5 Ağustos 2019 Pazartesi

Tahtalı Köy

Tokatta Ev-Bark şeklinde yapılmış mezar sanduka. Orta Asya ölü gömme geleneğinin devamıdır.
Türkçedeki “ev-bark” terimi aynı zamanda mezar anıtı anlamına da gelir ve Göktürk Kağanlarının ruhlarının ikametgahı olarak görülür.
Bark, ulu kişilerin yattıkları ve ziyaret konusu olan türbeleri de ifade eder. Derme çatma, ağaçtan yapılan ev anlamı da verir.
Türkçe "Tahtalı Köy" tabiri ev şekline benzeyen tahta mezarlıklar için söylenir.

Nepotizm Hastalığı ...

Nepotizm, bütün dünyada eleştirilen ama bir türlü vazgeçilemeyen bir hastalıktır.
“Nepot”un karşılığı “yeğen”dir.
Siyasetteki “Nepotizm” kavramının kaynağı ise Orta Çağ'dadır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten 18 yıl sonra Papa seçilen 4. Sixtus'un tayin ettiği 34 kardinalden altısı yeğeniydi. 1503-1513 yılları arasında papalık yapan 2. Julius, 4. Sixtus'un yeğenlerinden biriydi.
Papa 4. Sixtus'un başlattığı “kardinal yeğen” kavramı papalık tarihinde yaklaşık 400 yıl sürdü.
Vatikan, 19. Yüzyıl'da büyük tartışmaların ardından kurtulduğu nepotizmi bölgemize ihraç etmeyi başardı.
Eş dost akraba kayırmacılığı, yani yeğencilik, Orta Doğu'da en geçerli ve yaygın yöntemlerden biri haline geldi...

İnsanların ölmemesi için kendini öldürdü...

1874 yılında İtalya’nın Bologna şehrinde doğdu. Babası İtalyan, annesi İrlandalıydı. Ailesi zengindi. O da bütün büyük mucitler gibi, küçük yaşta aletlerle oynamaya hevesliydi. Annesinin Londra’da da bir evi vardı. Sık sık İngiltere’ye gider, orada yaşardı. Öğreniminin önemli kısmını İngiliz okullarında yaptı.
24 yaşındayken endüksiyon bobininin bir ucunu anten teline, diğer ucunu da bir toprak teline bağlayarak ilk telsizi bulmuştu. İtalyan hükümetine başvurdu ama ciddiye alınmadı. 
O da aldı makinesini İngiltere’ye gitti. İngilizler havada kaptı. Hemen dünya basınını harekete geçirdiler. İtalya pişmandı. Özür diledi, geri çağırdı ama iş işten geçmişti.

Radyonun mucidi Marconi’den bahsediyorum.
İngiltere’de “Marconi Telsiz Telgraf Şirketi” kuruldu. 1898 yılında Manş Denizi’nin öbür yakasına telsiz haberi göndermeye, sonra da yüksek anten direkleri kurarak, okyanuslar arası haberleşmeyi başladılar.
Marconi artık dünyaca tanınan bir mucitti. 1909 yılında Nobeli aldı.
Uzaya sinyaller gönderdiğini, uzaydan sinyaller aldığını dillendirmeye başlamıştı. Dünya bu bilgiye henüz hazır değildi. Bir kişi hariç…
1937 yılında İtalya’da Mussolini’nin liderliğinde, Kara Gömlekliler iktidar olmuş ve eski Roma imparatorluğunu yeniden yaşama geçirme hevesine kapılmıştı. Marconi’nin bazı evren sırlarına sahip olduğunu bildiğinden ondan ısrarla, dünyaya meydan okuyacağı güçte buluşlar yapmasını istiyordu. Marconi bazı tasarımları olduğunu, bunun ise uzun zaman ve deneylerle mümkün olacağını söylüyordu. Mussolini’nin devamlı ısrarları ile bir aletin yapımına girişti.
Aylar sonra, bir manyetik alan dondurucu cihazı meydana getirdi. Yardımcıları cihaza “Ölüm Işını” adını vermişlerdi. Henüz kesin deneyleri yapılmadan, Afrika’da, Libya ve Habeşistan’ın istilasını tamamlayan Mussolini bu gizemli cihazla bir an evvel, dünyayı tehdit etmek istiyordu.
Alelacele, bir deney yapıldı. Marconi ve yardımcıları, bulundukları yerden, üzerlerine doğru hareket halinde bulunan 10’a yakın tank ve arkasından gelen askerlere karşı cihazı çalıştırdılar. Manyetik dalgalar, tank ve askerleri bloke etti. Tankların motorları birden durmuş, askerlerse yürüyemez hale gelmişti. Marconi ve yardımcıları derhal cihazı durdurdular. Arkalarında tatbikatı izleyen Mussolini ve yandaşları ise çılgınca alkışlıyordu.
Deney başarılıydı ama hesapta olmayan bazı esrarengiz olaylar bundan sonra başladı. Ertesi günü tatbikata katılan askerler arasında “manyetik donma” denilen olay meydana gelmeye başladı. Tedavisi bilinmiyordu; ölüm olayları sıklaşmıştı. İntihar edenler oldu.
Marconi manen yıkılmıştı. Karamsarlık içinde Papa’yı ziyarete gitti. 90 Yaşındaki Papa’yla uzun uzun konuştular. Ama bu konuşma hiçbir zaman açıklanmadı.
Marconi geri döndü; ilk işi cihazı bozup onunla ilgili bütün belgeleri yakmak oldu. Ölüm makinesinden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Tanrının huzuruna rahatlıkla gidebilirdi artık.
Ertesi günü Marconi’nin, evinde intihar ettiği öğrenildi. Resmi kayıtlara Kalp krizinden öldü şeklinde geçildi .
Şanına uygun bir törenle gömüldü. Papa arkasından şöyle diyordu:
-“Tanrının sırlarına vakıf oldu. İnsanların yücelmesi için yaşadı. İnsanların ölmemesi için öldü...
Kaynak İfral Turgut
Evren ve İnsan

Datçalı Konstantin'in Katırı ...

1900'lü yılların başıydı.Datça Yakaköy'de bir Rum yaşıyordu.
Yorgi oğlu Konstantin...
Yıllar önce Akdeniz'deki Karpatos(Karput) Adası'ndan Datça'ya gelip yerleşmişti.
Bir katırı vardı.

Sarı tonlu sevimli bir katır.
Katır deyip geçmeyin.

O günlerde son model araba kadar kıymetliydi.
Yıllarca Konstantin'in yoldaşı olmuştu.
Onu, ailesini, yükünü taşımıştı.
Tarlasını sürmüştü.
Üstüne titriyordu Konstantin katırının.
Her yıl hükümet konağı avlusunda muayene ettiriyordu.

Ama bir gün Konstantin bir olay nedeniyle hapishaneye düşünce, katıra bakmak oğlu Andon'a kaldı.
Andon da babası gibi katıra düşkündü.
Ama gençti.

Bir gün Andon katırı kaybetti.
Nerede arasalar, bulamadılar.
Ölmüş olsa cesedi bulunurdu.
Bulamadıklarına göre biri ç'almıştı.
Andon üzüntüden mapustaki babasına katırın kaybolduğunu söyleyemedi.

Aradan iki yıl geçti.
Konstantin hapisten dönmüştü.
Katırın kaybolduğunu öğrenince karalara büründü.
Hemen aramaya başladı.
Çevresindeki dostlarına haber saldı.
Tabana kuvvet yarımadayı arşınladı.

Sonra bir haber geldi.
Katır, Kantarlı oğullarından Ali Oğlu Molla Mehmet'teydi.
Gitti istedi.
Molla Mehmet vermedi.
Araya aracılar koydu.
Molla Mehmet "asla" dedi.

Çünkü Molla Mehmet katırı Datça Nahiye müdürü tarafından ve Belediye eliyle yapılan açık arttırmadan almıştı.
Üstelik bedelini de ödemişti.
Tüm resmi belgeler elindeydi.
Konstantin'in katırını bizzat devlet satmıştı.
Molla Mehmet resmen katırın sahibiydi.

Günlerce düşündü Konstantin.
Katırı almanın bir yolu olmalıydı.
Bu yol da mahkemeye başvurmaktı.
İyi de, Osmanlı mahkemesi bir azınlığın sözüne inanıp, devletin sattığı katırı ona verir miydi?
Üstelik elinde belge falan da yoktu.

Oysa katırın yeni sahibi Molla Mehmet'in elinde makbuzları vardı.
Yine de adalete güveniyordu, Konstantin.
Bir umutla Marmaris Şer'iye Mahkemesi'ne başvurdu.
Şöyle dedi.

“Bundan iki sene önce bir olaydan dolayı zorunlu olarak Meneteşe Sancağı konsoloshanesinde bulunduğum sırada Yaka köyünde bulunan oğlum Andon’un elinde iken kaybolan ,hükümet konağında muayene olunan sarı tonlu,on altı on yedi yaşlarındaki katır, on üç seneden beri benim malım mülkümdür…
Konsoloshaneden tahliye edilerek Yaka köyüne geldiğimde katırımın kaybolduğunu ve Dadya karyesi(Eski Datça) sakinlerinden Molla Mehmet'in elinde bulunduğunu öğrendim.
Her türlü yola baş vurarak katırı istediysem de bana vermekten kaçındı. Bundan dolayı bana ait olan katırın tarafıma verilmesini talep ve dava ederim..”

Mahkeme Konstantin'den iddasını ispatlayacak deliller istedi.
Ne edecek Konstantin?
Elinde delil, melil yok ki.
Tek kanıtı şahitleri.
Ama mahkeme şahitlere mi inanır, resmi belgelere mi?
"Olsun" dedi Konstantin, "adalet haklının yanındadır."
Dört arkadaşını tanık gösterdi.

Tarih 25 Mayıs 1905'di.
Marmaris Şer'iye Mahkemesi şu kararı verdi.

"Davacı Konstantinden iddiasını ispat edecek deliller göstermesi istenmiştir. Davacı tanık olarak Karpatos adasındaki Aratos köyü muhtarı Kosbatus oğlu Anatostu, Anrire oğlu Harlabitos,Yatos evlatlığı(Veledi kaim) ve yine Aratos köyünden Osmanlı tebalı rum milletinden Nakosa oğlu Yorgi Kovadiris , ve Estemadı oğlu Vasil Kovaris’i şahit göstermiştir..
Mahkemede hazır olan tanıklar tek tek dinlenmiş , “Hükümet konağı avlusunda muayene olan sarı tenli Katır’ın Davacı Konstantin’in malı ve mülkü olduğuna tanıklık ederiz..”deyip, tanıklıklarını yeminleri ile doğrulamışlardır. Bu şahısların yeminli tanıklıkları doğru kabul edilip ,bu sebeple yemin ettirilme sonunda, dava konusu katırın davacı Yorgi oğlu Konstantin’e ait olduğu anlaşılmış , katırı Konstantin’e terk ve teslim etmesi Dadya köyünden Kantarlı oğullarından Ali Oğlu Molla Mehmed'e tembih ve ihtar edilmiş..Karar şeriye defterine kayıt edilmiştir."
(Kaynak : Muğla Üniversitesi ,Fen-Edebiyat fakültesi tarih bölümü H.1316-1322(M.1900-1906) tarihli 154 numaralı Marmaris Şer’iye Sicil Defterlerinin Transkripsiyonu ve değerlendirmesi..Clit:2 sayfa:492)
Hani bugün "Osmanlı torunuyuz" diye ortaya çıkanlar var ya...
Ve onların hukuğu guguk yapanları ...
100 küsur yıl öncesinin kararlarına bir göz atsınlar.
Adalet nedir belki anlarlar...
NOT: 100 küsur yıl önce yaşanmış bu gerçek olay Datça tarihinin canlı arşivi Yusuf Ziya Özalp’in paylaşımından hikayeleştirilmiştir.Kendisine teşekkür ederken, yazılarını takip etmenizi öneririm...

Comfort Women コンフォートウーマン ....

İnsanlık adına utanç verici ve ahlaki çökmüşlüğün belki de en önemli göstergesi olan bir olay yaşandı II. Dünya Savaşı sıralarında.
Japon ordusu, savaş esnasında askerlerinin cinsel ihtiyaçlarını karşılaması için birçok Koreli kadını, seks kölesi haline getirdi.
日本軍は、戦争中の兵士の性的ニーズを満たすために、多くの韓国人女性を性的奴隷に変えました。

Sayıları 200.000’e yaklaşan bu kadınların oluşturduğu topluluğu ise konfor kadınları anlamına gelen ‘’Comfort Women’’ ismi verildi.
これらの女性の約20万人が慰安婦を慰安婦と呼んでいることを意味する女性の共同体を形成した

Milyonlarca asker, yüzbinlerce kadına cinsel açlığını gidermek adına senelerce tecavüz etti.
“Comfort Women” kavramını trajik hale getiren ise, bu kadınların çok büyük bir kısmının işgal edilen topraklardaki sivil halkın içinden silah zoruyla kaçırılıp tecavüze uğrayan kadınlardan oluşmasıdır.
O dönemde yaşayan ve seks kölesi olarak Japonlar tarafından kaçırılan bir kadın, yaşadıklarını şöyle dile getirmiş:
‘’Tanımadığım bir kadın, askerler tarafından bir odaya alınmak istendi fakat kadın şiddetle karşı çıktı. Daha sonra kadını herkesin önünde dövmeye başladılar ve zorla odaya aldılar. Birkaç dakika sonra kadının kafasını kılıçla bedeninden ayırdılar ve vücudunu parçalara ayırıp, önümüze attılar.’’
Hayatta kalmayı başarabilmiş kadınlar yıllar sonra anılarını paylaştıklarında insanlığın utanç listesine eklenecek binlerce kaçırılma, tecavüz, cinayet ve işkence hikâyesi ortaya çıkmıştır.
Askerlere hizmet verilmesi için oluşturulan evlerin aşırı sağlıksız koşulları ve cinsel yollarla bulaşan hastalıklar nedeniyle birçok kadın hastalanmış, hastalanan kadınlar ya askerlerce bizzat öldürülmüş ya da ölüme terkedilmiştir.
Güney Kore üzerindeki Japonya egemenliği, 1945 yılında son buldu fakat o yıla kadarki yaşananların etkisi senelerce sürdü.
Bu psikolojik ezilmişliğin temelinde de yatan en önemli ve belki de en rahatsız edici konu ise, uygulanan cinsel istismarlar ve binlerce insanın tecavüze uğramasıydı.
1945 yılından, neredeyse günümüze kadar bu yaşananlar Japonya ve Güney Kore arasında sorun yarattı.
Güney Kore hem bir özür, hem de bu durumun mağdurlarına tazminat ödenmesini istese de, 2015’in sonuna kadar Japonya bu yaşananlardan dolayı ne özür dilemeyi ne de mağdurlara para ödemeyi kabul etmedi.
Sadece kabul etmemekle kalmadı, birçok politikacı tarafından olayın normal bir durum olduğu dillendirildi.
Japon politikacı Haşimoto, konu hakkında “Mermilerin yağmur ve rüzgâr gibi uçtuğu koşullarda savaşan ve hayatını ortaya koyan askerlerin dinlenmeye ve rahatlamaya ihtiyacı vardı. Bu nedenle konfor kadınları sistemi bir ihtiyaç haline dönüşmüştü. Bu durumu herkes anlayabilir” dedi.
Buna rağmen, çoğunluğunu Koreli kadınların oluşturduğu mağdurlar, seslerini daha çok duyurmaya başladı.
Ve bu kamuoyu baskıları, yapılan eylemler de meyvesini 2015’in sonlarında verdi ve Japonya hem yaşananlardan dolayı özür diledi hem de mağdurlara ve ailelerine yaklaşık 8 milyon Dolar gibi bir tazminat ödemeyi kabul etti.
Fakat, ne özürler ne de ödenen paralar, o mağdurların yaşadığı psikolojik travmayı yok edecek kadar güçlü değil elbette.
O dönemde seks kölesi olarak kullanılmış ve halen hayatta olan pek çok kadın, bu psikolojik ezilmenin yarattığı buhranla yaşamaya çalışıyor..

Cibal-i mübaha ...

Osmanlı'da 19. yüzyıla kadar ormanlar “cibal-i mübaha” anlayışına göre herkesin kullanımına açıktı. Ormanlardan isteyen istediği kadar ağaç kesebilirdi.
Osmanlı'da donanma gereksinimi için ayrılmış özel ormanlar vardı. Bu ormanlar, “Tersane Emini” tarafından yönetilir ve “Koru Ağaları” tarafından korunurdu.
Osmanlı'da 1839'da İstanbul'da bir Orman Müdürlüğü kuruldu. Ancak kısa süre sonra kapatıldı. Kırım Savaşı'ndan sonra 1857'de Fransız Orman Uzmanı Prof. Louis Tassy davet edildi. Prof. Tassy'in çalışmalarıyla Osmanlı'da 1857'de bir Orman Okulu açıldı. 1858'de Arazi Kanunnamesi yayımlandı. 1869'da Orman Genel Müdürlüğü kuruldu. 1870'de Orman Nizamnamesi yayımlandı. Nizamnameye uymayanlar para ve hapisle cezalandırılacaktı. Bu nizamname 1937'ye kadar yürürlükte kaldı.
Orman Genel Müdürü Hoca Ali Rıza Efendi, 1910'da İstanbul'da Orman Yüksek Okulu'nu kurdu.
I. Dünya Savaşı sırasında 1917'de “Ormanların Usulü İdarei Fenniyeleri” adlı bir kanun kabul edildi. 1919'da da “Devlet Ormanlarına Ait Amenajman Talimatnamesi” hazırlandı. Ayrıca Hendek'te bir Orman Ameliyat Mektebi açıldı.
Ancak Osmanlı'daki bu ormancılık çalışmaları ormanları koruyacak ve geliştirecek nitelikte değildi. Örneğin 1870 Orman Nizamnamesi'ne göre ormanların işletilmesi için ormanlar bir şirkete veya müteahhide satılıyor, o şirket veya müteahhit ormanı istediği gibi kesiyordu.
Osmanlı padişahları, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına demiryolu inşa etmek istediler. Sermaye, bilgi ve teknoloji yokluğunda bu demiryollarını İngiliz, Fransız ve Alman şirketlere yaptırmak zorunda kaldılar.
Osmanlı padişahlarının, demiryolu yapacak yabancı şirketlere verdikleri ayrıcalıklar arasında ormanlar da vardı.
Örneğin, 1869'da Rumeli demiryolunun yapımı için Yahudi Banker Baron Hirş'le imzalanan sözleşmeye göre demiryolu yapacak yabancı şirket demiryolunun her iki yanındaki 10 km.'lik (toplamda 20'km.'lik) alandaki madenleri, taş ocaklarını ve ormanları işletme hakkına sahip olacaktı.
II. Abdülhamit, 1888'de İstanbul- Haydarpaşa- İzmit- Ankara demiryolu imtiyazını Alman Deutsche Bank'a verdi. Yapılan sözleşmeye göre demiryolu hattındaki devlet arazileri şirkete parasız verilecek, şirket demiryolu hattının iki yanında 5 km,'lik (toplamda 10 km'lik) alanda taş, kum ve tuğla ocakları açarak işletecek ve devlet ormanlarından bedava yararlanabilecekti.
II. Abdülhamit, 1893'te Eskişehir- Konya- Ankara- Kayseri demiryolu imtiyazını Alman Deutsche Bank'ın yönettiği “Anadolu Demiryolu Şirketi”ne verdi. Yapılan sözleşmeye göre Alman şirket, demiryolu hattının iki yanında 5'er km.'lik (toplamda 10 km.'lik) alanda kum ve taş ocakları açıp işletecek, hattın her iki yanında 20 km.'lik alanda (toplamda 40 km.'de) maden arayacak ve çevredeki ormanlardan odun, kereste sağlayabilecekti.
II. Abdülhamit, 1899'da Konya'dan Bağdat- Basra'ya kadar uzanacak demiryolu imtiyazını da aynı Alman şirkete verdi. Yapılan sözleşmeye göre şirket, hattın iki yanındaki 20'şer km.'lik (toplamda 40 km) alanda maden arayabilecek, ruhsat almadan arkeolojik kazı yapabilecek ve devlet ormanlarından bedava yararlanabilecekti.
I. Dünya Savaşı başlayınca kömür sıkıntısı baş gösterdi. Trenlerde odun kullanılmaya başlandı. Ancak demiryolu yakınlarında orman kalmamıştı. Çünkü Osmanlı'ya demiryolu yapan yabancı şirketler, kendilerine verilen ayrıcalıklar gereği hatların etrafındaki 10 km.'lik alandaki ormanları yok etmişti. Odun bulmak için demiryolundan 10 km. içerilere gidilmek zorunda kalındı. Savaş boyunca trenlerde odun kullanımı da ormanlara çok zarar verdi.
I9. yüzyılda Osmanlı'ya demiryolu yapan yabancı şirketlerle imzalanan 99 yıllık imtiyaz söyleşmeleri ile madenlerimiz, tarihi eserlerimiz ve ormanlarımız yabancılara peşkeş çekildi. Bu imtiyaz sözleşmelerini Lozan'dan sonra Atatürk yırttı.
Atatürk, bir Yörük-Türkmen evladı olarak ağacı, ormanı ve doğayı çok erken yaşlarda tanıyıp sevdi.
Afet İnan, Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı Köşkü için Çankaya'yı seçmesinin nedeninin, “orada birkaç büyük kavaklık ve söğüt ağaçlarının bulunması” olduğunu yazıyor.
Atatürk, Vali Muhittin Üstündağ ve Afet İnan'la İstanbul Boğazı'nda gezerken “Bu güzel yerleri ağaçlarla bir kat daha güzelleştirmek için İstanbul Belediye Başkanı olmak isterdim” diyor.
Atatürk dünyanın değişik ülkelerinden getirttiği ağaçlarla Yalova'da Canlı Ağaç Müzesi kurduruyor. Yalova'da Çam Burnu adlı ormanlık alanı yaratıyor. Yalova-Termal karayoluna 2250 fidan diktiriyor. Bu yola Çınarlı Hıyaban deniliyor.
Atatürk ağaçlı, ormanlı, yeşil bir ülke kurmak istiyor. Bunun için 1925'te Ankara'nın en çorak, bataklık yerinde bir orman çiftliğinin temelini atıyor. Çiftliğe her yıl en az 50 bin ağaç dikilmesini istiyor. Dikilen ağaçları sürekli kontrol ediyor. 8 yıl geçmeden çiftliğe 3 milyondan fazla çeşitli fidanlar dikiliyor ve hepsi de tutuyor. Dikkat ederseniz, Atatürk herhangi bir çiftlik değil, bir “orman çiftliği” kuruyor.
Atatürk, kendi elleriyle ağaç dikiyor, onların büyümelerini gözlüyor. Çevresindeki ağaçların yerlerini biliyor. Ağaçları koruyor. Örneğin, tanıkların anlattığına göre Atatürk, bir gün Orman Çiftliği'nde bir iğde ağacının kesildiğini fark ederek çok üzülüyor. Yine tanıkların anlatımına göre Çankaya Köşkü'ne girerken yol üzerine uzanan bir ağaç dalı otomobillerin girişine engel oluyor. Atatürk, o dalın kesilmemesini, arabaların geçtiği yolun alçaltılmasını istiyor.
Atatürk, 1929'da Yalova'da bir çınar ağacının gölgesine küçük bir ahşap köşk (ev) yaptırıyor. Bir yıl sonra yanındaki çınar ağacının bir dalı köşke doğru uzayınca çalışanlar dalı kesmek istiyorlar. Atatürk buna karşı çıkarak köşkün raylar üzerinde kaydırılıp dalın kurtarılmasını istiyor. Köşk, 8 Ağustos 1930 Cuma günü, Atatürk'ün gözetimi altında, altına ray döşenip ağacın 5 metre uzağına kaydırılıyor, böylece çınarın dalı kurtarılıyor.
Atatürk, ömrünün son günlerini ağaçlar arasında, orman içinde geçirmek istiyor. Duvarında asılı olan “Dört Mevsim” adlı tabloya bakarak Afet İnan'a şöyle diyor: “Gidelim Afet! Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…”
Atatürk, Milli Mücadele yıllarında 1 Mart 1922'de yaptığı Meclis konuşmasında şöyle dedi: “Ormanlarımızı da çağdaş tedbirlerle iyi halde bulundurmak, genişletmek ve azami fayda sağlamak esas ilkelerimizden biridir.” Bu doğrultuda bir Ağaç Koruma Cemiyeti kuruldu.
Mili Mücadele'nin zor koşullarında düşmanın saldırısına uğrayan fakir halkın ormanlardan yararlanabilmesi için 1921'de ve 1924'te yasalar çıkarıldı.
1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde ormanların korunmasıyla ilgili 17 maddeye yer verildi.
1924'teki Köy Kanunu'nda “köy korusunu korumak”, “korusu olmayan köylerde koru yetiştirmek”, “köy fidanlıkları yapmak”, “köy yollarını ve meydanlarını ağaçlandırmak”, “köylere kavak dikmek” gibi maddeler vardı. Köy Kanunu'na göre köylerde “her şahıs senede en az bir ağaç dikip yetiştirmek” zorundaydı. Köy yollarına dikilmiş ağaçları kesmek veya kırmak da suçtu.
1924'te Yüksek Orman Meclisi kuruldu. 1924'te Orman Genel Müdürlüğü ve ona bağlı başmüdürlükler ile orman müdürlükleri kuruldu.
Ormanları bilimsel yöntemlerle korumak için 1924'te “Türkiye Ormanlarının Bilimsel Yöntemlerle Yönetimi ve İşletilmesi Yasası” çıkarıldı.
Alman Prof. R. Bernhard Türkiye'ye davet edildi. Ayrıca Alman ve Avusturyalı orman mühendisleri görevlendirildi.
Orman haritaları hazırlandı. Orman planları yapıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir'de orman fidanlıkları kuruldu. Buralardan ülkenin değişik yerlerine yüzbinlerce fidan dağıtıldı. İstanbul Orman Yüksek Okulu geliştirildi. Bu okula 1934'te “Orman Fakültesi” adı verilerek Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü'ne bağlandı. Ayrıca yeni orman okulları açıldı. Zingal Şirketi gibi özel şirketlerin elindeki bazı ormanlar devletleştirilip işletildi. 1930'a kadar Türkiye'nin değişik yerlerinde 33 kereste fabrikası kuruldu.
1930'larda Türkiye'de en az yüzde 30 olması gereken orman varlığı, yüzde 12 civarındaydı. Ormanları koruyacak devrimci düzenlemelerin zamanı gelmişti.
Atatürk, 8 Kasım 1937 tarihli nutkunda “ormanların korunmasından” söz ederek “ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işletmek” gerektiğini belirtti.
Atatürk'ün son devrimleri “toprak ve orman reformu” oldu. 1937'de anayasanın 74. maddesi değiştirilerek “çiftçiyi topraklandırmak ve oranları devletleştirmek” ilkeleri anayasaya konuldu. Bu doğrultuda gerekli yasal düzenlemeler yapıldı.
8 Şubat 1937'de 3116 Sayılı Orman Kanunu çıkarıldı. Bu kanunda 1938'de ve 1945'te bazı düzenlemeler yapıldı. Böylece ormanlar devletleştirildi. Ormanlardan düzensiz ve parasız yararlanmaya son verildi. CHP iktidarı oy kaybetme pahasına bu adımları attı.
26 Nisan 1937 tarih ve 3157 sayılı “Orman Koruma Teşkilatı Kanunu” kabul edildi. Ormanların korunması amacıyla Orman Genel Komutanlığı kuruldu.
1 Aralık 1937'de de Orman İşletme Talimatnamesi kabul edildi. Ülkenin değişik yerlerinde çok sayıda Devlet Orman İşletmesi kuruldu. 1951'de ülkede 99 orman işletmesi vardı. Bu işletmelerin en önemli görevlerinden biri ülkeyi ağaçlandırmaktı.
İllerde valilerin öncülüğünde “Ağaç Bayramları” kutlanmaya başlandı.
Sonra ne mi oldu?
Demokrat Parti, 1950'de çıkardığı yasalarla devletleştirilen ormanları sahiplerine geri verdi. Makilikleri orman statüsünden çıkardı. Orman suçlarını affetti. Ormanları iskâna açtı. Sonunda 1956'da 3116 Sayılı Orman Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Onun yerine 6831 Sayılı Orman Yasası getirildi. DP dönemindeki bu düzenlemelerle Atatürk'ün Türk Orman Devrimi yara aldı. Korumacı politikalardan vazgeçildi, ormanlar, siyasi amaçlarla tahrip edilmeye başlandı.
Gerçek şu ki; Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti dönüştürdüler, kurduğu fabrikaları sattılar, şimdi de diktiği ağaçları kesiyorlar. Sonunda Atatürk'ün diğer devrimleri gibi orman devrimini de yok ettiler.
Ankara'da bir orman çiftliği kuran, Yalova'da bir çınar ağacının dalını koruyan ve ormanları devletleştiren bir anlayıştan, 80-90 yıl sonra, Kaz Dağları'nda ve başka yerlerde on binlerce ağaç kesen bir anlayışa… Üzülmemek elde değil!
Kaynakça
A. Şükrü Alptekin, Köyün Kitabı, İstanbul, 1938.
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 5. bas. İstanbul, 2007.
Cantürk Gümüş, Türk Orman Devrimi, Ankara, 2018
İsa H. Bingöl, Geçmişten Günümüze Ormanlarımız ve Ormancılığımız, İstanbul, 1990.
İsmail Yıldırım, “Osmanlı Demiryolu Politikasına Bir Bakış”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, C. 12, S.1, Elazığ, 2002.
İzzet Öztoprak, Atatürk'ün Orman Çiftliği'nin Tarihi, Ankara, 2006.
Kamuran Ardıç, “Ormancılık Tarihimize Kısa Bir Bakış”, İ.Ü Orman Fakültesi Dergisi, C. 36, S. 1, s. 98-114,
Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, (1931-1938), İstanbul, 2009.
Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, “Atatürk'ün Akıllı Projeleri”, C, 2, 3, İstanbul 2013, 2014.
Tarih, IV, “Kemalist Devrimin Tarih Dersleri”, . 3. bas, İstanbul, 2001.
TBMM Zabıt Ceridesi, C.15, 5 Şubat 1937
Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, İstanbul, 1938.

orman ile ilgili görsel sonucu

İlk hortumcumuz Baron Maurice de Hirsch ..

Rumeli Demiryolu kurularak, batı ile daha yakın olmak, Balkanlarda ki şehirlerle daha güçlü bir bağ kurmak istenir. Bunun askeri, siyasi faydaları da olacağının önemi fark edilmişti. 2000 km olarak düşünülen bu hatların yapımı için bir çok girişimlerde bulunulmuş ama yatırım çok büyük olduğundan uygun bir müteahhit bulunamamıştır.
1869 yılında, Baron Hirsch ile ilişki kuruldu. O andan itibaren de, dünya çapında bir ihale yolsuzluğunun çarkları işlemeye başlamıştı.
Belçika da çalışan, Macar kökenli Yahudi banker Baron Maurice de Hirsch’in işleri çok kötü gitmektedir. İflas eşiğindedir. Ta ki Osmanlı Devleti Nafia Nazırı Garabet Artin Davut Paşa ile tanışana kadar.
Davut Paşa, Hirsch ile yaptığı mukavele ile İstanbula döner. Mukaveleyi hükümetin onaylaması gerekir. Büyük tartışmalar çıkar. Çünkü mukavele çok karışıktır. Davut Paşa’ya sorulduğunda, mukaveleyi Hirsch’in önerdiği bir avukata hazırlattığını açıklar. Rüşvet çarkı çoktan çalışmaya başlamıştır.
Tahmin edeceğiniz gibi birkaç değişiklikle işletme imtiyazı 99 yıllığına Hirsch’a verilir.
Rüşvet yatırımları meyvesini tez zamanda verir. Sermaye temin için 400 Fransız Frangı değerinde 1 milyon 900 bin adet tahvil piyasaya sürülecekti. Hirsch tahvilleri hükümetten 128,5 F.Frangı karşılığında alır. Hemen bir banka grubuna 150 F.Frangı’na satar.
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi
Hükümetin yapması gereken ve hükümetin kasasına girmesi gereken bu alış verişten, bir anda 42 milyon 570 bin F.Frangı kazandı iflas eden Hirsch (bankanın tahvilleri satışından alacağı pay haricinde). Tahviller de 175 F.Frangı ile alıcı bulmuştu. Bu tahvil oyununa göz yumanlar mutlaka nemalanmışlardı.
İnşaat başlar. Baronumuz daha çok kazanmanın yollarını kolayca bulur her fırsatta. Aldığı işi yarı parası karşılığı taşeron firmalara yaptırıyordu.Bu durumda malzeme ve işçilikte oldukça tasarrufa giden firmalardan kaliteli iş beklenemezdi. Rüşvet çarkı burada da devreye giriyor. Zaten yetersiz olan denetimler de bu durum görmezlikten geliniyordu.
Netice de Hirsch 2000 km olarak anlaşılan hattı 1279 km yaparak teslim etti. Üstelik işin zor kısmı olan Balkan Dağları’nı aşacak hatlar yapılmamıştı. Tamamlan hatlar da kalitesiz ve kötü idi.
Bu işin sonunda parasız ve iflas etmiş bir banker olan Hirsch meşru ve gayrimeşru olarak kazandığı 350 milyon Frank gibi muazzam bir meblağ ile, bir anda Avrupa’nın sayılı zenginleri arasına girdi. Bu olay dönemin ticari çevrelerin de, “yüzyılın vurgunu” olarak değerlendirilmişti.
Osmanlı hükümeti, Hirsch ile itilafa düşmüş ve konu mahkemeye intikal etmişti. Konu ile ilgili olarak Ahmet Cevdet Paşa, şu tespiti yapar. “Hirsch işlerine dair, dört binden fazla evrak çıkarılıp bir sene süre ile incelendi. Yapılan incelemeler sonucu, o kadar yanlış ve fahiş uygulamalar görüldü ki, bunlara gaflet ve hata eseridir denilemeyeceği, hepsinin rüşvet ve çalıp çırpma neticesi olduğu anlaşıldı.”
SON TAKSİT 1954’TE ÖDENDİ
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve yazı
Hırsch öldüğünde arkasında 800 milyon F.Frangı tutarında bir miras bırakmıştı. Hirsch’ın bu kazancına karşılık, Osmanlı devleti, bazı devlet adamlarının aldığı rüşvet neticesi, hazinesine ağır bir yük getiren önemli bir borcun altına girmişti.
Rumeli Demiryolları’nın Osmanlı devletine toplam maliyeti, 2 milyar 800 milyon Fransız Frangı olmuş ve devlet, yıllar boyunca bu borcu ödemeye devam etmişti. Hatta 1954 yılında en son taksiti ödenen “birleştirilmiş Osmanlı borçları’nın arasında, Rumeli Demiryolları borcu da vardı...

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...