a gelmiştir.
İlk eğitimini Kadıköy'de yaptıktan sonra, orta ve lise öğrenimini Vefa Lisesi'nde tamamlamış, 1924 yılında da Eczacılık Okulu’ndan mezun olmuştur.
Necip Akar, Eczacılık Okulu’nda iken Divanyolu'nda, Necip Özgül'ün eczanesinde çalışmaya başlamıştır. Eczacılık Okulu’nda teorik bilgiler öğrenirken, çalıştığı eczanede; krem ve diş macunu yapımı konusunda pratik bilgiler edinmiştir...
Eczacılık Okulu’ndan mezun olup, askerlik görevini yaptıktan sonra; altı ay kadar Ankara'da Eczacı Hüsnü Bey'in eczanesinde çalışan ve burada da bazı bilgiler elde eden Necip Akar; ağabeyi Cemil Akar’la ortak olarak ilk önce “Şampuan Cemil”, “Necip Bey Kremi”, “Necip Diş Macunu” gibi karışımları üretmeye başlamışlardır.
Necip Akar, aslında; Osmanlı’nın son kişilerinden olup, Cumhuriyet Dönemi’nin de ‘ilk’ girişimcilerindendir.
Küçük bir dairede büyük bir heyecanla çalışan 2 kardeş, Şampuan Cemil, Necip Bey Kremi ve Necip Diş Macunu isimli ürünlerle piyasaya adım attılar, ancak hayal kırıklığı yaşadılar!
Bu başarısızlık üzerine; ilk denemelerindeki hata ve zayıf yanlarını görerek, daha çok çalışıp daha profesyonel bir marka yaratmaları gerektiğini anladılar. Üretime ara verdikleri dönemde, piyasaya hâkim olan “Dandolin” marka diş macunu markasını incelemeye başladılar ve onun karşısına basit, akılda kalan ve çarpıcı bir isimle çıkmaya karar verdiler.
O günlerde, yeni yaygınlaşan ve büyük ilgi göre radyodan esinlenen Akar; radyo sözcüğünün sonuna ‘lin’ ekleyerek, Radyolin ismini buldu. Ardından; Necip Bey Kremi’nin üretimini durdurup; Necip Diş Macunu’nun formülünü değiştirilmiş, bilimsel ve daha ideal bir formül hazırlanmış; 28 Temmuz 1927’de ruhsatname alınarak “Radyolin” adıyla, yeni bir diş macunu imalatına başlanmıştır.
Yeni diş macunun adı gibi formülü de mükemmeldir. Üstelik ülke çapında afiş reklamı ilk yapan ve bu alanda orijinal bir çığır açan, reklamcılığı ilmi şeklinde modernize eden Necip Akar; Radyolin'i, piyasaya çok iyi tanıtmış, bir aylık sürede Necip Diş Macunu’nun iki yılda yapabildiği satışı yapmış; bir yılda yarım milyona yakın Radyolin diş macunu satılır hale gelmiştir...
Baş ağrısından, diş ağrısına; soğuk algınlığından nezle ve romatizmaya; yüksek ateşten vücut ağrılarına kadar her derde iyi gelecek ilacın formülü 3 yıl içinde ortaya çıkaran 2 kardeş; ilk diş macunu denemesinde, marka isminin önemini kavrayıp, vurucu bir isim aradılar. O günler ağrı kesici alanında dünya markası olan Aspirin’in ‘in’ ekini alıp, herkesi canından bezdiren grip sözcüğünün arkasına eklediler!
1935’te ruhsatı alınan Gripin; piyasaya çıkar çıkmaz satış rekoru kırınca, bu başarı sayesinde Gripin Fabrikası’nın kurulmasına geçildi. Gripin kısa sürede, neredeyse ulusal bir ilaç haline geldi. Hatta “bir Gripin al, bir şeyin kalmaz” tümcesi halk arasında kendiliğinden doğup, kulaktan kulağa yayıldı.
Görüntünün olası içeriği: 3 kişi
Gripin’in tanıtım kampanyaları ve kutusu da kendisi kadar ilgi gördü; Gripin şeklinde duvar kâğıtları ses getirirken, kutusunun üzerindeki kadın resmi de meşhur oldu. 1950 yılında ağabeyi Cemil Bey ile yolları ayrılan Necip Akar; “Puro” sabunu ve “Fay” temizlik tozu gibi ürünlerle de büyük bir başarı elde etmiştir. Puro efsanesinin doğmasında da yaratıcılığını göstermiştir. Türkiye’de ilk kez uygulanan ‘uçaktan özendirme atma’ yöntemi Puro sabun satışlarını artırmış; İstanbul semalarından yağan sabunlar hakkında çok konuşulmuştur.
Necip Akar’ın ilkleri bununla da sınırlı değildi. Türkiye’nin ilk yerli çocuk maması “Paro”, temizlik tozu ve kan sulandırıcı “Opon” da onun imzasını taşıyordu...
18 Haziran 1957 tarihinde, İstanbul’da 53 yaşında ortağı Muammer Bayer ile birlikte ‘deniz kazasında’ vefat eden Necip Akar’ın, yaşasa idi; nice ürünlerin buluşuna, katkı yapacağına inanıyorum. Mucit, girişimci, reklamın önem ve pazarlamaya inanan ilk bilinçli reklam verenlerdendi...

SÜTYENİN TARİHİ


M.Ö. 2500 – Sütyenin Tarihi

Girit adasındaki kadınlar göğüslerini kıyafetlerinden çıkarmak için sütyen benzeri giysiler kullanmaya başlarlar.

M.Ö. 2500 - Sütyenin Tarihi
M.Ö. 2500 – Sütyenin Tarihi

M.Ö. 450- M.S.285

Roma ve Yunanlı kadınlar, göğüslerinin etrafına bant sararak göğüslerini sabitlemeyi tercih ettiler.

M.Ö. 450 M.S. 285 - Sütyenin Tarihi
M.Ö. 450 M.S. 285 – Sütyenin Tarihi
İlk Sütyen
Roma İmparatorluğu’nda Göğüs Bandı Kullanarak Spor Yapan Kadınlar


Girit adası ve çevre bölgelerinde MÖ. 25. yüzyıla ait sütyen kalıntıları bulunmuştur. 

M.S. 1550

Fransa Kralı Henri II’nin karısı Catherine de Médicis, kalın belli kadınların sarayda dolaşmasını yasakladı, kadınlar çelik korseler kullanmaya başladı. Korse kadınlar için destekleyici ve şekillendirici temel iç çamaşırı haline gelir.


Sütyenin tarihini yerle bir eden keşif! 500 yıllık sütyen moda tarihi değiştirdi

Avusturya'da  Langberg Kalesi mahzeninde yapılan araştırmalar sonucunda 500 yıldan daha uzun bir zaman öncesine ait sütyen keşfedildi.

7


1850’ler

ABD’de sütyen benzeri giysiler için ilk patent  alındı.

Korseler yaklaşık 10 yıl giyim endüstrisinde kullanılmadı.
İlk Sütyen Patenti

1860’lı yıllar

Korseler modaya geri döndü. Korselerin omurga be organlarda meydana getirdiği deformasyon, korselerin sağlık riski doğurması nedeniyle tartışmalara neden olur.

Korse Reklamı

1875

Tasarımcı Susan Taylor Converse, Yünlü Kumaştan “Union Under-Flannel(Atlet Altı-Toplayıcı)” adlı bir giysi üretti. Sert çıtaları olmayan, delikli, dantelli veya kasnaklı bir yapıya sahip olan giysi önceki örneklerine göre biraz farklıydı. Giysi üreticileri George Frost ve George Phelps tarafından bu kıyafete patent alındı.

Susan Taylor Converse Tasarımı

1889

Korse üreticisi Herminie Cadolle, “Bien-être(İyi Olma)” adlı sütyen benzeri bir giysi üretti. Göğüsleri geleneksel bir korse gibi aşağıdan sıkıştırmak yerine omuzlardan desteklemektedir.
Herminie Cadolle Patent

1893

Marie Tucek “Göğüs Destekçisi” nin patentini aldı. Bu giysi çoğu yönüyle günümüz sütyenlerine çok benzemektedir.
M.TUCEK Sütyen Patenti

1907

Vogue dergisi ilk defa yayınlarında “brassiere(sütyen)” terimini kullandı. Terim, eski Fransızca’da ‘üst kol’ demektir. Bundan önce, sütyen benzeri giysiler, “boğaz desteği” veya “göğüs desteği” anlamına gelen “soutien-gorge” Fransızca terimleriyle biliniyordu.

İç Çamaşırı Reklamı, Vogue, 1920

1912

“Sütyen” terimi Oxford English Dictionary’e girdi.

Oxford English Dictionary

1912

Konfeksiyon yapımcısı Otto Titzling’in, buxom şarkıcısı Swanhilda Olafsen için bir sütyen tasarladı. Swanhilda, Otto ile  New York’ta aynı apartmanda yaşıyordu ve destekleyici bir giysiye ihtiyaç duyuyordu. Otto’nun çığır açan tasarımının ilham kaynağı Swanhilda’ydı. Ancak Otto, tasarımına patent almadı ve bu nedenle sütyen mucidi olma şansını kaybetti.


1913

Patent alınan ilk modern sütyen, New York sosyetesinden Mary Phelps Jacob tarafından tasarlanan, ipek hanky ve pembe kurdele kullanılan tasarımdı.

Mary Phelps Jacob ve Tasarımı

1914-1918

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kadınların iş gücüne katılması gerekti. Birçok kadın fabrikalarda çalışmaya ve iş üniforması giymeye başladı; bu durum günlük korse kullanılmasında sorun yarattı.

İşçi Kadınlar, I. Dünya Savaşı

1917

ABD Savaş Sanayisi Kurulu, kadınların metal tüketimini azaltması için korse kullanılmasının durdurulmasını talep etti. Kaynaklar, gösterilen çaba sonucunda iki savaş gemisi yapmaya yetecek kadar, 28 bin tonluk metal tasarrufu yapıldığını yazmaktadır.

Savaş Gemisi

1918

Korse üreticileri, göğüsleri büyütmek yerine küçülmeye yarayan sütyenler yapmaya başladılar.

1920’ler

Warner, zamanın modası ile uyumlu, göğüsleri sıkılaştıran  yassı bir sütyen tanıttı.

Warner Tasarımı 1920ler

1928

Rus göçmen Ida Rosenthal ve kocası William, Maidenform’u buldu ayrıca sütyen ölçülerinin oluşturulmasının temelleri atıldı.

Ida Rosenthal

1930’lar

“Sütyen” kelimesinin kısaltılmış biçimi “brassiere” – “the bra”  popüler hale geldi.

Warner, kadınların vücut şekline uyum sağlayabilen ilk elastik sütyeni üretti.

1935

Warner’s, yakında tüm sütyen üreticilerince benimsenecek olan sütyen ölçülerini (A’dan D’ye) oluşturdu.

1940

Sütyenlere dolgu eklendi.

1941-1945

Geleneksel kumaş malzemeler (pamuk, kauçuk, ipek ve çelik) yerini sentetik kumaşlara bırakmaya başladı.

1946

Paris’te ilk bikini tanıtıldı.


1950 ler

Straples sütyenler sayesinde kadınlar artık omuzları açık kıyafet giyebiliyorlardı.

1959

Warners ve Du Pont, şu an çoğu sütyende kullanılan likrayı üretti.

1968

“Sütyen Yakma” protestosu yaşandı. Bir grup kadın 1968 Miss America yarışmasını protesto ediyorlardı ve öfkelerinin simgesi olarak çöp kutusuna makyaj ve saç spreyi, sütyen, kuşak, yüksek topuklu ayakkabı atarak yaktılar. Erkek egemen bir toplumda kadınların yeterince özgür olmadığı dile getirilmeye çalışılıyordu ve bu yakılan malzemelerin özgürlüğü kısıtladığı savunuluyordu. Bu olay tarihe “Sütyen Yakma Vakası” olarak geçti.
Sütyen Yakma Protestosu 1968

Sütyen Yakma Protestosu 1968

1973

İlk çıkmayan spor sütyeni tanıtıldı.

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...