29 Haziran 2019 Cumartesi

GÜNEY KORE ve TÜRKİYE ARASINDAKİ SİNAN BAĞI

'' Güney Koreli kızların '' Sinan '' isimli Türk erkekleri ile ilgilenmesinin nedeninin Kore'deki Sinan isimli bir adadan kaynaklandığını biliyor muydunuz?
Mitolojiye göre; denizlerden ''Sinan'' adasına çıkan deniz prensi Koreli bir kızı alıp evine dönermiş, eğer o kızı beğenirse, Kore halkını depremlerden, Tsunamiden ve doğal felaketlerden korurmuş... ''

Kore Devleti Hun Devleti, Göktürk Devleti, ve önceki Türk devletlerine bağlı yaşarlardı. Bu Türk devletlerinin otağ-saray hizmetçileri Kore kızları olurdu.
Kore'nin en güzel kızları bunun için seçilip gönderilirdi.

Belki de bu yüzden geçmişte akraba iken, Türklük reddettikleri bir şeye dönüştü...

Fotoğraf açıklaması yok.

ŞAHMERAN EFSANESİ - TAHMASP - TARSUS - MARDİN

Evvel zaman içinde, MEZOPOTAMYA topraklarında doğmuş bir efsanedir ŞAHMERAN EFSANESİ.
Yüzyıllardan beri halk arasında, çeşitli coğrafyalarda, komşu ülkelerde, sürekli dilden dile anlatılagelmiş. Özellikle yılanı bol olan bölgelerde, Adana-Misis'te ve Mardin'de.
ŞAHMERAN EFSANESİ, Tarsus ve çevresinde yaşayan insanın, yaşadığı çağın kültürel değerleriyle zaman zaman değiştirdiği, zaman zaman süslediği ve gelecek kuşaklara aktardığı söylencelerin kuşkusuz en uzun ömürlü olanıdır.
Bu efsane iki bin yıl önce zamanımızda anlatıldığı gibi anlatılmıyordu. Ana konu değişmemiş bile olsa, zamanımızda bazı isimler değiştirilerek anlatılıyor. Efsanede ŞAHMERAN ile tanışan insanın kişiliği değişiktir.
Kişilikle birlikte isim de değişiyor. ŞAHMERAN’la tanışan ilk insanın ismi bazı kaynaklarda BELKIYA olarak geçerken, bazı kaynaklarda bu isim CAMSAB olarak değişiyor. Bazı kaynaklarda ise ŞAHMERAN’la İlk buluşan kişinin LOKMAN HEKİM olduğu anlatılıyor.
ŞAHMERAN EFSANESİ’nin sonunda. ŞAHMERAN'ın öldürülüş olayı, her değişik söylencede ortak sondur. Bu ortak sonun, yani ŞAHMERAN’ın öldürülüşünün ana amacı insanın sağlık ve şifa bulması, iyileşmesidir. Hatta bazı anlatımlarda Lokman Hekim’in ŞAHMERAN ile karşılaşması uzun uzun anlatılır, şifa veren otların neler olduğu Lokman Hekim’e ŞAHMERAN tarafından söylenir.
Efsanenin çeşitli anlatımlarında ŞAHMERAN’ın Eski Hamam’da öldürüldüğü iddiası genel bir kanı olarak ortaya çıkıyor, ancak bu kanı yanlıştır. ŞAHMERAN yakın zamanda öldürülmemiştir. Eski Hamam Romalı lardan kalma bir hamamın temelleri üzerine yapılmıştır. 1873 yılında çeşitli onarımlar görmüştür. Yılanların Kralı anlamına gelen “ŞAHMERAN” sözcüğü Farsça bir sözcüktür. “Maran” yılan anlamında olup, “Şah” sözcüğü ise zamanımızda İran’da halen kral anlamında kullanılmaktadır. Tarsus ve çevresindeki halk ŞAHMARAN sözcüğünü biraz yumuşatarak ŞAHMERAN olarak kullanmayı benimsemiştir...
Yılanlar kralı olan bu canlının kökenini araştıracak olursak, Mitolojik söylencelerin birçoğu ile karşılaşıyoruz.
Hititler zamanında anlatılan İLLUYANKA EFSANESİ yılana benzeyen bir yaratık olan îlluyanka’mn Fırtına Tanrısı ile olan savaşı anlatılıyor. Bu savaşta İlluyanka Fırtına Tanrısı’nı yenmiştir ve bu tanrının kalbi ile gözlerini ele geçirmiştir. Fırtına tanrısı kalbine ve gözlerini geri alabilmek için yoksul insanları aracı olarak kullanmış. Sonuçta İlluyanka’nın ölümüne neden olan şey yine insanların ihaneti olmuş. ŞAHMERAN EFSANESİ'nin bazı anlatımlarında ŞAHMERAN aynı güvensizlik ve ihanet sonucunda öldürülmüştür ve gözleri şifa vermesi için alınmıştır...
ŞAHMERAN EFSANESİ’ne kaynak olabilecek bir diğer mitolojik konu da “MEDUSA”dır. MEDUSA fiziksel olarak aynı yılanlar kralı ŞAHMERAN’a benzer. Mitolojide Gorgonlar’ın üç çirkin kızından biri olan MEDUSA, yenilmeyen müthiş bir mahluktur. Büyük gözleri yıldırımlar gibi Alevler saçar. Yanık tenli alnın üstünde saç yerine kıvrılmış zehirli yılanlar, başlarını kaldırır, korkunç ıslıklar çalarlardı. Sesi vahşi hayvanların sesine benzerdi. Kızdığı zaman etrafa korku ve dehşet saçardı. Onun gözlerine bakmak, bakışları ile karşılaşmak bahtsızlığında bulunanlar hemen taş kesilirdi...
TAHMASP isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde...
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş TAHMASP. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki, hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan TAHMASP, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş.
Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. TAHMASP da onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış.
Çünkü TAHMASP, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş...
Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demiş ki;
''Korkma benden TAHMASP. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana hiç bir zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı zamandan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.''
Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. TAHMASP gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve büyük şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak, olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında ŞAHMERAN'ı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. TAHMASP'ı kahvaltı sofrfasına davet etmiş ŞAHMERAN. O ise gözlerini Şahmerandan alamıyormuş.
Şahmeran da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
Şahmeran '' Bak TAHMASP demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım, deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında TAHMASP ve ŞAHMERAN arasında tarihin en soylu aşk olarak geçecek olan aşklarında biri başlamış...
Gel zaman git zaman ŞAHMERAN'ın anlatacağı bir şey kalmamış artık. TAHMASP da anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini ŞAHMERAN'a anlatmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille gitmesini reddetmiş ŞAHMERAN. Ancak günler geçip TAHMASP!ın üzüntüsünden günden güne, eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:
-Ey TAHMASP beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sen de bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.
TAHMASP sevinçle ŞAHMERAN'a sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş...
TAHMASP mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek ŞAHMERAN'ı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.
TAHMASP'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş, ama kralın hastalığına bir türlü çare bulamamışlar.
Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin ŞAHMERAN'da olduğunu söylüyormuş...
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda ŞAHMERAN'ın bir an önce bulunmasını emretmiş.
Bütün ülkede her yerde, ŞAHMERAN'I aramaya başlamışlar. Günlerce aramışlar ŞAHMERAN'ı. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece ŞAHMERAN'ın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler TAHMASP'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler...
TAHMASP ŞAHMERAN'a verdiği sözü hatırlamış ve ilk önce hamama gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. TAHMASP hamama girdikten sonra, orada bulunan bütün herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş... TAHMASP, bunun üzerine kendisine bakınca, bütün vücudunun yılanların vücudunda olduğu gibi pullarla kaplandığını fark etmiş...
Askerler hemen TAHMASP'ı yakalayarak vezirin huzuruna götürmüşler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. ŞAHMERAN'ı yakalayıp, dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. TAHMASP'a günlerce işkence yaptıktan sonra ŞAHMERAN'ın yaşadığı yerin nerede olduğunu söyletmiş...
Askerler hemen gidip TAHMASP'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve ŞAHMERAN'ı yakalamışlar, sonra da oradan çıkarıp saraya getirmişler.
ŞAHMERAN ve TAHMASP kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. ŞAHMERAN çok üzüntülü ve utanç dolu TAHMASP'a dönmüş:
Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
TAHMASP, ŞAHMERFAN'ın bu sözleri karşısında daha da çok utanmış. ŞAHMERAN sözlerine devam etmiş.
Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öteki dünyaya gidecek...
ŞAHMERAN daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp ŞAHMERAN'ın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış TAHMASP da duyduğu büyük acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırı vermiş.
Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. TAHMASP a ise hiç bir şey olmamış.
ŞAHMERAN son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak TAHMASP sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamamış ve kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonra da Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş...

Fotoğraf açıklaması yok.

GEREKİRSE ER MUSA İÇİN SAVAŞIRIZ…

14 TEMMUZ 1934 - KUŞADASI KANAPİÇE KOYU
Vatani görevlerini Dipburnu Karakolu’nda yapan 5 Mehmetçik, gözlerini Ege’nin mavi sularından ayırmadan pusu görevini yerine getiriyorlardı.
Birden içinde üstleri çıplak dört adam olan kurşuni renkli bir yelkenlinin kıyıya doğru yaklaştığını fark ettiler.
-Kim bunlar gardaş diye sordu aralarına en yeni katılmış Mehmetçik.
-Sisam’a demirlemiş bir İngiliz gemisinin şımarık askerlerinden başka kim olabilir ki diye cevapladı Balıkesirli Er Musa
-Ne yapacağız peki ?

-Emir açık ve net, onları kutsal vatan toprağına sokmayacağız.
Yelkenli, karaya 20-25 metre kadar yaklaşmıştı.
Musa ayağa kaktı, tüfeğini havaya doğrulttu ve üç el ateş etti.
Bu İngiliz askerlerine kesin ve kati bir dille “Gelmeyin, geri dönün” demekti.
Yelkenli hızını kesmedi.
Musa bu sefer yakınlarına ateş etmeye başladı.
Bir yandan da :
-Sokmam ulan, 20 sene evvel Abilerim sizi bu topraklara soktular mı ki ben sokayım diye bağırıyordu.
İngilizler uyarı ateşini dikkate almamışlardı ama yanlarına düşen kurşunlar onları panikletmişti.
Musa’nın geri adım atmaya niyeti yoktu.
İlk kurşunuyla yelkenlinin burnuna en yakın olan askeri yere serdi, ikincisiyle de onun hemen yanındakini.
Kalan iki İngiliz askeri denize atlamak için yeltendiler.
Dümendeki üçüncü kurşundan nasibini aldı, sonuncusu da balıklama suya atlarken avlandı.
Musa hala :
-Burası Türk Toprağı, buraya destursuz giremezsiniz, bu toprakları kirletemezsiniz diye haykırıyordu.
***
Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey, Selçuk’u denetlemeden dönerken olaydan haberdar edildi. 3 ceset sahildeydi, biri ise bulunamamıştı.

Vakit kaybedilmeden Ankara’ya bilgi geçildi.
Başvekil İsmet Paşa, o sırada Kızılcahamam’da olan Gazi Paşa’yı arayarak gelişmeleri anlattı.
***
İlk gün sakin geçmişti.

İkinci gün bir İngiliz Muhribi kıyıya 4 mil kadar yanaştı.
Üç kişi sandalla karaya çıktı ve Kaymakam Beyle görüşmek istediklerini söylediler.
Gazi Paşa’nın emri kesindi.
Kaymakam Bey limana gitmeyecek, bulundukları yerde ancak Liman Reisi ile görüşebileceklerdi.
Heyet mecburen Kaymakamlığa gelmek zorunda kaldı.
-Büyük Britanya Hükümetinin Osmanlı Hükümetinden 3 isteği vardır diye söze başladı İngiliz Subay.
-Durunuz diye lafını kesti Dilaver Bey. Burası Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyetinin yetkilisi ile görüşüyorsunuz.
-Türkiye Cumhuriyeti diye düzeltti İngiliz subay ve isteklerini sıraladı.
Kısaca kayıp İngiliz askerini arama izni ve aramalar esnasında kendilerine ateş açılmayacağının garantisini, İngilizlerden özür dilenip, ölenlerin ailelerine tazminat verilmesini ve askerlerini öldüren Er Musa’nın cezalandırılmasını talep ediyorlardı.
Ankara’dan ilk cevap geldi ve arama çalışmalarına başlamalarına izin çıktı.
***
18 Temmuz 1934 öğleden sonra İngilizlerde bir hareketlenme oldu.

4 muhrip ve 7 torpido ile Sisam Adası açıklarında belirdiler.
Akıllarınca kararlılıklarını göstermek için gövde gösterisi yapıyorlardı ve bu muhtemel bir savaşın habercisiydi.
Gazi Paşa anında haberdar edildi ve akabinde şu tarihi emri geldi :
- Kanuni vazifesini yaptığı anlaşılan Türk Er Balıkesirli Musa, yerinden alınamaz ve cezalandırılamaz. Gerekirse Musa için, Britanya İmparatorluğu ile savaş hali göze alınır. Kızılcahamam’dan şimdi Ankara’ya hareket ediyorum. Ege Bölgesi’nde kısmi seferberlik emrini veriyorum.
***
İzmir Müstahkem Mevki Komutanlığı, Balıkesir’deki 2.Kolordu, Afyon’daki 1.Kolordu Birlikleri hemen Kuşadası’na hareket ettiler.

Panik hali yaşanmaması için bölge halkı bilgilendirildi.
Türkler geri adım atmıyorlardı.

***
İngiliz Büyükelçisi, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tan randevu istemişti.

-4 askerimiz diye söze başladı Büyükelçi, gemilerinden Kanepiçe Koyu’nu görüp çok beğenmişler ve yüzmek için oraya gitmeye karar vermişler.
-Söyledikleriniz doğru olabilir Sayın Büyükelçi dedi Tevfik Rüştü Bey. Lakin burası Türk toprağı ve her isteyen, izin almaya gerek görmeden elini kolunu sallaya sallaya giremez.
***

Türk Devletinin kararlı tutumu neticesinde İngilizler sadece kayıp askerin cesedinin aranması taleplerinin kabulüne razı oldu, birkaç gün içinde ceset bulunarak teslim edildi.
Konu kapanmıştı.
***
Bu toprakları Balıkesirli Cennetmekan Er Musa gibi ana ırzı bilip savunanlar varken, ay yıldızlı şanlı al bayrağımız kıyamete dek Türk’e has bu turkuaz semalarda nazlı nazlı dalgalanmaya devam edecektir.

Mehmetçik gururumuzdur.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

TÜRKLER....

Siz Anadolu'ya geldiğinizde, biz buradaydık diyenlerin tarih tezi çöktü!

Herodot tarihi der ki; 

M.Ö.625 yılında Zile yakınlarında Pers ordusu bir hile ile Saka/iskit ordusunu(Alper Tunga'yı) yenene kadar tüm Anadolu"ya Saka'lar hakimdi.
Saka'lar MÖ. 5. Yy.da Altından elbise yaparken, o tarihte ne Rus vardı, ne Alman ne de Fransız vardı.


Biraz daha geriye gidelim...
Sümerlere( yani orta asyali Kengerler) 
Turukku'ya, "Türk" Turku krallığına gidelim...

Bizi bu da kesmez bilirim...
Çünkü Anadolu medeniyetini kuranların eski Yunan Medeniyeti olduğu tezi bize yıllardır yutturulmustu ya.... biraz öfkeliyiz bu tarihi yalanlara karşı!

---
Iste şimdilerde Dünya çapında Arkeoloji Profösörleri topraktan çıkardıkları kemiklerin Dna'larıyla o yöredeki köylülerin DNA'larını karşılaşınca şok geciriyorlar.. çünkü Dna'ları yüzde 97 uyumlu.
Örneğin; antik Burdur -İsparta tarihi Aglasun kazılarınından...
Burdur ve Isparta'da ki SAGALASSOS uygarlığı da Ön-Türk uygarlığı çıktı.(Belçika LEUVEN Katolik üniversitesi'nden Prof.Dr. Matc WAELKENS, Ağlasun kasabasında yaptığı kazılar esnasında ortaya çıkan kemiklerin DNA’sını köylülerle karsılaştırınca şok oldu. Toprak altından çıkan 6-8 bin yıl öncesinin kemikleriyle çalıştırdığı işçi-köylülerin dna'sı yüzde 97 aynı çıktı) yani onlar da Ön-Türklerin bir kolu olan SAGALASSOS çıktı.

Frigyasi da boyle Yazilitaşı da böyle,
Urartusu da böyle Hititi de boyle...
Eskiden Batılı Arkeolog"lar buluntuları çalıp çırpıp ülkelerine kaçırıp, Anadolu tarihini uyduruk Helen diye bize kakalasalar da bizimkiler de aksini ispat etmeyi başarıyor hele şükür... 
buna bir örnek de Assos; 
Assos"u kuranlar da Ön-Türklerin bir kolu Lelegler ve Pelasglar çıktı....

----
Ey Atatürk sen ne büyuk adam çıkıyorsun her geçen gün böyle...
Teee Alacahöyük kazılarını yaptırdığında bunları söylemiştin, sana inanmayanlar utansın! 
Kemalist tarih tezi diye küçümseyip kenara atılan "Türk Tarih Tezinin Ana Hatları" kitabını okullardan kaldırtanlar utansın!...

---
Anadolu uygarlığını eski Yunan'ın kurduğu tezi bize yutturuldu demiştik!
Oysa Helenlerin bile 3/4'ü Ön-Türk çıktı.
Ön-Türk Pelasglar ile Kuzey Batı Avrupa topluluğu olan Dorların karışımından oluşmuş Helenler.
Daha sonra da bu karışıma diğer Ön-Türk halkları Traklar ve Mekadonlar eklenmişti.

Sırada ne var? 
Tabi ki Göbeklitepe Ön-Türk uygarlığıyla, Turukku krallığı ve yine Urumiye deki Urmu teorisini de ögreteceğiz halkımıza...

S.N Kramer ile Prof. Osman Turan hoca, 
Sümerce'deki 950 kelimenin kokeni Türkçedir dedi veeee batıda ki diyaspora tarihcileri sus pus oldular....
Ahh bu kelimeler Türkçe degilde, örnegin; Yunanca yada Ermenice çıksaydıııı....
o zaman dünyayı ayağa kaldırırlardı...
Anladınız sebebini de değil mi?...

Sonuç: Bugün Hun/Macarlardan, 
Almanlara, İtalyanlardan(Etruksler=Ön-Türklerin bir kolu), İspanyol'a, hatta İngiliz ve İskoclara kadar neredeyse tüm batı tarihini
Sakalara /Iskitlere bağlama telaşında....
Hemen hepsi köklerini Azerbaycan'in Gobulistanına, Albania'sina, Gabanasına ve daha kuzeyine bağlamaya basladı...çünkü biraz geri gidince tarihleri kökleri olmadığını öğrendiler.

Antik Yunan tanrılarının bile Mısırdan çalıntı olduğunu öğrendiler.(bunu ilk kez Herodot da demişti ama her ne hikmetse unutmuslardı...) 
Batı artık "Kara Atena" yı yazdı...
tarihi ile yüzlesip köklerini Türklere bağlıyor....

Bu aslında iyi bir şeydir, 
ticari açıdan da tarihi bir firsat olabilir. İs bilenin demiş atalarımiz...
Artık Turklüğümüzle Atatürk gibi gurur duyabileceğiz, tabi Atalar kültüne inanan bizim gibi köklü hissiyati olanlar duyacak...

Bahtiyar Aydın. 
26 Ağustos 2018- Istanbul

Fotoğraf açıklaması yok.

EFE VE ZEYBEKLER

İslamdan bile önce, Hristiyanlıktan bile önce, binlerce yıllık zeybek duası
Gelme gelme, öl de verdiğin ikrardan dönme, hala haldaş ol, yola yoldaş ol, haram lokma yeme, engin ol, dost gönlünü incitme, doğru yürü, doğru gez, doğru söyle, düşkünün yanında ol, zalime boyun eğme, bahtın açık, kılıcın keskin, yüzün cihanda ak ola, düşmanın kör, gönlün şen, yüzün her dem pak ola, sığındığımız erler korktuğumuz yerden çok ola, şah-ı Merdan yardımcımız, boz atlı hızır gözcümüz, ekçimiz ola.
Türkler islamdan önce daha müslümandı, islam ile bozuldular.
Efe ve zeybeklik, Anadolu’da özellikle Ege bölgesinde, Osmanlı imparatorluğunun duraklama devrinde 17y.y. ile 20y.y. başları ortaya çıkmış, erdemli, hak ve adalet arayışına yönelik gelenekselleşmiş bir başkaldırıdır.
Başkaldırıyı yaratan, içinde bulunduğu, kendini çevreleyen tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullardır.
O dönemin Osmanlı imparatorluğuna baktığımızda; toprak mülkiyet sistemi ortaçağ Avrupa’sından değişiktir.
Bu yapıda toprakların tamamına yakını belli bir gelir ve hizmet karşılığında has, timar ve zeamet adı altında dirlik olarak saraya yakın çevrelerce tahsis edilirdi.
Bu saraya yakın çevrelerin neler yaptığını İslamoğlu efemizden öğrenelim: ,
Biz dağa çıktık neden? Bütün memleketi beş on derebeyi ele almış; ırz, namus tehlikeye düşmüş.
Halkı padişah adına haraca kesiyorlar, vergiyi onlar toplar.
Ne yaptıklarını kimse bilmez.
Muharebe olur onlar ’eşraftır diye, ötekiler ’ulemadır diye gitmezler.
Giden, ölen hep zavallı ahalidir.
Yeniçerileri kaldırdılar, başka yeniçeriler çıktı.
Onlar baklava, börek yer halk kuru ekmek.
Doğa boşlukları bağışlamaz, yukarıda efemizin dediği gibi, haksızlık ve adaletsizlik varsa, vurgun ve soygun düzeni topluma soluk aldırmazsa ve toplum bunalıp kalmışsa, mutlaka savunmaya geçen, hak ve adalet dağıtan birileri ortaya çıkar; bu boşluğu doldurur.
Bu doğanın yasasıdır.
Ve işte zeybekler de, düzenin haksızlıklarına, yolsuzluklarına, buyruk ve öngörülerine boyun eğmeyen, bıçak kemiğe dayandığı ve sabredecek gücün kalmadığı koşullarda karşı koyan, sistemin çizdiği sınırlara sığmayan, acılarla yoğrulan ve canından başka yitirecek varlığı olmayan insanlar olarak bu boşluğu doldurmuşlardır.
Gerilimin yüksek olduğu dönemlerde dağa çıkar, gerilimin azaldığı yada kalktığı durumlarda yüze (düze) inerek merkezi ve yerel yönetimlere karşı koyarak düzeni sağlamaya çalışırlardı.
Dağların zeybekler için özel bir anlamı vardır.
Zeybekler için, öncelikle merkezi ve yerel karşıt güçlerin kolaylıkla giremediği, girse bile uzun süre kalamadığı ve denetim altına alamadığı, bu alanda yaşamını sürdürenlerin yaşadıkları ve gördükleri hakkında suskun kaldıkları bir dünyadır dağlar.
Dağlar başkaldırının simgesidir.
Başkaldırıda, başkaldıran düzenin yasalarına ve yöneticilerine karşı suçludur.
Oysa halk açısından bir kahraman, hak ve özgürlüklerin savunucusu, doğruluğun ve adaletin savaşçısı kabul edilir ve halk tarafından onaylanır.
Başkaldırı bir bakıma hak ve özgürlüğün savunmasıdır.
Başkaldırının iki yönü vardır.
Bir yanı yiğitlik ve mertlik, diğer yanı tedirginlik, kuşku ve korku.
Sosyal isyancı bunu yüreğinde taşır.
Tedirginlik ve korku tedbire, yiğitlik ve mertlik sevgiye, iyimserliğe ve yardımseverliğe götürür.
Sosyal isyancılarla, soyguncu ve adi isyancılar arasındaki temel fark budur.
Efe ve zeybekliğin kökeni hakkında çok çeşitli iddialar, araştırmalar yapılmış fakat kesin bir sonuca varılamamıştır.
Bu iddialar;
- Orta Asya kökenli Türkmen yürük obalarından mı?
- Egeli levendat denizci tayfasından mı?
- Büyük Menderes havzasının en eski dağlı kavimlerinden mi?
- Ataları antik İonia ve Lidya kökenli Efesoslar mı?
- Antik Tiral (Aydın) kenti halkı mı?
- Eski Anadolu toplulukları Bakhoslar mı?
Bunlar çoğaltılabilir, kökeni nereden aldığı bilinmese de törenleri oyunları bakımından bunlardan etkilendikleri kesindir.
Ama her nereden köken almışlarsa alsınlar töre, isim ve inançlarıyla Türk şefleridir.
Zeybeklik halka karşı saygı, ezilenleri gözetici ve koruyucu olmayı zorunlu sayan, kendi içinde sürekli, kendini denetleyen ve katı kurallardan oluşan bir yaşam biçimidir.
Bu geleneksel yapıda yer alan bireylere ‘’zeybek’’, bu bireylerin öncülüğünü ve sorumluluğunu üstlenen zeybeğe ‘’efe’’, diğer yeni giren genç üyelere ‘’kızan
denilmektedir.

Efe erdemlerinden dolayı zeybekler tarafından törenle seçilir.
Kızanı ise efe geleneksel bir törenle seçer.
Zeybeklerin içinde en yetenekli, en olgun, en birikimli, en deneyimli olanı efe kendine yardımcı olarak zeybeklerden birini başzeybek seçer.
Efeden sonra sorumluluk başzeybeğe aittir.
Kararlar efe tarafından verilir ve bu kararlara itiraz edilemez.
Zeybeklikte bu düzen bir gelenek bir töredir.
EFELİĞE GEÇİŞ TÖRENİ
Bir efenin ölümünde zeybekliğe özgü yas töreni düzenlenir.
Efe dağda büyükçe bir kayanın üzerine yatırılır.
Baş ve ayaklarına ardıç, çam veya meşe ağacından büyük bir ateş yakılır.
Zeybekler, belli bir süre bağlama ile hüzünlü yas ezgileri çalarak, ağıtlar yakarak, deyişler söyleyerek ölünün çevresinde bu törene özgü zeybek oyununu oynarlar.
Tören sırasında kızanlar oynamazlar sadece başları öne eğik töreni izlerler.
Tören bitiminde efenin ölüsü, başkaları tarafından bulunmayacak yalnızca kendilerinin bildiği bir gömütlüğe, büyük bir kaya dibine yada dağ başlarına gömülür.
Gömütün yitip gitmemesi için başucuna ardıç yada dut ağacı dikilir.
Efenin ölümünden sonra zeybekler çeteden ayrılabilir, istemezse yeni bir çete oluşturabilir.
Efenin ölümünden sonra yeni efe seçimi yapılır.
Efelik ciddi bir sorumluluk durumu olduğu için ince elenip sık dokunur.
Yiğitliği, mertliği, korkusuzluğu, güzel ahlakı, yardımseverliği, düşkünleri koruması ve yetenekleriyle ünlenen, çeteyi yönetebilecek, gerekli disiplini sağlayacak, yeterli birikim ve olgunluğa sahip saygın ve sevilen birisi ancak efeliğe seçilebilir.
Efenin oğlu varsa ve bu niteliklere sahipse efe seçilebilir.
Efe seçimi, dağ başında, bir kaya dibinde, bir mağara önünde, bir sığınakta yapılır.
Zeybekler efe seçimini yaptıktan sonra, efe olmasını istedikleri kişinin önüne sırayla silahlarını koyarlar.
Sonrada uzanıp elini öperek başına götürür ve geri çekilirler.
Bu davranışları kendilerine bu kişinin baş olmasını yani efelik yapmasını istediklerini ve efeliğini onayladıkları anlamına gelir.
Bu aşamadan sonra Bir efe dağda da olsa düzde de olsa efedir.
Zeybek de nerede olursa olsun zeybektir.
Zeybek olunduktan sonra olanca hayatının sonuna kadar öyle kalınır.
Efelik ve zeybeklik halka göre onurlu ve erdemli bir iştir.
KIZAN VE KIZAN TÖRENİ
Kızan, efenin yönetiminde bulunan ve onun buyruğuyla hareket eden silahlı ve özellikle genç takipçileridir.
Kızanların korunması, kollanması, yedirilmesi, içirilmesi, yetiştirilmesi gibi, görev ve sorumluluk üstlenmelerinden, eğitimlerinden, davranış kurallarını, gelenekleri, uyulması gereken koşullara kadar öğretilmesi bir zeybeklik töresidir.
“Efeyi efe yapan kızanlardır” der ve kızan seçimine oldukça özen gösterirlerdi.
Herkes kızan olamaz ve herkes kızanlığa kabul edilemez.
Kızan olmak isteyen kişiyi, içinde bulunduğu koşulları, geçmişini, ayrıntılı bir şekilde araştırır, inceler, çevresini ve ilişkilerini öğrenir.
Belli bir süre denemeye tabi tutulur sonra törenle kızan seçilirdi.
Bu denemelerden bir tanesi şöyle anlatılır: ‘’Çakırcalı Kel Mehmet Efe ve zeybekleri bir gün Söke ovasından geçiyorlardı.
Ovada kızlar başak topluyorlardı.
İçlerinden bir tanesi vardı ki, zehir zemberek bir şeydi.
Kıvracık beliyle eğiliyor, bükülüyor, öylesine hareketler yapıyordu ki değme güzellerde bulunmazdı.
Çakırcalı Efe o sıralarda yanına Veli isminde birini almıştı.
Çete mola halinde iken Veli dayanamadı.
- Efe dedi, hele şu kıza bir bak.
Çakırcalı,
- Baktım, ne olacak ki?
- Hani şunu bir oynatsak mı?
Çakırcalı Efe’nin kan beynine sıçramıştı.
- Canın karı oynatmak mı istiyor Veli?
- Sen bilirsin efe.
- O kızı al da gel.
Veli deli gibi yerinden fırlayıp kızı yakalamaya koşmuştu.
Yüz metre kadar ya ilerledi, ya ilerlemedi, Çakırcalı kuşağındaki mavzeri doğrulttu; ateş etmesiyle beraber Veli boş bir çuval gibi yere yuvarlandı.
Efe çeteye hareket emri verdi ve kızanlarına,
- Irz düşmanları bizimle gezemez.
Irz düşmanlarının sonu budur diyerek Veli’yi gösterdi.
Efenin kızandan beklediği en önemli beklenti, uyulması gereken kurallar çeteye uyum ve efeye bağlılıktır.
Kızan için ise efe ve çete için her türlü zorluğu, sıkıntıyı ve ölümü göze alan kişi demektir.
Zeybeklik sıradan bir cesaret yada yiğitlik olayı değildir.
İyi, etkin, yönlendirici ve namlı bir zeybek olabilmek için bir takım yeteneklere, belli bir birikime, olgunluğa, hızlı kavrama, değerlendirme ve karar verme yetilerine sahip olmak gerekir.
Yalnızca gözü pekliğine ve cesaretine güvenenler kısa sürede vurulurlar.
KIZANLIĞA GEÇİŞ TÖRENİ
Kızan töreni Sabahın erken saatlerinde dağın zirvesinde bir defne ağacının altında gerçekleştirilir.
Defne ağacı zeybekler arasında kutsaldır.
Söylencelere göre dibinde Hızır’ın yattığı söylenir.
Bir çeşit totem, kesilmesi ve yakılması günah olan bir ağaçtır.Bulunduğu yerlerin bereketli olduğuna inanılır.
Bu ağacın meyvelerini kutsal saydıkları için zeybekler silahlarına sürerler.
Efe diz çöker.
Zeybekler ve kızanlar da halka yaparak yere diz çökerler.
Kızan adayı ayakta durur.
Efe başını doğrultur, dumanlı dağlara, yalçın kayalıklara, derin uçurumlara ve yeni kızan adayına bakar.
Kızan Efenin önüne eğilerek belindeki yatağanı (bıçak) çıkarır ve üç kez alnına değdirerek öper.
Sonra efenin önünde diz çökerek, usulca yere koyar ve başı önde elleri kavuşturulmuş beklemeye başlar.
Efe burada kızan adayına zeybeklikle ilgili sorular sorar; kurallar açıktır.
Bu yükü kaldırıp kaldıramayacağını sorar Kızan adayı ”Yolumuz yolundur efem ser veririm sır vermem” der.
Efe de elini kızan adayının sırtına koyarak yemin ettirir:
‘’Efenin söylediği sözden, gösterdiği izden, ayrılmayacağıma, dostunu dost, düşmanını düşman bileceğime masum, zavallının üstüne hiçbir zaman silah çevirmeyeceğime, serim gitse de sır vermeyeceğime, bu dağ başında, yiğitlerin önünde efemin huzurunda yemin ederim.’’
Kızan adayı defne ağacına saplı yatağanın altından yedi kere geçer.
Diğer kızanlar da ağacın çevresinde yedi kez dönerek aynı şekilde yatağan atından geçerler.
Efe yatağanı elleri arasına alarak zeybek duasına başlar.
Dua bittikten sonra efe yatağanı kızana verir ve kızan da yatağanı üç kez öperek başına değdirir ve kuşağının arasına sokar.
Bunun üzerine Efe silahlığından bir pazubent, bir hamaylı çıkarır.
Pazubent’i kızanın koluna, hamaylıyı da boynuna takar.
Bunun anlamı kurşundan, nazardan, kötülüklerden koruması, yiğit olması dileğidir.
Tören bitiminde efe ağaçtan yatağanı çeker, kınına koyar ve hep birlikte ayağa kalkılır.
Artık aday genç zeybekler arasına katılmış efenin kızanı olmuştur.
Zeybeklik kurumu dışarıdan bakıldığında açık bir şekilde görünmese bile belli bir düzen, belli bir örgütlülük söz konusudur.
Herkesin belirlenmiş bir görevi vardır.
Bu örgütsel yapıda:
1 Efe
2 Baş zeybek yada baş kızan
3 Kızanlar yada zeybekler
4 Yardımcı ve muavin çeteler
5 Haberci ve istihbarat ağı
6 Yatak ve barınma ağı
Efe örgütün başı yöneticisidir Örgütü tek başına yönetir, yönlendirir.
Zeybek ve kızanlar onun bilgisi ve istemi olmadan hiçbir eylemde bulunamazlar, ondan habersiz hiçbir iş yapamazlar.
Efeler her türlü sıkıntıya, üzüntüye, baskı ve yıkıma sabırla, dirençle dayanır.
İçinden geçenleri yaşadığı fırtınayı kimseye sezdirmez her zaman her yerde iradesine hakim olmak zorundadır.
Baş zeybek efenin birinci derece yardımcısıdır.
Efe olmadığı zaman çeteyi o yönetir.
Kızanların isteklerini efeye iletir.
Kızan çeteye yeni giren, baş zeybek ve zeybeklerden sonraki üyedir.
Çetenin günlük işlerini ve gereksinimlerini sağlarlar.
Köy, kasaba ve şehirle ilişkileri yürütür.
Zeybekler sırtında üç telli cura ile dolaşırlar, bağlam yada cura çalmak, şarklı söylemek bir gelenektir.
Yardımcı çeteler ise ana çeteye yardımcı olmak, korumak, haberleşmek işlerini düzenlerler.
Takip kuvvetlerinin dikkatini dağıtmak, ulaşılamayan noktalarda eylemde bulunmak ve lojistik destek sağlamak onların görevleri arasındadır.
Emirleri efeden alırlar, ana çeteden ayrı olarak gezerler.
Haberci ve istihbarat ağı, çetenin bilgi edinme, gözetleme, ön araştırma ve inceleme işlerini yürütürler.
Yatak ve barınma ağı, yeme, içme mühimmat gibi gereksinimlerin giderildiği, çetenin sığındığı, barındığı, gizlendiği yerlerdir.
Bütün bu kesimlerin alabildiğince güvenli olması, eksiklik olmaması, açık vermemesi zorunludur.
Bu konulardaki en küçük hatayı hiçbir zeybek çetesi bağışlamaz.
Hata yapıldığında bunun bedelini hayatlarıyla ödeyeceklerini bilirler.
Zeybek töresine göre; yardım görülen evden ekmek yenir, su içilirse, o eve zarar verilemez.
Kadın ve kızlara karşı son derece saygılı ve onların ırz ve namuslarının koruyucusuydular.
Hiçbir zeybek kadına kötü gözle bakamaz.
Zeybeklerin nerede ve nasıl konaklayacaklarını kendilerinde başka kimse bilmezdi.
Dağları, geçitleri, koyakları, su başlarını, hangi dağda hangi yürüklerin konakladıklarını, köyde hangi tipte hangi silahın olduğunu, zenginleri ve ihtiyaç sahiplerini çok iyi bilirlerdi.
Efenin gönderdiği kızanlar yataklar vasıtasıyla son haberleri getirir, en ince ayrıntısına kadar durum görüşülür, planlar tereddütsüz uygulanırdı.
Takip ve baskınlar karanlık saatlerde seçilir, iz kaybetme, şaşırtma ve oyalama taktiği güdülürdü.
Her an ihtiyatlı hareket etmek zorunda kaldıklarından ayak seslerini bile ayırt etmekte ustaydılar.
Bunun dışında inanılmaz derecede çeviktiler, çok hızlı kavrama, değerlendirme ve uygulama yetenekleri vardı.
Bu kendilerini takip kuvvetlerinden farklı kılan en önemli özelliklerden birisidir.
Düşünmeden harekete geçmezler, en akla gelmeyecek olasılıkları hesaplar ve ona göre harekete geçerlerdi.
Öfkelerine, anlık duygu ve kızgınlıklarına göre iş yapmazlardı.
Kendi deyimleriyle, ‘’öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır
diyerek her olayın ince ince hesabını yaparlardı.

Zeybekliğin kuralları: Toplumda düzen bozulur, bir kez hak edebilmek zora ve güce dayanırsa, orada dağların yasası egemen olur.
Dağ yasalarının sahipleri ise bellidir; dağlarla iç içe yaşayanlar.
Efeler, yiğitliği, mertliği, cömertliği, korkusuzluğu, sabırlılığı, yardımseverliği, olgunluk örneği davranışları, olayları değerlendirme ve silah kullanmadaki yetenekleriyle, çetedeki zeybek ve kızanlara sürekli örnek olmak durumundaydılar.
Efeler, bekar kızan ve zeybekleri kendileri evlendirirler, masraflarını kendileri karşılarlardı.
Ölüm karşısında soğuk kanlıydılar.
Ölüme aldırmayan, korku duvarlarını aşmış insan ölümün kendisidir.
Onlara göre; ‘’yiğit olan yiğit yaşadığı günün hesabını yapmaz.
Zeybeklik töresine göre efeler, yolsuzluğun ve haksızlığın yapıldığı yerde ezilen insanların hakkını korumakla yükümlüdürler.

Halkı soyanlardan, ağalardan, tefecilerden aldıklarını ihtiyaç sahiplerine dağıtırlar.
Zorbalarla, soyguncularla, çapulcularla mücadele ederler.
Halkın gözünde efeler, iyinin dostu, kötünün düşmanıdır.
Hakseverdir ve doğruluğun yanındadır.
Bir çok denemelerden geçmiş, kısa sürede nice yoğun olaylar yaşamış zeybekler, ağır başlı, kamil, temkinli insanlardı.
Verdikleri sözü mutlaka yerine getirirlerdi.
Aralarında yalan söyleyeni, düzenlerine uymayanı, barındırmazlardı.
Sululuktan, saygısızlıktan hoşlanmazlardı.
Övünmeyi ve kendini beğenmezliği sevmezlerdı.
Az ve öz konuşurlardı.
Bazen köylerde çeşme yaptırırlar, su yollarını tamir ettirirler, köy odalarının bakımını ve tadilatını yaptırırlardı.
Yoksullara yardım, kimsesiz gençlerin çeyizini düzmek her zaman yaptıkları eylemlerdendi.
Giyimleri; Zeybekler giyimleriyle varlıklarını kanıtlar ve etkinliklerini arttırırlar.
Bir anlamda zeybek giyimi sıradışılılıkla, farklı ve başka bir topluluğa ait olmakla örtüşen simgesel bir özellik taşır.
Efeler, kendi giyimlerini özen gösterdikleri gibi, kızanların da en iyi, en güzel, en göz alıcı biçimde giydirmeye özen gösterirlerdi.
Zeybek giyimi, yapımı uzun süren, incelik ve emek isteyen, ilk anda insanda saygı ve çekingenlikle birlikte ürperti uyandıran, insana heybet kazandıran, gösterişli ve ilginç bir giyim tarzıdır.
Sanki doğanın renkleri tek tek efenin giysisindedir.
Çiçekler doğadan koparılıp, takılmış gibidir.
Kendine özgüdür, neden:
Kendine olan güveni, itilmişliğe, dışlanmışlığa ve ezilmişliğe karşı başkaldırıyı yansıtmak.
İçinde bulundukları konumu, sıradan insanlar olmadıklarını vurgulamak.
Kişiliği sembolize etmek, özgürlüğün ve onurun korunmasının görsel ve simgesel boyutunu sergilemek.
Doğa ile iç içe olduklarını göstermek
Giysi ve Takılar
Baş: Efeler, çuhadan yapılma nar çiçeği renginde, kozunlu başlık denilen püsküllü fes giyerler.
Zeybekler ise kabalak takarlar.
Üzerine genç kızların işlediği oyalı poşu bağlanır.
İkisi de altına terlik denilen takkeyi takarlar.
Üzerine iğne oyası işlemeli yazma sararlar.
Püsküller arkadan sarkar.
İçte: Boyun ve kol ağızları iğne oyası işli krem renkli, içlik denilen saf ipekten bürümcük giyerlerdi.
İçliğin üzerine mintan (Kırmızı yada mor üzerine beyaz çizgili ipekten dokunmuş üstlük) Göğüs altına kadar gelirdi.
Efeler yakalarını açık bırakırlardı, zeybekler ise kapatırdı.
Üst: Mintan üzerine cepken giyilirdi.
Mintan boyunda ve çarpraz düğmeliydi.
Üst: Kartal kanadı gibi olan camadan, koyu renk üzerine siyah, ipek kaytan işlemeli.
Sırma işli olanları kızanlar kullanırdı.
Alt: Kalçaya kadar gelen çakşırmenevreklerin kenarları da ipek kaytan işlemeli, ağları yaklaşık üç metre, uçkurun geçtiği bele yakın olan yer kırmızı ketenden idi.
Uçkurların uçları motifli işlemeli ve açıkta.
Boyları ise yörelere göre değişir.
(İpeği çok kullanmalarının nedeni: Bıçak gibi aletlerin keskinliğini azaltmak için)
Ayakta: İşlemeli çuhadan tozluklar, yada kepmen denilen deri tozluklar.
Sonraları efeler kayalık denilen işlemeli çizmeleri, zeybekler ise kırmızı yemeni, çarık pabuç, son olarak kara çizme kullanmışlardır.
Belde: Dolgukuşak, üstüne renkli desenli ipekten şal kuşak.
Üstüne aşağıdan yukarı sarılan, uçları sol taraftan sarkan geniş kolon.
Üzerine: Silahlık, efeler işlemeli ve tek kayışlı, yedi kat silahlık kullanırlardır.
Silahlı katların arasına yatağan denilen sapı iki kulaklı bıçak ile kubur denilen ateşli silah yerleştirilirdi.
Kubur sap kısmından boyun kordonuna bağlanarak güvenceye alınırdı.
Silahlığın yanında maşa denilen iki halkalı, diğer ucu çatal dilli, özel muhafazalı demir çubuk sarkar.
Olmazsa olmaz bir parçadır.
Pala bilemek ve kamayı köreltmek için kullanılır.
Yağlık: Kırmızı,mor yada bordo ipek kumaş üzerine, kırma tel işlemeli , tam kare şeklindeki yağlıklar da silahlığın sol üst yanına takılır.
Kolda: Sağ kol üstüne inançlarına göre kurşun geçirmezliği sağlayan pazıbentler takılırdı.
Zeybek olunca takılar ölünceye kadar çıkarılmaz.
Asıl tılsımları boyundan geçirilip koltuk altına sarkıtılan hamaylıdır.
Soğukta: Aba
Yağmur ve Tipi : Kepenek.
Köstekler: Girit ve Arnavut usulü.
Aksesuarlar: Koltuk altı bıçağı, gümüş tütün tabakası, kehribar tesbiği ve ağızlık, çakmak taşı ve kav, yaralanmalar için yapağı.
Zeybek oyunları:
Oyunları,yürüyüş, diz çöküş, geri dönüş, eğilme, yeri avuçlama, sıçrama ve yekinmeler ve diz vurmalardan oluşur.
Oyunlar açık yerlerde, meydanlarda, çoğu zaman davul zurna eşliğinde, kapalı yerlerde ise Cura ve bağlama eşliğinde oynanır.
Davul zurnayla, oyun oynarken genellikle çift zurna kullanılır.
Zurnalardan biri ezgiyi çalarken, diğeri dem tutar.
Tek zurnalı zeybek ezgisi olmaz.
Zeybeklerin oynadığı oyunlar efe oyunlarına göre daha hareketlidir.
Kızanların oyunları ise uçarı, yeğnice ve devinimlidir.
Efe oyunu bir kişi ile oynanırken, zeybeklerin oyunu ise genellikle, iki yada dört kişiyle oynanır.
Kızanların oyunu ise topluca oynanır.
Oyun süresince , seyirciler “ Haydi efem “, “esteeee” diye bağırırlar.
Zeybek oyunları , kahramanlık, mertlik, cömertlik, aşk, yengi, başkaldırı motif ve duygularıyla yoğrulmuş bir oyun türüdür.
Motiflerde ilk olarak göze çarpan, gurur ve heybetli duruş halidir.
Efe oyuna davet edilmeden çıkmaz.
Davet edildikten sonra efe kuş hafifliği içinde güvenle yerinden kalkarak oyun yerine çıkar.
Öncelikle meydanın çevresinde oturan büyüklerinin karşısında durur .
Hafifçe açık duran sağ ayak, sol ayağa sertçe vurulur.
Daha sonra az yana açılıp yere basılır.
Sonra ellerini toprağa sürerek oyuna başlar.
Oyun, yürüyüş, gezinme, diz çöküş, yere düşüş, eğilme, yeri avuçlama, sıçrama, yere diz vurma ve yekinmelerden oluşur.
Oyunu yine selamlama ile bitirir.
Zeybeğin elini toprağa sürmesi, topraktan güç aldığı, bu toprakların sahibi olduğu anlamına gelir ve de parmaklarının iyi şıklaması için elini toprağa sürer.
Oyunda gezinme ise, sınırlarını çizdiğim bu topraklar benimdir anlamına gelir.
Zeybeğin oyunu kartalın hareketlerine benzer.
Kartalın hareketsiz duruş anından, uçuş, süzülme, kanat çırpma ve konma anına kadar olan süredeki olan hareketlerin yorumlanması olarak değerlendirilebilir.
SONUÇ:
Tarih ve mitolojiyi incelersek bir çok kahramanlık hikayeleri ile karşılaşabiliriz.
Ortaçağda şövalyeler, doğuda samuraylar, Cervantes’in hayali ama belki de gerçek kahramanı La Mancha’lı Don Kişot, Mitolojide, Herakles, Theseus, Odyseus, Arjuna, Gılgamış vs.
Peki neden bu kadar çok kahramanlık destanları ve olayları var? Çünkü insanın içinde bir kahraman var.
Sadece yaşam sürdürmenin ötesinde, onurlu amaçlar için yaşamak isteyen bir yanı var.
Şanslıyız, çünkü kahramanlık idealini yaşatmaya çalışmış örneklere biz de sahibiz, hem de çok yakın bir tarihsel dönemde.
Doğada ve toplumda değişim sonsuzdur.
Kendini yaratan koşullar ortadan kalkınca, efelik ve zeybeklik de tarihsel ve toplumsal misyonunu tamamlayarak ortadan kalkmıştır.
Günümüze kalan ise, kültürel değerler bağlamında yalnızca giysileri, destanları, dans ve türküleridir.
Zeybekler kendileri için yaşamamışlar, hak ve adalet için yaşamışlardır.
Hak ve adaletin kuvvetli savunucuları olmuşlar ve gittikleri yerlere bunu taşımışlardır.
Tarih sahnesine erdemlerin uygulayıcısı olarak geçmişlerdir.
Onların hareketlerinin, eylemlerinin temelinde insan sevgisi yatmaktadır.
Erdemlerin olmadığı, başıboşluğun, disiplinsizliğin olduğu yerde asıl yenilginin kendisini yaratacağını bilirlerdi.
Bu yüzden her zaman kendilerini kontrol altında tutarlar ve kişiliklerini arka plana koyarlardı.
Bütün bunlar günümüz insanının unuttuğu ve artık hatırlaması gereken değerlerdir.
Hatırlamak için sembollere ihtiyacımızın olduğu şu günlerde bizim için, yaşamlarından bir çok ders çıkarabileceğimiz, anlamlı bir semboldürler.
Belli ki günümüzde kahraman olmak için belimize bir silah takıp gezemeyiz.
Ama belki de erdemleri takıp gezebiliriz.
Tarihin bu döneminde çok daha farklı kahramanlara ihtiyaç var.
Konforun ve rahatlığın hayatın anlamı olduğu günümüzde, karşılaştığımız olaylarda, daha adil, ölçülü, cömet, sabırlı oldukça, zor olanı, basit olana tercih ettikçe, kahramanlık fikrini günümüze uygun bir biçimde yaşatabiliriz.
Bunu engelleyen şeyler dışımızda değil, içimizdedir.
KAYNAKLAR
1 EFELER
Kökenleri, eylemleri, töreleri, dansları, giysileri
Aydın Valiliği İl Özel İdaresi Yayınları No: 3 1991
2 Ege’ de Eşkıyalar
Sabri Yetkin
Tarih Vakfı Yurt Yayınları
3 Zeybeklik ve Zeybekler Tarihi
Ali Haydar Avcı
Kitap Deyince yayınları
HAZIRLAYANLAR
CEMİLE AKBİNAR
NUR KOCASOY
MUSTAFA ÖNSAY
BESTE KOLAYLIOĞLU
ÖZLEM ŞARKICI
UMUT İLHAN
Etiketler
efeler, efelik, zeybekler, zeybeklik

Mağusa Limanı ...

Birçok sanatçımız tarafından seslendirilen Mağusa Limanı'nın aslı Arap Ali Ağıtı'dır.
Arap Ali, aslen Limasollu olup babası arap kökenli zenci Mahmut efendi ile beyaz Hatice hanımın dört çocuğunun en büyüğüdür. Kendinden başka bir erkek ve iki kız kardeşi vardır. Arap Ali olayın geçtiği gün Mağusa Limanında çalıştığı gümrükte işini bitirerek biraz eğlenmek için meyhaneye uğramıştır.
Meyhane'de bulunan İngiliz askerleri Arap Ali'ye sözlü tacizde bulunarak kışkırtmış ve kavga çıkmasına sebep olmuşlardır. Kavgada Arap Ali İngiliz askerlerinden aldığı süngü darbeleri ile oracıkta vefat etmiş ve daha sonra cenazesi memleketi Limasol'da Türk kabristanına defnedilmiştir.
Çevresinde çok sevilen Arap Ali ile ilgili olarak bu ağıt 4 farklı versiyon ile halk arasında söylenegelmiştir.
Mağusa limanı limandır liman aman aman
Mağusa limanı limandır liman
Beni öldürende yoktur din iman
Beni öldürende yoktur din iman
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
İskeleden çıktım yan basa basa aman aman
İskeleden çıktım yan basa basa
Mağusaya vardım kan kusa kusa
Mağusaya vardım kan kusa kusa
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun
Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun

31 Mart Ayaklanması ...

Rumi takvimle 31 Mart 1325’te, bugün kullandığımız miladi takvimle 13 Nisan 1909’da tarihimizin en büyük gerici ayaklanması olan 31 Mart Vakası yaşanmıştı.
Bu tarihten 9 ay kadar önce, 24 Temmuz 1908’de ’İkinci Meşrutiyet’ ilan edilmiş ve Padişah 2’nci Abdülhamid’in 33 yıllık baskı yönetimine son verilmişti.
Meşrutiyet devrimini gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, siyasal gücü tam anlamıyla eline almamış, görece bir çoğulculuk ve özgürlük ortamında her kafadan bir ses çıkar olmuştu.
Muhalefetteki muhafazakár siyasal odaklar, el altından gerici güçleri kışkırtıp özendiriyor, bir yandan da devrin süper gücü İngiltere ile dirsek teması kuruyorlardı.
Derviş Vahdeti ismindeki bir Nakşi, yayımladığı Volkan Gazetesi’nde açıktan ayaklanma çağrılarına başlamış ve özellikle İstanbul’daki ağırlıkla alaylı subay ve çavuşlardan kurulu I. Ordu birlikleri üzerinde etkili olmuştu.
6 Nisan 1909’da gazeteci Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde vurularak öldürülmesi, siyasal gerilimi doruk noktasına taşıdı. Artık her kafadan bir ses çıkıyor ve meşruiyet ve yasallık duygusu açıkça göz ardı ediliyordu.
13 Nisan 1909 sabahı, ağırlıkla ‘alaylı’ subay ve çavuşlardan kurulu 1. Ordu birlikleri içinde Taşkışla’da bir askeri ayaklanma başladı. Ayaklanan askerlerin önüne düşen cahil ve yobaz sözde din adamları, tekbirler eşliğinde Sultanahmet Meydanı’ndaki Meclis-i Mebusan binasını basarak “şeriat kurallarının eksiksiz uygulanmasını” istediler.
Önlerine çıkan ‘mektepli’ subayları ve İttihatçı olduklarından kuşkulandıkları yüksek devlet görevlilerini öldürmeye başladılar. Osmanlı başkentinde tam bir sürek avı başlamıştı. Hükümet otoritesi tümüyle devre dışı bırakılmıştı.
Padişah 2. Abdülhamid’in gözleri önünde, Yıldız Sarayı avlusunda Deniz Yüzbaşısı Ali Kabuli Bey’i linç edecek kadar gözleri kararmış ayaklanıcılar önünde duran hiçbir devlet gücü kalmamıştı
Saatler ilerledikçe durum ağırlaşıyor, Padişah 2. Abdülhamid’den de Babıáli’deki hükümetten de hiçbir tepki gelmiyordu. Ayaklanmacı kara kalabalığın İstanbul’da duruma hákim olmaya başladığı görüntüsü ürküntü veriyordu.
Ayaklanma haberi Edirne, Selanik ve Manastır’daki 2. ve 3. Ordu birliklerine ulaştığında, durumun basit bir güvenlik sorunu olmadığı, yaygın bir gerici başkaldırının yaşanmakta olduğu değerlendirmesi yapıldı.
Selanik’teki 3. Ordu’nun kurmay başkanı Önyüzbaşı Mustafa Kemal Bey, İstanbul’dan gelen telgrafı okur okumaz inisiyatifini kullanarak, adını da kendisinin koyduğu öncü bir birliğin, Hareket Ordusu’nun hazırlıklarına başladı.
Ordu komutanı Mahmud Şevket Paşa’da gözlemlediği duraksamaya şu sözleriyle son verdi:
Bu isyanı basit bir isyan hareketi olarak görmek, aldanmaya neden olabilecektir. Ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanmalar olduğu, gelen şifrelerle anlaşılmıştır. İsyan, üç-beş isyancının işi değildir. Olağanüstü geniştir, planlanmıştır, dayanakları vardır.
Durum öyle gösteriyor ki, arkalarında içten ve dıştan yüksek mevkilerden kışkırtmalar vardır. Soruna yalnızca güvenliğin sağlanması açısından bakmak hatalı olacaktır görüşünü de korumak istiyorum. Bunun derinliklerine inilmelidir.
Bugün güvenliği sağlasanız bile yarın tekrar ortaya çıkmayacağının garantisi nedir? Bu isyanın elebaşıları bu gerici hareketi başlatırlarken ulusun hassas düşünceleri üzerinden hareket etmişlerdir. Yarın da, öbür gün de aynı şeyi yapacaklarından emin olabilirsiniz.
Bu isyancılar arkalarına başka kuvvetleri de almışlardır. Onların verdiği destekle kendilerini olduklarından daha güçlü sanmaya başlamışlardır. Sanırım ki bu hazırlık uzun zamana dayanmıştır. Yapılacak soruşturma bunu kanıtlamaya yetecektir.
Önce bu isyan zaman geçirilmeden bastırılmalıdır. Daha sonra kendilerini güçlü sanarak bu isyanı çıkaranlar hakkında kovuşturma yapılıp isyanın derinliklere inen kökleri ortaya konulmalıdır. Ve hemen İstanbul’a girilerek, gereken önlemlerin alınması zorunlu olduğu gibi, bu zihniyete gereken ders de verilmelidir.
Düşüncem şöyledir: Yeterince zaman kaybedilmiştir. Hemen harekáta geçmek zorunlu ve önemlidir...
Önyüzbaşı Mustafa Kemal’in bu net irdelemelerinden sonra zaten İstanbul üzerine derhal harekete geçip ayaklanmayı bastırarak Meşrutiyet’i ve hürriyeti koruma eğilimindeki ilerici birlikleri durdurmanın olanaksızlığını kavrayan Mahmud Şevket Paşa, beklenen emri verir.
Önüne geçilmez bir hırsla ve kararlılıkla hızla İstanbul’a yürüyen 2. ve 3. Ordu birliklerinden seçkin bir kuvvet, Hareket Ordusu adıyla başkente girer. 9 güne yayılan şiddetli çarpışmalardan sonra 22 Nisan 1909’da ayaklanma kesin olarak bastırılır.
Başta Derviş Vahdeti olmak üzere ayaklanıcıların elebaşıları hızla yargılanır ve birçoğu asılır. Padişah 2. Abdülhamid tahttan indirilerek, Selanik’e sürgüne gönderilir...
Yıl 1909 Ordu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa ve Kurmay Başkanı Mustafa Kemal ..

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...