15 Temmuz 2019 Pazartesi

Bilinen Tarih mi ? Şehir Efsanesi mi ? Karar Sizlerin

Ä°lgili resim

Hitler, dünya tarihindeki gelmiş geçmiş en faşist ve psikopat lider olarak bilinir. Çoğu kişi Hitler'i şizofrenin eşiğinde olan, fanatik Alman milliyetçisi psikopat bir lider olarak tanır, ancak gerçekte hiç kimse Hitler hakkında bildiklerinin kendilerine anlatılan resmi tarih senaryosundan başka bir şey olmadığını bilmez. Hitler, hakkında en çok komplo teorisi uydurulan tarihi liderlerden (kuklalardan) birisidir.
ABD'de sivri çıkışları ve dürüst kişiliği ile tanınan Texas Üniversitesi tarih profesörlerinden Texe Marrs'ın 2007 Mayıs'ında çıkan kitabının adı Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları.
Kitapta
1- Dünyayı yöneten Yahudi ailesi: Rotschild
2- Osmanlı devletinin planlı olarak nasıl dağıtıldığı
3- Arap birliğinin nasıl parçalara ayrıldığı
4- 1.Dünya Savaşı
5- Kukla Diktatör Hitler
6- 2.Dünya Savaşı
7- İsrail devletinin kuruluşu
8- Kennedy Suikastı
9- MOSSAD suikastları
10- 11 Eylül saldırıları olmak üzere 10 bölüm yer alıyor.


Bu bölümlerde yazarın savunduğu iddialar, kanıtlarla net bir biçimde ortaya koyuluyor. 

Öncelikle son yıllarda Türkiye'de ortaya çıkan Hitler hayranlığına ve "Türk Nasyonal Sosyalizmi" gibi kavramlara bir cevap olarak Hitler'in tarihi kimliğinin ardında yatan karanlık bağlantıları ana hatlarıyla sizlere aktarmaya çalışacağım.

DÜNYAYI YÖNETEN AİLE: ROTSCHILD AİLESİ

Çoğu kişi Rotschild ailesinin adını bile bilmez. Bu ailenin adı, ne  Forbes dergisinin düzenlediği ''Yılın Zenginleri'' bölümünde yer alır, ne de dünya jet-sosyetesinin partilerinde geçer. 

Ancak birçok ülkenin diplomatı bu ailenin adını duydukları zaman beş dakika durmak zorundadır. 

Çünkü bu aile dünya tarihi sahnesinde 1590 yılından beri vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Çoğu kişi dünyada hiçbir ailenin böylesine bir gücü elinde tutabileceğine inanamaz. 

Çünkü bir ailenin böylesine siyasi ve  ekonomik bir gücü nasıl elde ettiğini bilmiyordur. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki aile derken üç-beş kişilik çekirdek bir aileden bahsetmiyorum. 

Rotschild ailesinin bugün 1000-1500 civarında ferdi olduğu bilinmektedir. Bu aile fertlerinin her biri, dünyanın gelişmiş, ya da gelişecek olan ülkelerinde, çok derin faaliyetler sürdürmek üzere dağılmışlardır. Dünyada olan her siyasi ve ekonomik gelişmeyi, İsrail devletinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde düzenlemek en kutsal görevleridir.

Ailenin geçmişi 16.yüzyıla dayanıyor. 

Aile İngiliz Kraliyet Saraylarında kralın yaverliğini yapan bir aile olarak ortaya çıkıyor önceleri. Kralın izlemesi gereken siyaseti ve dış politika stratejilerini bu aile belirliyor.

Sadece bununla da yetinmeyip kraliyet saraylarındaki tüm ihaleleri kazanarak bu ihaleleri başarıyla sonuçlandırıp, hatırı sayılır bir servetin de sahibi oluyorlar.

İngiliz saraylarındaki kariyerleri sayesinde kolayca kazandıkları astronomik paralarla tarihin ilk bankacılık faaliyetini gerçekleştirip, İngiliz çiftçilerine de astronomik faizlerle tarım kredisi vermeye başlıyorlar ve 50 sene geçmeden neredeyse İngiltere devletinden daha zengin bir hale geliyorlar.


Faaliyet alanını iyice geliştirip derinleştiren Rotschild ailesi Avrupa'daki tüm imparatorlukların saraylarında söz sahibi oldu.

Sadece İngiltere'de değil, Avrupa'nın dört bir yanında tarımla uğraşan insanlara yüksek faizle kredi vererek, altın ve gümüş komisyonculuğu yaparak servetlerini iyice büyütüyorlar. 

Ekonomik gücü, aklın ve mantığın sınırlarını zorlamaya başlayan Rotschild ailesi, daha da karanlık ve karlı bir işe girişiyor. İşin adı "Savaşa giren devletlere faizle borç vermek"

Bunun ilk icraatını İngiltere-Fransa savaşında gerçekleştiriyorlar. 

İngiltere'ye savaşa girmesi için faizli borç olarak 35 ton altın veriyorlar. İngiltere, Fransa karşısında yeniliyor ve Rotschild ailesine olan borcunu ödeyemiyor. Borcun oluşturduğu mükellefiyetten dolayı, İngiliz Merkez Bankası yani Bank of England Rotschild ailesine devrediliyor.

Rotschıld ailesi İngiliz devletinin bu devretme işlemini bir şartla kabul ediyor:
İngiliz sterlinini kendilerinin basması şartı. 

İngiliz hükümeti bu şartı o dönemde kabul etmek zorunda kalıyor ve İngiliz sterlinini basma yetkisi bu Yahudi ailesine veriliyor.

Ekonomi hakkında pek bilgisi olmayanlar için bu durum pek bir şey ifade etmeyebilir. 

Para basma yetkisini başka bir kuruluşa ya da şirkete vermek demek aynı zamanda ülkenin bağımsızlığını da bu kuruluşa satmak demektir. 

Çünkü bir ülkenin bankası o ülkenin parasını basarken bastığı para karşılığında o ülkenin hazinesine değerli maden koymak zorundadır. 

Örneğin Türkiye Merkez Bankası, devlet matbaasında 20 YTL basıyorsa eğer, devlet hazinesine de 20 YTL değerindeki altını, elması ya da petrolü koymak zorundadır.

Aksi halde basılan para, kağıt parçasından başka bir şey olmaz.

İşte Rotschild ailesinin de yaptığı şey budur. 

İngiliz sterlinini basarak İngiliz hükümetine faizle borç olarak vermiş ve karşılığında altın ve elmas almıştır. Bu şekilde bir yılda 12 ton altın kar ettiği ekonomi tarihçileri tarafından söylenir.


Rotschild ailesinin en büyük girişimi ise İngiltere ile Amerika'daki kolonilerin savaşı olmuştur. 

Savaş sırasında Rotschild ailesi çok gizli bir biçimde Amerikan kolonilerini desteklemiştir. 

Amerika'nın İngiltere'ye karşı direnişini yöneten kişilere yüklü miktarda silah yardımı yapılmış, İngiltere'nin bu savaşta yenilmesinin sağlanacağı garanti edilmiş ve karşılığında, kurulacak olan Amerika devletinin resmi para birimini basma yetkisi istenmiştir. 

İngiltere ile savaş konusunda çok umutsuz olan başkan Washington ve ekibi bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmiştir.

Aile böylece günümüzde tüm dünyada çok popüler olan Amerikan dolarını basma yetkisini elde etmiştir.


Savaşı Amerikan kolonileri kazanmış ve İngiltere Amerika'dan elini ayağını çekmek zorunda kalmıştır. 

Savaştan yenik çıkan İngiltere bu sefer Amerika'ya yardım ettiği için Fransa'ya saldırmıştır. 

İngiltere, bu savaşa Rotschild ailesinin kendilerine finansal destekte bulunacağına güvenerek girdiyse de Rotschild ailesinden umdukları desteği bulamamışlardır.

Rotschild ailesi el altından Fransa'yı destekleyerek Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını garantilemek istemiştir.


Bir taraftan da İngiliz borsası üzerinde spekülasyona girişmiştir.

İngiltere-Fransa savaşı sırasında borsada müthiş bir hareketlenme olmuş ve borsada oynayan halk, savaşı kazanacaklarını düşünerek girişimlerini arttırmışlardır. 

Bunu fırsat bilen Rotschild ailesi ''İngilizlerin savaşı kazandığı'' iddiasını ortaya atarak İngiliz halkının her şeyini borsaya koymasını sağlamıştır.

Ancak, generaller ve ordudan geriye kalanlar yurda döndüğünde, İngiltere'nin savaşta kaybettiği ortaya çıkmıştır. 

Borsa anormal derecede yükselmiş ve böylece kağıtları elinde tutan Rotschild ailesi bu ticaretten en karlı çıkan isim olmuştur.

İngiliz tarihçilerin ''Kara eylül'' diye nitelendirdiği bu olay ile Rotschild ailesi adeta İngiltere devletinin mülkiyetini ele geçirmiştir.


İyice gelişen Rotschild ailesi, Kenan diyarında Tanrı'nın kendilerine vaad ettiği kutsal İsrail devletini kurmak için hazırlığa başlamıştır.

Osmanlı Devleti'nin parçalanması için gerekli olan her şeyi yapmışlardır. Osmanlı devletine komşu olan ülkeleri finanse ederek Osmanlı'ya karşı savaşmaları için kışkırtmışlardır. 

Böylelikle sudan bahanelerle Osmanlıya saldıran Rusya, Avusturya ve diğer komşu devletler, Osmanlıyı askeri ve ekonomik güç olarak iyice yıpratarak azınlık unsurların ayaklanmasını sağlamışlardır. Osmanlı devleti nereye koşacağını şaşırmış ve neticede isyan eden azınlıkların ayrı devletler kurmasına engel olamamıştır.

Osmanlının en çok dış borcu Rotschıld ailesinin sahibi olduğu Bank Of England bankasınadır.


Osmanlı Devleti, Rotschıld ailesine olan borcunu ödeyecek durumda olmadığından Rotschıld ailesi bunu fırsat bilmiş, Osmanlıya iğrenç bir teklifte bulunmuştur. 

Sultan 2. Abdülhamit ile görüşen Lord Baron Rotschıld "Kudüs şehrinin, Filistin'in, Suriye'nin ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin, yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında, Osmanlı devletinin tüm dış borcunu silme ve Balkanlar'da, Afrika'da kaybettikleri toprakları geri verme" teklifinde bulunmuş, ancak Abdülhamit teklifi şiddetle reddetmiştir.

Abdülhamit, dinen böyle bir tutum sergileyerek büyük bir sevaba girmişse de Osmanlı devletinin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. 

Daha sonraları Enver Paşa, Abdülhamit'in bu tutumunu tarihi bir hata olarak değerlendirmiştir.

Enver Paşa'ya göre Kudüs şehri ve Kenan diyarı Yahudilere geçici olarak verilmeli ve Osmanlı tekrar eski gücüne kavuştuktan sonra bu topraklar geri alınmalıydı. 

Atatürk'e göre ise Osmanlı devleti böyle bir şey yapsaydı bile yıkılmaktan kurtulamazdı çünkü Osmanlı üzerine korkunç oyunlar oynanıyordu. 

Özetlersek;
Süreçten sonra Rotschıld ailesi bütün gücüyle 1.Dünya savaşının çıkmasını tezgahlamıştır. 

Rotshıld ailesinin hesaplarına göre 1. Dünya savaşı ve Arabistanlı Lawrence'in faaliyetleri Arapların birçok  parçaya bölünmesi ve İsrail devletinin kurulması için yeterliydi.

Savaş gerçekleşmiş, Almanların önderliğindeki İttifak devletleri grubu savaşı kaybetmişlerdi. 

Rotschıld ailesinin hesapları tutmuş ve İsrail devletinin resmi kuruluşunun ilan edilmesine ramak kalmıştı.

Ancak tarihi rüyaya çeyrek kala Rotschild ailesi ayrıntılarda küçük bir hata yaptığını fark etti. 

İsrail devleti kurulmaya hazırdı ama, dağ ve ovalardan ibaret olan İsrail topraklarında kim yaşayacaktı? 

Avrupa'nın gelişmiş kentlerindeki rahatlığa alışmış olan Yahudiler, İsrail'de yaşamaya nasıl ikna edilecekti ?

Esas sorun buydu. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild ailesi radikal kararlar aldı ve yeni bir savaş için gerekli olan ortam hazırlanmaya başlandı.

KUKLA DİKTATÖR HİTLER'İN ORTAYA ÇIKIŞI VE 2. DÜNYA SAVAŞI

Almanya, Birinci Dünya savaşından adeta bir enkaz halinde ve oldukça demoralize bir biçimde çıkmıştı. 

Devlet tüm ekonomik ve askeri gücünü kaybetmişti. Ve çok ağır yaptırımlar içeren savaş tazminatı anlaşmalarına imza atmışlardı. Ancak Almanya'nın borçlu olduğu ülkelerin merkez bankalarının %85'i Rotschild ailesine ait olduğundan Almanya nerdeyse sadece Yahudi Rotschild ailesine borçluydu. Rotschild ailesi, Almanya'nın,  bu yüklü borcun onda birini dahi ödeyemeyeceğini biliyordu.

Rotschıld ailesi, Alman Merkez Bankasının kendilerine devredilmesi  karşılığında dış borçlarının silinmesini teklif etti ve Almanlar teklifi kabul etmek zorunda kaldı. 

Aslında bu durum sonun başlangıcıydı.

Bırakın savaşacak parayı ve silahı, savaşta askere alacak erkek vatandaşı bile kalmayan Almanya tekrar tüm dünyaya kafa tutacak gücü nereden ve nasıl bulabilirdi ? 

Bunun için ancak Tanrının yardımı gerekirdi.

Ancak daha onlar intikam planını yapmadan önce, Rotschild ailesi onlar için çok gizli bir plan yapmıştı bile. 

Bu plana göre sahte ama çok inandırıcı bir faşizm rüzgarı Avrupa'da esecek ve Yahudilere en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir şekilde şiddet ve baskı uygulanarak İsrail'e göç etmeye mecbur bırakılacaklardı . 

Bu planın ilk bölümü Almanya'nın ekonomisinin ayağa kaldırılması ve hızla silahlanmasının sağlanmasıydı. 

Muazzam bir ekonomik ve askeri güce kavuşan Almanya'nın başına 1. Dünya savaşında er olarak savaşan fanatik milliyetçi Hitler getirildi. 

İtalya ise Alman Faşizmi'nin etkisi altında kalmış ve iktidara Mussolini gelmiştir. 

Mussolini'nin iktidara gelmesi Rotschild ailesinin bir planı değil kendiliğinden gelişmiş bir olaydı ama bu durum Rotschıld ailesinin ekmeğine yağ sürmüştü. 

Hitler, hitabet yeteneği ve ürkütücü karizması ile Alman halkını yediden yetmişe peşinden koşturmuştur.

Hitler'in konuşmalarında ve toplantılarında ise şaşırtıcı bir biçimde ana hedef Yahudilerdir. 

Hitler'in iktidara gelmesinden önce kardeş gibi bir arada yaşayan Alman ve Yahudi halkları birbirlerine hiçbir zararlarının dokunmamasına rağmen oluşturulan yapay kaos ortamı yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı hale  gelmişlerdir. 

Savaştan önce Yahudi işadamlarına Nazi gençlerinin düzenlediği saldırılar, ev kundaklamalar ve cinayetler ortamı iyice germiştir.


Zengin olan Yahudiler bir yolunu bulup Almanya'yı terk etseler de, fakir olan zararsız Yahudiler bir yere gidecek paraları olmadığından oldukları yerde kala kalmışlardı. 

O dönemler savaş dönemleri olduğundan Almanya'nın dışına çıkmak için büyük paralar ve bazı önemli bağlantılar şarttı.

Hitler savaşı başlatmış ve Almanya'nın sahte intikam harekatı başlamıştı.

Almanya savaşın ilk yıllarında başarı göstermiş ve Fransa, Yugoslavya, Çekoslovakya, Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin tamamını çok kısa sürede ele geçirmişti. 

Özellikle Paris'e 2 saatte giren Nazi orduları İngiltere ve İspanya'nın iyice ürkmesine neden olmuştur.

İngiltere'yi hava saldırıları ile darmadağın eden Nazi orduları bir taraftan da
sözde Yahudi soykırımı yapmaya başlamıştır.

Yahudiler bir bir katledilmiş ve imha fırınlarında yakılmıştır.

Ortada öyle korkunç bir ortam vardır ki, savaştan sonra bölgeyi teftişe gelen Amerikalı generaller bile uçaklarından iner inmez havadaki pis kokudan dolayı hava alanında kusmuşlardır. Havadaki pis kokunun nedeni ise sürekli olarak yakılan insan cesetleri ve çürümüş cesetlerdir.

Savaştan sonra tam bir korku ülkesine dönen Almanya'da ortaya atılan iddialara göre neredeyse hiç Yahudi bırakılmamıştır.

Ancak Sovyet araştırmacılar durumun hiç de öyle olmadığını savaşta katledilenlerin sadece %15'in Yahudi olduğunu net ve çarpıcı belgelerle kanıtlamışlardır. 

Bu belgelere göre savaşta öldürülenlerin çoğu ermeni, çingene ve Polonyalılardı . Geriye kalan zengin Yahudiler Rotscild ailesinin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile ve Amerikan askerlerinin denetiminde, gizlice (Amerika'ya değil) İsrail'e kaçırılmışlardır. 

İsrail'e getirildikleri dönemden İsrail devleti kuruluncaya kadar olan süreçte tabiri caizse Allah'ın dağında prefabrik usulü yapılmış evlerde kalmışlar ve büyük zorluk çekmişlerdi.

Kaçmak için girişimlerde bulunanlar ise Tevrat'ın emrettiği bir biçimde idam edilmişlerdir. 

Neticede yaratılan sahte milliyetçi bir hava ile sözde Yahudi soykırımı yapılmış, tüm dünyada Yahudilere yönelik şiddet eylemlerine girişilmiş ve Yahudiler 

İsrail'e göç etmek zorunda bırakılmışlardır.

Yani Rotschild ailesi 1. Dünya savaşında yarım bıraktığı işi 2. Dünya savaşında
tamamlayabilmiştir.

Aşırı dindar bir aile olan Rotschild ailesi, kendilerine göre, Tanrı'ya olan sözü yerine getirmiştir.


BAŞKAN KENNEDY'NİN ORTADAN KALDIRILMASI

2. Dünya savaşından sonra kurulan İsrail devletinde her şey 1960 yılında John Fitzgerald Kennedy'nin Amerikan başkanı olmasından sonra değişmiştir.

Kennedy Amerikan tarihinin en genç Başkan'ıdır ve aynı zamanda ilk katolik Başkandır. 

Kennedy'den önce Amerika'da katolik bir Başkan hiçbir zaman olmamıştır. John F Kennedy'nin babası olan Joseph Kennedy de politikacı olup aynı zamanda İngiltere büyükelçiliği yapmıştı.

Ne babası, ne de Başkan Kennedy Yahudilerle iyi geçinemiyorlardı. Babası büyükelçilik yaptığı dönemde Londra'da Yahudilerin boy hedefi haline gelmiş ve çeşitli saldırılara maruz kalmıştı.

Sigmund Rotschild, Kennedy'ye "Başkan seçildiğinde Ortadoğu'da İsrail tarafını tutan bir politika izlemesi karşılığında, milyonlarca doları bulan seçim kampanyası masraflarını karşılamayı" teklif etmiştir.

Ancak Kennedy böyle bir teklifin bir daha yapılmamasını rica etmiş ve kendisini hakarete uğramış hissettiğini belirttirmiştir. 

Kennedy, İsrail lobisinin Amerikan devleti üzerindeki faaliyetlerinden son derece rahatsızdı. Kennedy'ye göre lobilerin faaliyetleri, Amerikan bağımsızlığına vurulmuş bir darbeydi. 

KENNEDY İLE İSRAİL BAŞKANI BEN GURİON'UN NÜKLEER KAVGASI


İsrail kurulduğu günden beri Ortadoğu'da süper güç olma hayali ile hareket etmiştir. 

Bu yüzden İsrail Devleti hızlı bir "nükleer silahlanma programı" izlemeye başlamıştır. 

İsrail'in Dimona Çölü'nde kurduğu nükleer santralinde peynir-ekmek gibi atom bombası ve nükleer başlıklı füzeler üretmesi Başkan Kennedy'yi çok rahatsız etmiştir.

İsrail'in nükleer füzelerinin Ankara, İstanbul, Şam, Tahran, Bağdat ve Riyad gibi şehirleri vuracak kapasitede ve menzilde olması Kennedy yönetimini önlem almaya mecbur bırakmıştır.


Kennedy, Ben Gurion'a yazdığı sert bir uyarı mektubunda ''İsrail'in nükleer programını durdurmaması durumunda Amerikan yönetiminin yaptırım uygulamaktan kaçınmayacağını belirtmiştir''


Ben Gurion da cevap olarak gönderdiği mektupta Kennedy'ye ''Genç Adam'' diye hitap etmiş ve bazı ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu mektuplaşmalar iyice çığırından çıkmış ve hakaretleşmeye dönüşmüştür. 

Bu durum üzerine tepki olarak Ben Gurion istifa etmiştir. 

Ünlü Yahudi politikacı Henry Kissinger ''İsrail'in nükleer programına son vermesi İsrail'e büyük zarar verir'' diyerek Kennedy'yi ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır.

Kennedy bununla da yetinmemiş ve 4 Haziran1963'te Amerikan Temsilciler Meclisi'ne danışarak çıkarttığı 11110 sayılı kanunla Amerikan Dolar'ını basma yetkisini Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank'ın elinden alarak Amerikan Merkez Bankası'na vermiş ve''bir ülkenin parasının denetiminin şahısların elinde olmasının büyük bir sorun olduğunu'' belirterek kendi sonunu hazırlamıştır.

Federal Reserve Bank, İsrail'in en büyük gelir kaynağıdır, tabiri caizse şah damarıdır. 

Kennedy, dolar basma yetkisini Federal Reserve Bank'ın elinden alarak adeta İsrail'in şah damarını kesmiştir.

Neticede İsrail için Kennedy'nin etkisiz hale getirilmesi farz olmuştur. Kennedy'nin seçimleri kaybetmesini beklemek boş bir umuttu, çünkü Kennedy halktan büyük destek görüyordu.

Kennedy'ye seçimler kaybettirilse bile sonradan kazanması yüksek ihtimaldi. Üstelik Kennedy'nin kardeşi de gelecek vaad eden bir politikacıydı.

Tek bir çare gözüküyordu. O da suikast idi. Kennedy bir şekilde öldürülürse Amerikan yasaları gereği yerine yardımcısı getirilecekti.

Kennedy'nin yardımcısı Lyndon Johnson'dı. Johnson tam bir İsrail taraftarıydı. Üstelik Kennedy ile hiç iyi geçinemiyordu, söylentilere göre Kennedy kendisini kovmaya çalışıyordu. 

İsrail, suikast kararı alır ve bunu, Amerikan derin devleti içindeki bağlantılarını kullanarak gizlice uygulamaya koyar. Kennedy'yi öldürmek için en uygun ortam
seçim kampanyaları için geleceği Dallas'tır. 

Dallas'ta her zamanki gibi üstü açık araba ile halkı selamlayacak olan Kennedy'yi korumakla görevli CIA ajanları özel olarak ayarlanacak ve başkanın güvenliği sabote edilecekti. 

Böylece suikast çetesi Kennedy'yi rahatlıkla öldürebilecekti.

Suikast çetesi için değişik rivayetler vardır.

Kimileri Kennedy'yi Fransız suikast çetesinin öldürdüğünü, kimileri ise Kübalı sürgünlerin öldürdüğünü iddia eder ancak kesin olan bir şey var ki, Kennedy'yi öldürenler çok profesyonel ve acımasız keskin nişancılardan (sniper) oluşan bir suikast timidir.

Kennedy'nin ziyaretinden önce, yani 21 Kasım 1963 akşamı Dallas'ta bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştır. 

Ancak şehir halkı buna rağmen başkanı en iyi şekilde karşılamak için elinden geleni yapmıştır.

22 Kasım 1963 sabahı Washington D.C.'den Air Force One uçağı ile gelen Başkan Kennedy ve eşi, sabah 09'da şehir merkezinde Dallas valisi Connaly ile birlikte kahvaltı ettikten sonra üstü açık bir limuzine binerek halkı selamlamaya başlamışlardır. 

Tam 6 aracın olduğu kortejde en son arabada Başkan Kennedy ve Vali Connaly vardır. 

Önde motosikletli SS korumalar ve yanda CIA ajanlarının bulunduğu arabalarla Kennedy'nin arabası Kortejle birlikte Elm caddesinden Houston'a doğru beklenmedik bir dönüş yapar.

O sırada silah sesleri yükselmeye başlar.

Polisler telsizle anons etmeye başlar: ''Korteje ateş ediyorlar yere yatın'' diye.

Tam 6 el silah sesi duyulur. Birinci mermi arabayı ıskalar ve alt geçitte bekleyen
Edmund Harris adındaki taksi şoförünün kulağını parçalar. 

İkinci mermi Kennedy'yi tam omzundan vurur. 

Üçüncü mermi Kennedy'yi ıskalayıp ön koltuktaki vali Connaly'i omzundan vurur. 
Dördüncü mermi Kennedy'yi boynundan vurur, aynı mermi başkanın vücudundan çıkıp Vali Connaly'i sırtından vurur. 

Beşinci mermi arabayı ıskalayıp dikiz aynasını kırıp dışarı çıkar. Ve Altıncı mermi... 

Altıncı mermi başkan Kennedy'yi tam kafasından vurur. Başkanın kafasını parçalayan mermi bulunamaz.

Suikasttan sonra yapılan araştırmalarda Kennedy'yi sözde komünistlerden vatan haini Lee Harvey Oswald'ın vurduğu iddia edilir.

Ortada altı mermi olmasına rağmen Oswald'ın tek katil olduğu görüşüne varılır.

İddialara göre Oswald, Texas Okul kitapları bürosunun altıncı katındaki pencere dibinden İtalyan yapımı "Mannlicher Caracano" marka sniper tüfeği ile altı kez ateş ederek Başkanı öldürmeyi başarmıştır. Lee Harvey Oswald apar topar hapsi boylamıştır.


Deliller birden çok sayıda keskin nişancının olduğunu göstermesine rağmen, İsrail denetimindeki Amerikan derin devleti, suçu Lee Harvey Oswald'ın üzerine atarak diğer delilleri bir bir yok etmiştir.

Suikastı gören 57 kişi ölü bulunmuş, ölümler kaza veya intihar ile açıklanmıştır.


Lee Harvey Oswald ise suikasttan iki gün sonra, mahkeme çıkışında yüzlerce FBI ajanı ve polisin arasında Yahudi bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından öldürülmüştür. 

Bu Amerikan milliyetçisi Yahudi, Lee Harvey Oswald'ı öldürmesinin nedenini ise "komünistlerden Amerika'nın aldığı intikam" olarak yorumlamıştır. 

Birden çok sayıda keskin nişancı tarafından vurulan Kennedy'nin otopsisini Amerikan ordusundaki üst düzey amiral ve generaller yürütmüş ve  otopsideki suikast delillerini bir bir sabote etmişlerdi. 

Ailesi, Kennedy'nin kafasının kesilerek incelenmesini ve böylelikle gerçek suikastçıların bulunmasını istediğinde ise, Amerikan birimleri konuyu şiddetle reddetmişlerdir.

Kennedy apar topar gömülerek konu örtbas edilmiştir.

Başkan Kennedy'nin suikast sonucu öldürülmesinden sonra başkan adayı olan kardeşi senatör Robert Kennedy de bir basın toplantısı sırasında İsrail işbirlikçisi Filistinli bir genç tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.


KENNEDY SUİKASTININ SONUÇLARI
İsrail, Kennedy'nin kapattığı Dimona çölündeki nükleer santralini tekrar açmış ve nükleer silah üretimine eskisi gibi devam etmiştir.

Başkan Kennedy'nin çıkarttığı, Federal Reserve Bank'ın elinden Amerikan dolarını basma yetkisini alan 11110 sayılı kanun iptal edilmiş ve Amerikan dolarını basma yetkisi tekrar Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank'a verilmiştir. 

II. Dünya savaşından sonra ılımlı ve sakin bir politika izleyen Amerika devleti özellikle Kennedy suikastından sonra soğuk savaş sürecini de başlatmıştır.

Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki soğuk savaştan tüm dünya devletleri çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki silahlanma rekabeti adeta bir sidik yarışına dönmüştür.

Amerika tüm dünya genelinde emperyalist faaliyetlerine hız vermiş ve  Vietnam'a saldırmıştır. 

Vietnam'da binlerce kişinin ölmesine ve birçok  ülkenin bu savaştan dolaylı olarak zarar görmesine neden olmuştur.

Amerika'da İsrail lobisi ise iyice pervasızlaşmış ve yönetimde söz sahibi olmuştur. 

Amerika İsrail Devletinin yaptığı katliamlara sesini çıkaramaz hale gelmiş ve  İsrail ile suç ortaklığı yapmaya başlamıştır. 

En basitinden örnek vermek gerekirse İsrail devletinin çok gizlice yürüttüğü "Samuel Vanunu'yu kaçırma operasyonu"na istemeden şahit olan bir Amerikan Fırkateynindeki 23 deniz piyadesi İsrail hücum botları tarafından açılan ateşle öldürülmüştür.

Denize düşüp kaçmaya çalışan askerler bile İsrailliler tarafından öldürülmüştür.

Olayın basına sızmasına izin verilmemiş ve yahudilerin kontrolündeki Amerikan basını konuyu haber bile yapmamıştır. 

CIA tüm dünyada ''komünizmle mücadele'' doğrultusunda adına GLADIO denilen ve Beyrut'taki gerilla kamplarında eğitilen katillerden ve paralı askerlerden oluşan gizli bir ordu hazırlamış ve bu paralı katilleri maaşa bağlayarak dünyanın her yerinde komünistleri ve sol düşüncelileri öldürmekle görevlendirmiştir. 

Bu bağlamda Türkiye'deki sağ-sol çatışmaları, siyasi amaçlar için işlenen cinayetler, katliamlar, terörist eylemler, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ve 12 Eylül darbesi hep Gladio'nun eserleridir.


Gladio ordularının kurulması ne tesadüfse Kennedy suikastından hemen sonraya denk gelir. 

Amerika'nın "Büyük Ortadoğu Projesi" başlamıştır.

Büyük Ortadoğu Projesinin diğer adı ise Büyük İsrail Devleti projesidir.

Kennedy suikastından sonra Büyük İsrail Devleti Projesine hız verilmiştir.

Büyük İsrail Devleti Tevrat'ta Tanrı Yehova'nın Yahudilere vaad ettiği topraklardan oluşmaktadır. 

11 Eylül saldırıları, Münih'teki eylemler ve daha birçok terörist eylem aslında Büyük İsrail Devleti projesinin bir parçasından başka bir şey değildir. 

Büyük Ortadoğu projesi yeni bir şey değil ki. Yüzyıllardır var olan bir proje...
Osmanlıların yıkılması, Arapların parçalanarak bir sürü ülkeye bölünmesi,  Türkiye'deki terör eylemleri ve istikrarsızlık ve Irak, İran gibi ülkelerin periyodik olarak neredeyse her on yılda bir sorun çıkarması rastlantı olmasa gerek.

...............................................ALINTI................................................

Gözdağı

Ben, Halil Nuri Yurdakul muhafız alayı (mülhak) genel sekreteri iken bir gece beni uyandırıp, alaya çağırdılar. Vakit gece yarısını epeyce geçmişti. Ben böyle çağırmalara pek alışık olduğum için, olayı hiç yadırgamadım.
O zamanlar muhafız alayı ve alayda görevli subayların evleri, bugünkü Tandoğan Meydanı’ndaki boş tarlalarda kurulan barakalardaydı. Alaya gelince Tekçe, Paşa’nın telefonla verdiği şu emri bildirdiler:
“Atatürk trenle seyahate çıkacaklardır. Bütün hazırlıklar derhal yapılsın ve bütün önlemler derhal alınsın.”
Doğru Ankara istasyonuna koştum. Ve tren hazırlıklarına başladım. Ayrıca Ata’nın seyahatlerinde daima bir koruyucu birlik de beraber giderdi. Bu birliğin de hazırlıklarına başladık. Fakat nereye gidileceğini bilmediğimiz için askerî yiyecek evrakını dolduramıyorduk. İstasyondan kumandanı aradım:
“Kumandanım, nereye gideceğiz, hem treni o istikamete hazırlattıracağım hem de askerin yiyecek evrakını o yöndeki birliklere kestireceğim,” dedim. Komutan telefonda bana bağırdı:
“Ne yaparsan yap, biz istasyona geliyoruz,” dedi.
Anladım ki durum çok karışık. Atatürk de çok kızgın ve sinirli ki, komutan da bir şey soramıyor. “Acaba askerî bir hareket mi var?” diye aklımdan geçti. Çünkü o zamanlar İtalyanların Antalya’ya asker çıkaracağı veya Fransızların Hatay’ı vermemek için oraya birlik kaydıracağı söylentileri dolaşıyordu. Ben, koruyucu birliğin yiyecek evrakının her şeyini hazırlatıp gideceği yerin ismini boş bıraktım. Trenin de iki tarafına birer lokomotif hazırlattım, fakat bağlatmadım. Bütün hazırlıklar iki taraf için yapıldı. İki yöne de telgraflar çekildi. Koruma birliği de vagonlara yerleştirildi.
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş saat iki-üç olmuştu. Az sonra Atatürk istasyona geldiler. Her hâllerinden çok sinirli oldukları belli oluyordu. İsmail Hakkı Bey de arkalarında idi. Doğruca trene yürüdüler. Biz hâlâ hangi yöne hareket edeceğimizi bilemiyorduk. Tekçe komutana yaklaşıp:
“Kumandanım hangi tarafa gidiyoruz. Ben her iki taraf için de hazırlıklarımızı yaptırdım,” dedim. O da çok gergin ve sinirliydi:
“İyi şimdi öğreniriz. Ben hâlâ Ata’ya soramadım,” deyip trene bindiler. Az sonra Tekçe beni emretti, koşarak trene çıktım. Tekçe:
“Hareket Polatlı istikametine,” dedi. Hemen koşup o taraf lokomotifini bağlattık ve Polatlı yönüne hareket edildi. Hemen telefon ve telgraflarla Ata’nın Polatlı’ya doğru hareket ettiği bildirildi.
Atatürk ertesi gün Sakarya’ya gelmiş ve askerî birlikleri teftiş ederek aynı gün Ankara’ya dönmüşlerdi. Sonradan öğrendik ki, o zamanlar çok konuşulan Hatay meselesi ve İtalyanların Antalya ve yöresine saldıracakları konuları Atatürk’ün yanında da konuşulmuş. O da müthiş sinirlenmiş ve kalkmış ayağa:
“Geleceklerse gelsinler. Ne göreceklerini düşünemezler bile!” diye kükremiş ve böyle bir geziyi düzenlemişlerdi.
Tabii ertesi gün bütün gazeteler baş makalelerinde bu haberi vermişler ve Atatürk’ün askerî birlikleri gece teftiş ettiğini o günün şartlarına göre yorumlamışlardı.
Bunları bütün sefirler, bu arada Fransız ve İtalyan sefirleri de okuyarak hükümetlerine bildirmişlerdi. Tabii ki bu hareket Türklerin her şeyi düşünerek, âdeta alarmda bekledikleri görünümü ile dış basına yansımış ve onlara iyi bir gözdağı olmuştu.


Kaynak:
Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul Atatürk'ün yaveri Halil Nuri YURDAKUL'un oğludur...
Atatürk resmini Prof.Dr Alper Karaoğlan renklendirmiştir.

Unutma ağla ve kardeşlerine sıkı sıkı sarıl ...

Ne zaboravi da plačeš i drži svoje braće i sestre
Unutma ağla ve kardeşlerine sıkı sıkı sarıl ...

4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna’nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce referandumla bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek’teki Müslüman çoğunluğu yok etmek istiyorlardı.
Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.
Kuşatma tam 1425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 havan topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna’nın (ve Tuzla, Mostar, Zenica, Bihaç, Travnik vd.) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.
Savaşta; 312 bin insan öldü. 35 bini çocuktu.
Kuşatma altındaki Saraybosna’da ölen çocuk sayısı 1566 idi.
İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece biriydi...
Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp Çetnikler ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp karşı koyuyorlardı.
Yine bir gün...
Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu üzerlerine. Çaresizdiler. Halide’nin biri 14, diğeri 16 yaşındaki iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...
Halide Boyadzic’in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu düşmüştü...
İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi. Oğullarının parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu. Sonra...
Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına verdiler. Ancak...
Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi ellerimle gömeceğim" dedi...
Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma 44 ay sürdü.
Gün geldi; çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne kadar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.
Ve bir gün...
2 Ocak 1994. Öğle üzeri...
Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınıktan gizlice çıktılar.
13 yaşındaki Nermin, 12 yaşındaki Indira, 11 yaşındaki Daniel, 8 yaşındaki Mirza ve Admir ile 5 yaşındaki Jasmina neşeyle kaymaya başladılar.
Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da yıkanmadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.
Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna’da bir gece sabaha karşı nasıl sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:
"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.
Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara bölmüştüm; hepsinin başına da içlerinden birini ’komutan’ atadım.
Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye’den gelen büyük bir kaşar peynirini onlara verdim. Sevindiler.
Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil on bir parçaya ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu. Savaşta bunun cezası ölümdü.
Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı asker olayı açıkladı:
Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için almıştı.
Ancak yatışmamıştım; çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın Sırp’tı!
Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.
Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.
Kadın, ’Komutan, sen nasıl Müslüman’sın; o ihtiyar komşumun ne suçu, ne günahı var; o bir şey yapmadı ki; oğlu yaptı!’ dedi.
Birden dona kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür ağladım..."
Bu acımasız savaşta topyekûn birilerine "iyi"; birilerine "kötü" derseniz, polis Vesna Doyuz’a haksızlık yaparsanız.
Vesna Sırp’tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30 kişilik birliğiyle İgnam Dağları’nda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün yardımcısı Adnan ile birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç’teki şehit mezarlığındadır.
Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo Türkiye’de askeri okulda okudu.
Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek Ordusu’nda görev yapıyor. Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...
Bosna-Hersek’te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk Devleti biliyordu.
Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir şey" de yapamıyordu.
İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar" olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna’ydı.
"Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna’nın yolunu tuttu.
Bosnalılara "ticaretin inceliklerini" öğretti!
Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu!
O, isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...
BOSNA’da bugüne kadar 300 toplu mezar bulundu.
Rivayet odur ki:
Bosnalılar savaş sırasında artık sayıları yok olmak üzere olan kelebekleri takip ederlermiş.
Bilirlermiş ki kelebekler dağların, tepelerin en ıssız yerlerinde yetişen bir çiçeğin üstüne konarmış. Kelebeklerin konduğu o çiçekler, sadece toplu mezarların bulunduğu yerlerde yetişirmiş.
Bu çiçeğe "ölüm çiçekleri" adını vermiş Bosnalılar. Bosnalılar, o kelebekler, o çiçekler sayesinde ölülerine kavuşmuşlar. Ve bugün bir kelebek görseler hemen heyecanlanıp peşine düşüyorlar.
Çünkü 18 bin kişi hálá kayıp...
Bosnalı Müslümanlar savaştan en çok zarar gören kesim oldu. Bunun sebebi olarak; erken davranıp silahlanmamaları; hızla örgütlenememeleri ve savaşmayı bilmedikleri gibi nedenler gösterilmektedir.
Aslında asıl neden bunlar değildi.
Asıl neden; onlar hálá Osmanlı’ydı!
Onlar hálá Fatih Sultan Mehmed’in 1478 yılındaki fermanına inanıyorlardı:
"Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseler ile her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkárlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir!"
Bosnalı Müslümanlar, Yugoslavya’yı bir arada tutan Mareşal Tito’nun da bu fermana bağlı kaldığını biliyorlardı.
Ancak.
Doğu Bloku’nun yıkılması Yugoslavya’yı da parçaladı; 6 bağımsız, 2 özerk cumhuriyet kuruldu.
Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde 99.4’ü bağımsızlığı onaylayınca, Sırplar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı kuşattı. Mahalleler bölünmeye, barikatlar kurulmaya başlandı.
5 Nisan günü, çoğunluğu genç olan Bosnak, Hırvat ve Sırp gençler barış mitingi düzenlediler. İlk ateş bu mitingde açıldı; iki gencecik kız öldürüldü ve olaylar başladı ...
Türkiye’deki sağcılar, solcular, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; bu topraklarda yaşayan herkes birbirine sarılsın.
Aksi durumda akıllarına bile gelmeyecek olayların yaşanacağını bilsinler.
Bosna acılı bir örnekti.
Yeter ki ders almasını bilelim...

Me­ma­lik-i Mah­ru­sa­ ...

Halk için­de mu­te­ber bir nes­ne yok dev­let gi­bi
Ol­ma­ya dev­let ci­han­da bir ne­fes sıh­hat gi­bi­
Bu iki mıs­ra Ka­nu­ni'nin dev­le­te na­sıl çok önem ver­di­ği­ şek­lin­de yo­rum­la­nı­yor ...

Dev­le­t söz­cü­ğü Arap­ça'dan ge­lir ve 19'un­cu yüz­yı­la ka­dar bu­gün­kü an­lam­da kul­la­nıl­maz­dı. Arap­ça­da dev­le­t; fe­le­ğin çar­kı­nın dö­nü­şü­nün ba­zı ki­şi­le­ri ta­lih­li­ kıl­ma­sı de­mek­ti.
Ya­ni as­lı­nda Ka­nu­ni di­yor ki:
Ha­yat­ta en de­ğer­li şey mut­lu­luk­tur
Mut­lu­luk­la­rın en yü­ce­si bir so­lu­num doğ­ru­luk­tu­r..

Ya dev­let?.. O ne­re­de?..
Bu­gün bi­zim “dev­le­t” de­di­ği­mi­ze Os­man­lı “mül­k” di­yor­du!
Os­man­lı ken­di­ni “Me­ma­lik-i Mah­ru­sa­” kav­ra­mıy­la ta­nım­la­dı; ko­ru­ma­sı kon­tro­lün­de­ki top­rak­lar ile şe­hir­ler­de­ki ti­ca­ret ve za­na­at pa­di­şa­hın te­ke­lin­dey­di.
Os­man­lı'nın tüm sa­hip ol­du­ğu­na “mül­k” de­nir­di. Ve bu “mül­k” pa­di­şa­ha, Al­la­h'ın em­riy­le “mi­ra­s” ola­rak gel­miş­ti.
“Dev­le­t”, mülk sa­hi­bi­nin sı­fa­tıy­dı; ya­ni, pa­di­şah biz­zat dev­le­tin ta ken­di­siy­di.
Os­man­lı bu sis­te­mi, Ro­ma­lı­la­r'dan al­dı (Pat­ri­mo­ni­alizm). Bu sis­tem­de; gü­cü­nü gök­ten alan “Kut­sal Ba­ba­” ve hiz­met­çi­le­ri var­dı.
Rea­ya- be­ra­ya; ya­ni köy­lü- kent­li “yer­den bit­mey­di­”.

Oy­sa ik­ti­dar sa­hi­bi “gök­ten in­mey­di­”; Al­la­h'ın yer­yü­zün­de­ki göl­ge­siy­di!
Sü­rü ve ço­ban iliş­ki­siy­di bu; sü­rü­nün ço­ba­na ih­ti­ya­cı var­dı. Sü­rü'yü kul­la­rın oluş­tur­du­ğu­nu yaz­ma­ma ge­rek var mı?
Ve:
Bu “dü­ze­n” (ni­zam) kut­sal­dı.
Ni­za­ma baş­kal­dır­mak, Al­la­h'a baş­kal­dır­mak­la bir­di ve fe­sat­lık­tı; ka­rı­şık­lı­ğa (ih­ti­la­le) yol açar­dı; ce­za­sı ölüm­dü.
Han­gi hu­ku­ka gö­re bu ce­za ve­ri­li­yor­du?
Ne­re­de bü­yük bir İs­lam im­pa­ra­tor­lu­ğu ku­rul­du ise ora­da “Ha­ne­fi Eko­lü­” be­nim­sen­di.
Os­man­lı'da iki hu­kuk sis­te­mi var­dı; bi­ri Şe­ri­at di­ğe­ri Ka­nun hu­ku­ku.
Bi­ri Al­la­h'ın di­ğe­ri Pa­di­şa­h'ın ira­de­siy­di.
İki hu­ku­kun da gö­re­vi, de­ğiş­mez de­ğiş­ti­ri­le­mez “dü­ze­ni sağ­la­ma­k” ve “dü­ze­ni­” yü­rüt­mek­ti.

Os­man­lı ik­ti­da­rı­nın dü­şün­sel dün­ya­sı ni­zam ile fe­sat­lık kav­ra­mı ara­sın­da iş­li­yor­du.
Bun­lar ik­ti­da­rın ba­kı­şıy­dı.

Pe­ki ya halk?
Ko­ca im­pa­ra­tor­luk her­ke­si “ku­l” ya­pa­ma­dı.
Bun­la­rın ba­şın­da Türk­ler Ale­vi­ler var­dı…

Türk­ler 10'un­cu yüz­yıl­dan iti­ba­ren Ho­ra­sa­n'dan baş­la­ya­rak tüm İra­n'a, Arap İs­lam coğ­raf­ya­sı­na ve Ro­ma top­ra­ğı Ana­do­lu'ya ege­men ol­ma­ya baş­la­dı.
Türk­ler ön­ce­le­ri gö­çe­bey­di. Za­man­la ço­ban Türk­ler, top­ra­ğı sa­hip­len­me­ye baş­la­dı; Ro­ma köy­lü­sü­nün ye­ri­ni alıp yer­le­şik dü­ze­ne geç­ti. Arap­lar ve İran­lı­lar­la bir­lik­te Or­ta­do­ğu'nun en bü­yük et­nik gru­bu ol­du.
Türk­ler im­pa­ra­tor­lu­ğu bi­len bir mil­let­ti. Bu­nu yaz­ma­mın ne­de­ni, im­pa­ra­tor­luk ha­li­ne ge­len Arap Müs­lü­man­la­rı, Türk­le­ri hep “çöz­me­le­ri ge­re­ken bir so­ru­n” ola­rak gör­dü. Türk­ler kö­tü Müs­lü­man­dı!
Çün­kü…
Hâlâ Cen­giz Han ya­sa­la­rı­nı uy­gu­lu­yor­lar­dı; ya­şam­la­rı fark­lıy­dı.
Ör­ne­ğin, ka­dın­lar er­kek­ler­den ay­rı ya­şa­mı­yor­du; iç içey­di­ler; rol­le­ri eşit­ti. Ka­dın­lar pe­çe tak­mı­yor­du. İs­te­dik­le­ri ye­re gi­dip ge­li­yor­du; eğ­len­ce­ler­de baş kö­şe­de otu­ru­yor­du.
Ve en önem­li­si sa­va­şa ka­tı­lı­yor­lar­dı. Söz ve ka­rar­da ka­dın­lar var­dı; Türk bey­le­ri ölün­ce tah­ta eşi otu­ru­yor­du; Mo­ğol­la­r'da Er­ge­ne Ha­tun ya da Ha­rezm­şah­la­r'da Ter­ken Ha­tun gi­bi…
Türk­le­r'in ce­na­ze ve dü­ğün­le­ri Müs­lü­man­la­ra (Arap­la­ra) ben­ze­mi­yor­du; Şa­man inan­cın­dan ge­ri adım at­mı­yor­lar­dı.
Ken­di boz­kır geç­miş­le­ri­nin bir par­ça­sı olan Şa­man-Şeyh ben­zer­li­ği ne­de­niy­le su­fi­li­ği ta­sav­vu­fu be­nim­se­di­ler.
Hz.Ali'nin ha­li­fe se­çim ay­rı­lı­ğı Müs­lü­man­lar ara­sın­da ay­rış­ma­ya ne­den ol­du ve Türk­ler Şah-ı Mer­dan Hz. Ali'nin sa­fı­na geç­ti. Ay­rın­tı­ya gir­me­ye­yim…
Türk­ler ön­ce; her ha­re­ket­le­ri­ni kon­trol al­tı­na alan, ver­gi tah­rir def­ter­le­ri­ne ad­la­rı­nı ge­çi­ren, az da ol­sa ver­gi alan Os­man­lı'ya kar­şı ayak­lan­dı.
Son­ra; ida­ri ve ma­li ola­rak tı­ma­r'ı sö­mü­rü ara­cı ha­li­ne ge­ti­ren ve Sün­ni­li­ği res­mi mez­hep ola­rak da­ya­tan te­ok­ra­tik Os­man­lı sis­te­mi­ne kar­şı ayak­lan­dı.
Dü­ze­n'e is­yan eden Türk­ler Ale­vi­ler, Os­man­lı yö­ne­ti­mi ta­ra­fın­dan fe­sat boz­gun­cu ola­rak gö­rül­dü. Bi­çil­di. Ka­lan­la­rı yo­la ge­tir­mek için tür­lü yön­tem­ler de­nen­di.
Ör­ne­ğin, Cel­ve­ti­ye Ta­ri­ka­tı'nınŞey­hi Aziz Hü­da­yi Efen­di'nin 1610'lu yıl­lar­da sa­ra­ya gön­der­di­ği bir ra­por var; “Her Ale­vi-Kı­zıl­baş kö­yü­ne bi­rer ca­mi­ ya­pıl­sın, bir ho­ca gön­de­ri­le­rek bun­la­ra Sün­ni­lik öğ­re­til­sin, bel­ki bun­la­rı böy­le­ce ıs­lah ede­bi­li­ri­z” di­yor­du!
Ki­mi Türk­lü­ğü bı­rak­tı Kürt ol­du; ki­mi Ale­vi­li­ği terk et­ti Sün­ni ol­du.
Osmanlı sis­te­mi­nin sem­bo­lü; Av­ru­pa'da­ki gi­bi “mer­di­ve­n” de­ğil; “ka­pı­”dır! Dev­let ka­tı­na “gü­ç” ka­pı­sın­dan gi­ri­lir. “Ka­pı­” si­ya­sal gü­cün sim­ge­si­dir.
Di­ni an­la­mı­na ba­kar­sak; “ka­pı, Al­lah ka­pı­sı­dır.”
“Ka­pı­” ta­sav­vuf an­la­yı­şın­da “in­ti­sa­p” et­me­dir; “bağ­lan­ma­dır.”

Hz. Ali'nin tüm mer­te­be­le­ri dört ka­pı, kırk ma­ka­m'dır.
Ge­le­lim Pir Sul­ta­n'a…
Mu­ha­lif bir söy­le­min söz­cü­sü ve bu bağ­lam­da da ge­le­ne­ğin üret­ti­ği ko­lek­ti­fin se­siy­di. Ku­ru­lu dü­ze­nin hak­sız­lık­la­rı kar­şı­sın­da du­ran; eko­no­mik ve si­ya­si hak­la­rı­nı ara­yan, baş­kal­dı­ran ve di­re­ni­şe ça­ğı­ran Ale­vi Tür­k'tü.
Pir Sul­ta­n'la Hı­zır Pa­şa iliş­ki­si; Os­man­lı ile Türk Ale­vi iliş­ki­si­ne ben­zer.
Pir Sul­ta­n'ın asıl adı Hay­da­r'dı. Si­vas Vi­la­ye­ti'n­de Ba­naz Kö­yü'n­de doğ­du. Ale­vi Oca­ğı'nın pi­ri idi.
Mü­rit­le­ri ara­sın­da So­fu­lar kö­yün­den ge­len Hı­zır isim­li bir der­viş var­dı. Hı­zır İs­tan­bu­l'a git­ti; “o­ku­du­” Pa­şa-Bey­ler­be­yi ol­du. Si­va­s'a atan­dı ve ayak­la­nan Pir Sul­ta­n'ı Si­va­s'ın Top­rak Ka­le­si'ne hap­set­ti. Yet­me­di asıl­ma­ya mah­kum et­ti.
Ge­le­lim di­ğer iliş­ki­ye…
Türk­ler Ale­vi­ler, Os­man­lı'nın ku­ru­cu­suy­du. Za­man­la Os­man­lı yö­ne­ti­miy­le yol­la­rı ay­rıl­dı.
Os­man­lı, Tür­k'ü aşa­ğı­la­ma­ya
baş­la­dı:

Ho­ca Saa­det­tin Efen­di'ye gö­re Türk; le­ş'ti.
Na­ima'ya gö­re Türk; az­gın­dı; çir­kin yüz­lüy­dü; ka­bay­dı; ca­hil­di.
Ne­f'i'ye gö­re Türk; Al­la­h'ın ir­fan pı­na­rı­nı ya­sak­la­dı­ğıy­dı.
Ha­fız Çe­le­bi'ye gö­re Türk; ba­ban bi­le ol­sa öl­dü­rül­me­si ge­re­ken­di.
Sad­ra­zam Ku­yu­cu Mu­ra­t'a gö­re Türk; ba­şı vu­rul­ma­sı ge­re­ken pi­s'ti.
Ak­sa­ray­lı Ke­ri­med­din Mah­mu­d'a gö­re Türk; hun­har kö­pek ve kurt gi­biy­di; Tür­k'ün eli­ne fır­sat ge­çer­se yağ­ma­yı ga­ni­met bi­lir­di.
Mer­zi­fon­lu Sey­yit Ab­dur­rah­man Eş­re­f'e gö­re Türk; ta­lan­da, ül­ke yak­mak­ta eş­siz­di bir gad­dar­dı.
Şey­hü­lis­lam Mus­ta­fa Sab­ri Efen­di'ye gö­re Türk; soy­suz­du. Vah­det­ti­n'e gö­re Türk; di­ni, so­yu so­pu, yur­du be­lir­siz kar­ma­ka­rı­şık bir ca­hil­ler sü­rü­süy­dü.
Bu söz­ler hiç şa­şır­tı­cı de­ğil…
Rum­be­yoğ­lu Fah­ret­tin Bey, 1920 yı­lın­da İs­tan­bu­l'un iş­ga­li sü­rer­ken Da­mat Fe­rid hü­kü­me­tin­de Maa­rif Na­zır­lı­ğı'na ya­ni Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı'na ge­ti­ril­di ve gö­re­ve ge­lir gel­mez ilk işi, ki­tap­lar­dan “Tür­k” sö­zü­nü çı­kart­mak ol­du.
Çal­dı­ran Sa­va­şı'n­dan ön­ce­ki ya­zış­ma­la­rın­da Ya­vuz Sul­tan Se­lim, Şah İs­ma­il'e ne di­yor­du: “Ben Sul­tan Be­ya­zıt oğ­lu Sul­tan Se­lim, sen ki ey eşek Türk.”
Pe­ki…
Os­man­lı; Er­me­ni­le­re “mil­let-i sa­dı­ka­”, Arap­la­ra “kavm-i ne­ci­p” der­ken Türk­le­r'i ne­den aşa­ğı­la­dı?
Os­man­lı bir im­pa­ra­tor­luk­tu; kul­la­rı ara­sın­da bir­çok din mez­hep ve et­nik men­sup­luk var­dı. Ni­ye Tür­k'e düş­man­lık et­sin?

As­lın­da Os­man­lı'nın “Tür­k” de­di­ği, “kut­sal dü­ze­ne­” baş­kal­dı­ran Ale­vi'y­di!
Os­man­lı, Ale­vi'ye Türk di­yor­du…
Ale­vi düş­man­lı­ğı­nın te­me­lin­de Türk düş­man­lı­ğı var­dı.
Arap Tür­k'e na­sıl “kö­tü Müs­lü­ma­n” gö­züy­le bak­tı ise, Os­man­lı da öy­le bak­tı. Öy­le ki, bu ba­kış açı­sı, bir Türk Dev­le­ti olan Sa­fe­vi­ler dö­ne­min­de da­ha da art­tı.
Os­man­lı Sa­fe­vi­ler Sa­va­şı hep bir “ez­be­r” üze­rin­den ko­nu­şu­lu­yor. As­lın­da bu sa­va­şa, “Os­man­lı Türk Sa­va­şı­” mı; ya da “Tür­k'ün Tür­k'le sa­va­şı­” mı de­me­li­yiz. Ama Os­man­lı Türk­lü­ğü ka­bul et­mi­yor­du!
O dö­nem…
Şah İs­ma­il, “Şah Ha­ta­yi­” mah­la­sıy­la Ça­ğa­tay Türk­çe­si'y­le ya­zar­ken, Os­man­lı Sa­ra­yı Türk­çe­si'ni, Arap­ça ve Fars­ça so­ka­rak bo­zu­yor­du.
Üs­te­lik…
Türk­ler, Sa­fe­vi­ler ile İran ta­ri­hi­ne çık­mış fi­lan de­ğil; bas­kın rol­le­ri Sa­fe­vi­le­r'den çok ön­ce baş­la­dı. “Tür­k” ol­ma­dan İran ta­ri­hi ya­zı­la­maz. Ya­zı­la­ma­dı.
Pe­ki…
Türk­ler Os­man­lı'ya na­sıl ba­kar­dı; “Os­man oğ­lu­” di­ye anıp ken­di­le­ri­ne denk gö­rür­ler­di. Os­man­lı “e­şit gö­rül­me­yi­” ka­bul et­me­di; ede­me­di.
De­mem o ki:
Bu­gün ül­ke­miz­de­ki Ale­vi düş­man­lı­ğı ile Türk düş­man­lı­ğı­nın or­ta­ya çı­kış se­be­bi rast­lan­tı de­ğil­dir izi Os­man­lı'nın ge­le­nek­çi an­la­yı­şın­da­dır ...

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...