4 Temmuz 2019 Perşembe

Padişah'ım Çok Yaşa ...

1877 yılında Rus ordusu Osmanlı'ya saldırdı. Doğu'dan Erzincan'a kadar girdiler, Batı'da Rumeli ve Trakya'nın bir bölümünü ele geçirdiler. Bu yenilgi tarihimizde 93 Harbi olarak anılır.
Kuzey'den gelen ve Plevne müdafaasını çökerten Rus orduları İstanbul'u işgal etmek üzereydi. Yeşilköy'e kadar dayandılar. Abdülhamit İngiltere'ye başvurup “Beni kurtarın” diye ricacı oldu ve İngiliz donanması İstanbul'a demir attı.
Ruslar o günkü adı Ayestefanos olan Yeşilköy'de 10 katlı apartman yüksekliğinde görkemli bir zafer anıtı yaptı. Abdülhamit derseniz, çok uzun yıllar boyunca padişahlığını bu anıtın yanı başındaki Yıldız sarayında sürdürdü.
Tahta çıktığı zaman Osmanlı'nın parlamentosu vardı. Hemen ilk iş olarak kapattı!..
Ve o günden sonra 33 yıl boyunca ülkeyi tek adam-tek despot yöntemiyle yönetti.Sadrazam, büyük devlet adamı Mithat Paşa'yı bugün Suudi Arabistan'da olan Taif Kalesi'ne sürdürdü ve orada adamlarına boğdurarak şehit etti.Korkak, vesveseli bir adamdı. Padişah kaldığı sürece sarayından sadece cuma günleri namaza gitmek için çıkardı! Ne de olsa halife idi!
Ülkeyi gizli hafiyeler ve jurnalcilerle yönetti. Nice asker ve sivil yurtseverleri İmparatorluğun Fizan, Yemen gibi en ücra köşelerine sürgün edip hayatlarını kararttı.
Dünyanın en güçlü donanmalarından biri elindeydi. Haliç'teki donanmayı “Dışarı çıkarsa bu gemiler sarayımı bombalayıp beni tahttan indirirler” korkusuyla orada yıllar boyu çürüttü.
Devlet kendisinden sonra Balkan Harbi ile Birinci Dünya Harbi'ne girdiğinde donanma sıfır düzeyinde idi ve gemiler artık çalışmıyordu!

O iki savaşta yine hezimete uğradık.
Elinde Ertuğrul isimli ahşap bir firkateyn vardı. Onu Japon İmparatoru'na nişan ve madalya vermek için Japonya'ya gönderdi. Hint Okyanusu'nun fırtınalı denizlerine dayanamayan ahşap Ertuğrul dönüş yolunda battı ve 587 denizcimiz boğularak şehit düştü.

İstanbul'da yaşayan Lorando ve Tubini isimli iki piyasa bankerinden büyük miktarda borç almıştı. Geri ödeme zamanı çok geçtiği halde, Fransız uyruklu bu iki bankere borcunu ödemedi.
Yıl 1901.…
Bunun üzerine Fransa hükümeti Limni ve Midilli adalarına donanmasını gönderip asker çıkardı.
Borç ödeninceye kadar her iki adanın da gümrük gelirlerine el koyduğunu resmen açıkladı. Abdülhamit borcunu ödemek zorunda kaldı.

Bu durumlara düşürülen bir devletin saygınlığı olur mu!
Orduyu ve donanmayı yok eden Abdülhamit savaştan korkardı. Bir tek Yunanistan'la savaştı ve kazandı!.. Ama hiçbir kazancı olmadı, Batılı devletlerin baskısıyla nasihat aldı.
Onun döneminde bir karış bile toprak kazanamadık ama verdiği yerler çok!
Teselya'yı Yunanistan'a, Kıbrıs'ı İngiltere'ye verdi.
Karadağ, Bulgaristan, Romanya ve Tunus elden çıktı.
Astığı astık kestiği kestikti ama doğruyu söylemek gerekirse insanları idam ettirmezdi. Sürgün edip susturmayı her zaman tercih etti.
Kendisine her gün yüzlerce jurnal gelirdi. Bu iğrenç jurnalleri verip insanların hayatını kaydıran herkesi saraydan maaşa bağlamıştı. Devletin kese kese altınlarını onlara ihsan ederdi. Jurnalcilik bir sürü sahtekarın geçim kapısı olmuştu.

Özellikle Batı ülkelerinle sorun çıkmasını istemez, ne dedilerse onu yapardı.
Yıl 1905. Ermeni terör örgütleri kendisine Yıldız Camisi avlusunda bombalı saldırı düzenledi ve Abdülhamit'in kıl payı kurtulduğu bu patlamada yakınında bulunan 26 kişi öldü. Ermeniler bu paralı görevi, taşeron olarak kiraladıkları Edward Jorris isimli bir Belçika vatandaşı anarşiste yaptırmıştı.
Jorris yakalandı, her şeyi itiraf etti ve idama mahkum edildi… İstanbul'daki Batılı devletler hemen devreye girip katilin Belçika'ya iade edilmesini istediler…
Ve Jorris'i gizlice iade etti, gemiye bindirip ülkesine gönderdi!
Günün birinde Selanik ve Makedonya'da İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. Yurtsever asker ve sivil aydınlar İmparatorluğun içine düştüğü durumlara artık isyan ediyor, özgürlük istiyordu.
Yıl 1908. Bazı subaylar emirleri altındaki askerlerle birlikte dağa çıkıp Meşrutiyet ilan edilmesini, Meclis'in yeniden açılmasını istediler.
Şimdi dizilere konu olan Abdülhamit başına gelecekleri görmüş ve yine korkmuştu.
İkinci Meşrutiyet'i ilan etti, 33 yıl aradan sonra Meclis'i tekrar açtırmak zorunda kaldı.
Süngüsü iyice düşmüştü.

Selanik'ten İstanbul'a Meşrutiyet'i korumak ve sahip çıkmak adına askeri birlikler (avcı taburları) gönderildi. Ancak yobazlar-şeriatçılar bu olanlara karşıydı.Avcı taburlarında görevli bazı çavuşları ayarlayıp isyan çıkardılar.
Bu isyan tarihimizde 31 Mart şeriat olayı olarak bilinir.
Bu kez isyanı bastırmak için Selanik ve Edirne'den yeni askeri birlikler yola çıkarılıp trenlerle İstanbul'a gönderildi.
Bunun adı Hareket Ordusu oldu…
Hareket Ordusu İstanbul'da isyanı bastırdı. Kurulan Harp Divanları gereken yargılamaları yaptı ve çok sayıda yobaz idam edildi.

Bu arada Meclis toplandı ve Abdülhamit'in tahttan indirilmesine karar verdi. Yerine kardeşi Reşat padişah oldu.(Burada bir parantez açıyorum. Bu konuları baştan sona öğrenmek isteyenler Osman Selim Kocahanoğlu'nun şimdi üçüncü baskısı yapılan “31 Mart Ayaklanması ve Sultan Abdülhamit” isimli çok ilginç ve öğretici kitabını okuyabilir. (Temel Yayınları).
Bu sırada Balkan Harbi başlamış, Bulgar ordusu neredeyse İstanbul'un kapısına dayanmıştı. İttihat Terakki hükümeti İstanbul elden giderse devletin eski padişahı da esir düşebilir korkusuyla Abdülhamit'i İmparatorluğun en güvenilir bölgesi olan Selanik'e (çocukları ve karılarıyla birlikte) sürgün gönderdi. Orada devlet tarafından kiralanan Alatini köşkünde kaldılar.
Padişahlığı süresince on binlerce masum insanı sürgün eden şimdi kendisi sürgün edilmişti!
Bir süre sonra, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patladı. Selanik tehlike altındaydı.
Devlet, bu eski padişahı bu kez yine aynı gerekçeyle, düşman eline geçmesin diye İstanbul'a getirip Beylerbeyi Sarayı'na yerleştirdi. 1918 yılında ölünceye kadar orada yaşadı...

Ne şairler ölür ne de besteciler…

Tarih: 3 Temmuz 1993…
23 yaşındaydı 6 yıl önce gelmişti Almanya'ya: burs kazanmıştı ve Düsseldorf Müzik Yüksek Okulu'nda öğrenim görmüştü. 1991'de konçerto solisti diploması
almıştı.

Berlin'e geleli ise daha birkaç ay olmuştu; Berlin Tasarım Sanatları ve Müzik Akademisi'nde piyano ve oda müziği öğretmenliği yapıyordu. Arta kalan zamanında Alman çocuklarına özel piyano dersi veriyordu.
Türklerin yoğun bulunduğu Kreuzberg Mahallesi'nde tek odalı bir apartman dairesinde oturuyordu.
Odanın yarısını kuyruklu piyanosu dolduruyordu! Bir de yer yatağı vardı; evdeki yaşamını üstünde geçirdiği; uyuduğu, okuduğu, dinlendiği. Köşede ise küçük kitaplık vardı. Odada dolaşmaya yer yoktu. Yemeklerini dışarıda yiyordu.
O gün…
Kahvaltısını yapmak için yakındaki bir kafeye gitti.
Radyo açıktı. Uzaktan, çok uzaktan kulağına tanıdık isimler geliyordu radyodan.
Metin Altıok diyordu radyo…
Behçet Aysan diyordu radyo…
Aziz Nesin diyordu radyo…
Asım Bezirci diyordu radyo…
Alman spikerin okuduğu isimler bitmek bilmiyordu…

Alman radyosundan öğrendi; Sivas Madımak Oteli'nde 2 Temmuz'da yürekleri yakan yangını… 37 kişinin can verdiği katliamı…
Kalakalmıştı masada.

O gün ne yaptı hiç anımsamıyor. “Herhalde okuldaydım, bilemiyorum, silmişim o öğleden sonrasını.”
Hatırladığı; hava kararınca hemen eve döndüğü.
Kitaplığından Metin Altıok'un şiir kitabını aldı; “Gerçeğin Öteyakası.”
İlk sayfasını çevirdi; sarsıldı. Pek ağlayan yapısı yoktu. Yanağının ıslandığını hissetti. Metin Altıok, “Cemal Süreya Şiir Ödülü”nü kazandığı bu kitabını imzalayıp hediye etmişti; “Fazıl Say için sevgiyle…”

O güne kadar pek şiir sevmez, okumazdı. “Metaforlar, imgeler, kafiyeler ne ki?” derdi.
O gece…
Okudu… Okudu…Okudu…
Sonra babası Ahmet Say'ın yayınladığı Metin Altıok sonelerini okumaya başladı.
Bir şiirde durdu:
“Sevgilim,
Bak geçip gidiyor zaman
Aşındırarak bütün güzel duyguları
Bir yarım umuttur elimizde kalan
Göğüslemek için karanlık yarınları.
Bu kekre dünyada
Yazık, geçit yok aşka
Bir şey yok
Paylaşacak, acıdan başka…”

Metin Altıok amcası gibiydi…
Cemal Süreya amcası gibiydi…
Turgut Uyar amcası gibiydi…
Berlin'deki tek odalı evde yapayalnızdı bu sıcak temmuz akşamı.
Madımak Oteli'nde olanlar aklına geldikçe nefesi kesiliyordu.
Bilinci rahat bırakmıyordu. Kafası allak bullak olmuştu.
Bir gülümsüyor bir yüzü asılıyordu…

Gülümsüyordu; anımsadıkça, Ankara Tavukçu Lokantası'ndaki bol kahkahalı dost sofralarını.
İşte Cemal Süreya şiir okuyor.
Hep masadaki siyasi tartışmalar alevlendiğinde okurdu şiirlerini Cemal Süreya.
“Keyifli adamlardı.” Hepsi o güzel günlerin geleceği umudu taşıyorlardı.
Aklına; zayıflığından ötürü babasının “parmak çocuk” dediği Metin Altıok'un gür sesi geldi. Bir de, kolay mı sarhoş oluyordu ne?

Turgut Uyar neden hep sessiz; hiç konuşmuyordu.
Masanın en güzeli Tomris Uyar;
“Ankara'nın Venüsü” idi!

1970'li yılların ikinci yarısıydı…
5 yaşındaydı. Anne-babası yeni ayrılmıştı. Müzik eğitimi için babasıyla kalıyordu.
Ahmet Say, o yıllar dergi çıkarıyor, kitap yayınlıyordu. Kızılay-Sakarya Caddesi'nde tek odalı bir yerde çalışıyorlardı. Bir masa ve üç sandalye vardı ve buna rağmen gelen giden ne çoktu. Sohbetler apartman koridoruna, sokağa taşıyordu. Ne heyecanlı günlerdi…

“Televizyon seyreder gibi seyrederdim. Hiç sıkılmazdım o büyük ve o çok eğlenceli adamlardan.”
Öner Ünalan, Vecihi Timuroğlu, Ruhi Su, Aşık Mahsuni ve arada sırada Ankara'ya gelen Yaşar Kemal… Kimler yoktu ki…
Pazar günleri mutlaka -herkesin ablası- şair Gülten Akın'ın evine gidilirdi… Hep şiirler okunurdu…
Bazen de, Zeynepler'in Küçükesat'taki çatı katı evlerine gidilirdi.
Zeynep; Zeynep Altıok. Füsun Akatlı ile Metin Altıok'un biricik kızları.
Ne yaramazlık yaparlardı; çatıların üstünde koşturup dururlardı…
Berlin'deki tek odalı evdeki piyano çığlık atıyordu sanki…

Birden…
Piyanonun başından kalktı.
Kitaplarını karıştırdı ve buldu.
Aradığı Nazım Hikmet'in bir şiiriydi. Şiir kitabının sayfalarını hızla karıştırdı. Buldu…
Nazım ile aynı ruh halindeydi; 6 yıldır Almanya'daydı; gurbetteydi…
“Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi…”

O gün…
O temmuz gecesi…
Üzerinde çalıştığı ilk bestesi bu oldu…
“mem-le-ketim/uzun-kısa-kısa…”
Ardından….
Metin Altıok'u besteledi; “Bu Kekre Dünyada.”
Artık erkenden evine gidiyordu. Alıyordu eline şiir kitaplarını, geçiyordu piyanonun başına, sürekli doğaçlama yapıyordu.
Şiir kitaplarının kimi sayfaları nota kağıdı işlevi görüyordu.
Bu yoğun çalışma sırasında anılar peşini hiç bırakmadı…
“Bir gün eve dönerken nereden aklıma geldi ise babama dedim ki, ‘Türkiye'nin en iyi şairi kim?' Babam herhalde benden böyle bir soru beklemiyordu, şaşırdı, ‘Cemal Süreya' dedi. Nedense sitem eder gibi, ‘Nazım Hikmet değil mi yani' dedim. Babam gülümseyerek, ‘yaşayan şairler arasında' yanıtı verdi…”

Üçüncü bestesi Cemal Süreya'nın şiiri oldu; “Dört Mevsim.”
“Bahar mezarına gömsünler sizi
Yapraklar gibi buluştunuzdu
Kokular gibi seviştinizdi
Bahar mezarına gömsünler
sizi…”

Yunus Emre, Orhan Veli, Ahmet Arif, Muhyiddin Abdal, Turgut Uyar, Can Yücel, Aziz Nesin, Pir Sultan Abdal…
Ve -başının tatlı belası- Hayyam bestesini yaptı.
“12 yaşındaydım. Evde babamla futbol oynardık. Bir gün top kütüphanedeki bir kitabı düşürdü; baktım kapağında uzay, yıldızlar var. Kitabın üzerinde büyük harflerle HAYYAM yazılıydı. Altında ise Sabahattin Eyüboğlu ismi vardı. Babama ‘bu neyin kitabı' diye sordum; çünkü uzaya meraklıydım. Babam, ‘oku' dedi. Hayyam'la böyle tanıştım.”

Yıllar sonra… Piyanonun üstünde Hayyam'ın yine o kitabı vardı. Sayfaları kopuk kopuktu. Ve sayfalarının üzerinde artık notalar vardı:
“Akılla bir konuşmam oldu dün gece
Sana soracaklarım var, dedim
Sen ki her bilginin temelisin
Bana yol göstermelisin…
Bu zorbalar ne biçim adamlar, dedim
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi
Ne dersin bu adamlara, dedim
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi…”
Hayyam'dan hiç kopmadı. Gün geldi… Hayyam yüzünden hapis cezası
bile aldı.
Berlin'de o tek odalı evde geceler boyu şiirler üzerinde çalışırken, kaderi 1994'te tamamen değişti…

1994'te Genç Konser Solistleri yarışmasında Avrupa Birincisi oldu.
1995'te Genç Konser Solistleri yarışması Dünya Birincisi oldu.
Aynı yıl New York'a gitti…
“21 kolim vardı; 20 kutuda kitaplar, notalar ve 1 kolide ise giyecekler.”
Madımak katliamının doğurduğu “Şarkılar” bir koli içinde ABD'ye gitti. Doğacakları günü bekleyeceklerdi..
New York günleri yoğundu. Konserler, oratoryolar, konçertolar…
“Tek başınasın. Arkanda bir lobi yok. Her konser sınav gibi. Çaldın çaldın yoksa yoksun, hiçsin. Bir Türk için oralarda tutunmak çok zor…”

Hep çalıştı nefes almazcasına… Karşılığını aldı; sadece 1995'te şu ödülleri kazandı:
Radio France/Beracasa Vakfı Ödülü,
Paul A. Fish Vakfı Ödülü,
Boston Metamorphosen Orkestrası Solist Ödülü,
Maurice Clairmont Vakfı Ödülü…
New York Filarmoni, St. Petesburg Filarmoni, Amsterdam Concertgebouw, Viyana Filarmoni, İsrail Filarmoni, Fransa Ulusal Orkestrası, Tokyo Senfoni gibi orkestralar eşliğinde konser verdi ardı ardına…

Evlendi. Kızı doğdu. Ve o hep çalıştı.
Ve… “Şarkılar” hâlâ çekmecede doğacak günü bekliyordu…
Ancak az kalmıştı gün yüzüne çıkmalarına…
“Bir gün Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Hasan Hüseyin Akbulut aradı; ‘Nazım Hikmet'i devletle barıştırmak istiyoruz' dedi.”
Nazım Oratoryosu'nun doğum günlerinde… Berlin'de yazılan “Şarkılar”, konulduğu çekmeceden çıkarıldı.
Nazım Hikmet'in başta “Memleketim” olmak üzere şiir yapılan şarkıları üzerine tekrar çalıştı. Yeni besteler yaptı.
Nazım Oratoryosu büyük başarı kazandı. Yıl, 2001 idi.
Bu arada memleket hasreti ağır bastı. Yaklaşık 15 yıldır yurt dışında yaşıyordu. 2002'de Türkiye'ye döndü.

İstanbul'a yeni yerleşmişti ki çocukluk arkadaşı Zeynep Altıok kapısını çaldı. Babası Metin Altıok'un şiirlerinden yapılan şarkıları müzik albümünde toplayacaktı. “Bu Kekre Dünyada” bestesini istedi. “Seve seve” dedi.
Zeynep gidince, piyanonun başına geçti, yıllardır çalmadığı bestesini tekrar çalmaya başladı. Kararını o gün verdi…
Zeynep'e telefon etti, “Metin Altıok Oratoryosu besteleyeceğim.”
Ertesi gün Ankara'ya babası Ahmet Say'ın yanına gitti; “Baba, bana Metin Altıok'u anlatır mısın?..”

Tarih; 3 Temmuz 2003.
Madımak katliamının 10. yılında Metin Altıok Oratoryosu; 31. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nda seyirciyle buluşacaktı. Fakat…
AKP Hükümeti Madımak Oteli'ndeki yangın görüntülerinin yayınlanmamasını istedi. Aksi takdirde Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu'nun 70 kişilik korosunu göndermeyecekti!
Fazıl Say yaşamı boyunca geri adım atmadı.
Çalışmaya, üretmeye ve mücadeleye devam etti.

Ve… Yıl, 2013.
Berlin'de o minicik evde bestelenen şiirler nihayet gün yüzüne çıktı:
“İlk Şarkılar” dinleyicisiyle buluştu.
O kadar ilgi gördü; o kadar başarılı oldu ki, albümün satış rakamı 70 bine ulaştı. Fakat…
Berlin'de bestelenen kimi şiirler, ilk albümde yer almamıştı. İşte bu amaçla… “Yeni Şarkılar” albümü yapıldı ve geçen hafta dağıtıma verildi.
Neler yok ki yine…
Turgut Uyar'ın, yalnız kalmanın/aldatılmanın sessiz haykırışı var. Sevdiği kadın bir “theremin” idi bu şarkıda!
“Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım…”
Cemal Süreya‘nın “yıkıcı”, “hain”, “yasa dışı” aşkı bir nevi opera müziğiyle karşınıza çıkıyor.
Nazım Hikmet ile bir dere kenarına gidiyorsunuz. Su, arp; çınar, blokflüt; kedi, kanun; güneş ise 22 ney seslendiriyor!
Ömrü ise theremin temsil ediyor.
Edip Cansever'in bir deniz kızının aşkına 35 müzisyen eşlik ediyor.
“Kimbilir ne seviştik ki saat kaç
Elleri tetikte bütün gazetelerin…”
“Yaramaz” Hayyam, rock gitarlarla karşınıza çıkıyor! Eserde, bir başka sürpriz ise ramazan davulları…

Evet…
“Önce “İlk Şarkılar”…
Ve şimdi “Yeni Şarkılar”…

Yani… Bizim şarkılarımız…
Fazıl Say, Türkiye aydınlanma mücadelesine besteleriyle devam ediyor.

Madımak'ta ölmediğimizi ispatlıyor hepimize!..
Evet, ne şairler ölür ne de besteciler…

"Alıntı"

Ali Rıza Erten (1887-1964)…

İstanbul Halkalı Yüksek Ziraat Okulu'ndan mezun oldu. Fransa'da İhtisas yaptı.
Ziraat okullarında öğretmenlik yöneticilik yaptı. Ziraat Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. Milletvekilliği ve bakanlık yaptı.
Yıl, 1921...
1917 Bolşevik Devrimi'yle birlikte Batum sınırı kapatılmıştı ve bu durum Rize ve çevresinde işsizliği artırmıştı. Bölgede eşkıya ve isyanlar insanları bıktırmıştı.
Batum'da narenciye ve çay yetiştirildiğini görmüş Ali Rıza (Erten) Bey, Yeni Ziraat dergisindeki makalesinde Rize'de çay ve narenciye yetiştirmeyi önerdi.
Bölgenin ekonomik refahı için adımlar atmak isteyen genç Ankara Hükümeti, Ali Rıza Bey'in “Şimali Şarki Anadolu ve Kafkasya'da Tetkikatı Ziraiye” adlı Batum raporunu gündeme aldı, Rize'ye bir heyet gönderdi.
Heyetin başında Ziraat Genel Müdürü Zihni (Derin) Bey vardı.

Yıl, 1923 idi…
Gizlice getirilen tohumlar
Zihni Derin (1880-1965)…
Selanik ve Halkalı Ziraat Mektebi'ni bitirdi.
Bursa'da öğretmenlik yaparken milli mücadeleye katılmak için Ankara'ya geldi. İlk Tarım Genel Müdürü oldu.

Çay ve narenciye fidanlığı kurmak üzere Rize'ye gönderilen Zihni Bey, hazineye ait Garal Tepesi'ndeki 15 dekarlık arazide çalışmalarına başladı.
Sonuçlar iyiydi; bölgenin iklim ve bölge yapısı çay yetiştirmeye uygundu.
İlk çay tohumları Batum'dan bizzat Zihni Bey tarafından, sınırda geçişi engellenmesin düşüncesiyle bir baston içerisinde getirildi.
Fidanlar halka dağıtıldı. Ne yazık ki bu ilk girişim halkın bilgisizliği nedeniyle yeterli ilgi görmedi.

Zihni Derin, bu konu ile ilgili yasa teklifi hazırladı. Tasarı, o dönemin Rize milletvekillerinin desteğiyle 6 Şubat 1924'te kanunlaştı.
Ardından Çay Araştırma Enstitüsü kuruldu ve Zihni Bey bu enstitünün başına getirildi.
Türkiye'de çay yetiştirme tekniği ve buna ait bilgilerin yetersiz olduğu düşünülerek Hindistan'da çalışmış “Dr.Mann” ile “Mr.Allen” adında iki İngiliz uzman Rize'ye davet edildi. İki yıl Rize'de kalan İngiliz uzmanlar yeterli gelişme göstermediler ve gönderildiler.

10 yıl umutsuzluk dönemi başladı. Umutların kaybolmasında bu iki İngiliz'in rolü neydi acaba?
Sonuçta, istenilen üretim gerçekleşemedi.
Ama… Cumhuriyet pes etmedi…
Ama… Atatürk pes etmedi…
Yıl, 1935.
Rize'ye gelen ve Zihni Bey'in diktiği çay bitkilerini gören Başbakan İnönü olumlu kanaate vardı. Ankara Ziraat Fakültesi'nden bir teknik heyeti Rize'ye gönderdi.
Şevket Raşit Hatipoğlu (1898-1973)…
Bursa Ziraat Okulu ve Halkalı Yüksek Ziraat Okulu'nda okudu.
Paris Ulusal Angronik Enstitüsü ve Berlin Yüksek Ziraat Okulu'nda master yaptı. Leipzig Üniversitesi'nde felsefe doktorası yaptı.
Dönüşünde Ankara Ziraat Fakültesi'nde doçent ve profesör olarak görev yaptı.

Çay konusunu araştırmakla görevlendirilen heyetin başındaydı.
Bu görev, onun Rize köylüsüne ithaf ettiği “Türkiye'de Çay İktisadiyatı” adlı kitabını yazması ve Tarım Bakanlığı'na sunması ile sonuçlandı.

Prof. Hatipoğlu bu araştırmaları yapmakla yetinmeyerek Tarım Bakanlığı ve hükümet nezdinde de ısrarlı çalışmalarla çay işinin yeniden ele alınmasında başrol oynadı. Tarım Bakanı olarak görev yaptı.
Ve… Yıl, 1937.
İlk yaş çay elde edildi ve 138 kilo kuru çay üretildi.
Bir yıl sonra, Çay ve Fidanlıklar Müdürlüğü Teşkilatı köylerde aktif çalışmaya başladı. Öğretmen Yusuf Ziya Kotil gibi aydınların çabalarıyla köylüler çay bahçeleri yapmaya ikna edildi. Yaş çaydan kuru çay elde etmek için kurulan basit atölyeler genişletildi.
Yıl, 1940…
Çay Kanunu çıkartıldı. Yaprak üretimi 2700 kiloya çıktı, bundan 600 kilo kuru çay üretildi.
Bu arada “gizli eller” yine devredeydi. İstanbul'da yapılan Yerli Çayı Muayene sonuçları şaşkınlık yarattı. Raporda, “sahte ve taklit” bir tür ot çayı olduğu yazıyordu. Raporu yazan eksper İranlıydı!
İranlıdan şüphelenerek Cevizli Enstitüsü'nde çay tahlil ettirdi ve gerçek ve kalite çay olduğu ortaya çıkınca İranlıya yol verildi.
Savaş yıllarında kuru çay üretimi 16 bin 790 kiloya ulaştı. Artık gurbetçiler bahçelerinde çay yetiştirmek için Rize'ye dönmeye başladı.
1946'da ilk çay fabrikası temeli atıldı. Bu fabrika Rize'deki tek iş veren kuruluş oldu...
Ne diyordu şairimiz Bedri Rahmi Eyüpoğlu…
“bir ilimiz var adı Rize
durup dururken bir bardak çay sundu bize
Rize'de çayı kim yetiştirdi
Rize'de
Missisipi'ye karışan çayları öğretirler bize
Rize'de çayı kim buldu Rize'de
kimdi o sessiz sedasız
kumral kumral demlenen mübarek adam
adını öğretmediler bize
işte o güzel adamdan bre şahin aman
bi tane daha…”

Madımak'ta Çocuklarımı Kaybettim ...

Biz ailece bir yıl önce; 1992’de de şenliklere gitmiştik. O yıl Banaz’daki şenliği Menekşe ve Koray çok sevmişti. Menekşe ve babası semah grubundaydı. Bir yıl sonra yine gülüp eğleneceğiz diye ailece Sivas’a gittik.
Ankara’dan hareket eden iki otobüstük; çocuklar Menekşe ve Koray diğer otobüsteydi. Sivas’a geldiğimizde Koray’ı yanımıza alarak akrabamızın evine geçtik. Menekşe, arkadaşlarıyla DSİ misafirhanesinde kaldı...
Şenliklerin ilk günü her şey iyiydi. Buruciye Medresesi’nde sergiler, imza günleri, söyleşiler yapıldı. Herkes pırıl pırıldı. Akşam eşim İsmail’in de saz çaldığı Halk Gecesi yapıldı. O gece babasının kaza sonucu sazının kırılması Koray’ı çok üzdü; konserleri dinlemeden salondan ayrıldık. Oğlumla sarılıp uyuduk. Nereden bilirdim son gecemiz olduğunu...
Sabah Koray, babasıyla kırılan sazı yaptırmaya gitti. O sabah içimde anlam veremediğim bir yangın vardı; midem ağrıyor; canım sıkkındı. Amcamın kızı Emine’ye rahatsız olduğumu söyledim, ’Yoldan geldin, uykusuzsun ondandır’ dedi. Çocuklarla Kültür Merkezi’nde buluşup Banaz’a geçecektik; şenlikler orada devam edecekti.
Valizleri yanıma alıp Kültür Merkezi’ne gittim. Koray da benden az önce babasıyla Kültür Merkezi’ne gelmiş, Aziz Nesin’le fotoğraf çektirmiş, sonra ablası Menekşe ile semah grubunun öğle yemeğini yediği Cumhuriyet Lokantası’na gitmiş. Biz babalarıyla Kültür Merkezi’ndeydik.
Kültür Merkezi’ne nereden geldiğini anlamadığım, sakallı, terlikli, cüppeli koca koca adamlar bağırıp çağırarak bizi taş yağmuruna tuttular. Bahçeden binanın içine doğru kaçtık. Kalabalık ne bulursa parçalıyordu; kitaplar, resimler, çelenkler, ne bulurlarsa...
Kamber Çakır, İsmail’e yardım çağırmasını söyledi, İsmail gitti, onunla da koptuk. Yobazlar merkezin içine doğru geliyordu artık. Yediğim taş sonucu bayılmışım. Zaten bu taşları yiyip bayıldıktan sonra neler olduğunun pek farkında değilim. Ama yine de o yobazları bugün görsem tanırım, gözlerimin önünden hiç gitmiyorlar. Biliyorum, yavrularımızı onlar öldürdü...
Kültür Merkezi’ndeki olaylardan sonra amcamın torunu, beni evlerine götürmüş. Kendime geldiğimde çocukları sordum; ’Madımak Oteli’nde güvendeler’ dediler. Lokantadan sonra Madımak Oteli’ne gitmişler. Babaları Ali Baba Mahallesi’ndeymiş, o da iyiymiş. İçimde hálá bir ateş var. Beni zorla yatırıp uyuttular. Geceyi nasıl geçirdim bilmiyorum.
Sabah erkenden kalktım, balkona çıktım. Amcamgillerin evi Türk-İş Blokları’ndaydı, Sivas’ı yukarıdan görüyordu. Şehrin ortasında bir duman yükseliyordu göğe doğru. Ne olduğunu sordum, ’Bilmiyoruz, bir yangın çıktı herhalde’ dediler. Evdekiler gece olayları öğrenmişler aslında; Menekşe’min, Koray’ımın öldüğünü biliyorlarmış...
Ben her şeyden habersizim; çocuklarıma kavuşmak istiyorum bir an önce. Sonra beni hastaneye götürdüler, iğne vurdurdular. Ben hálá anlamış değilim neler oluyor, sersem gibiyim. Eve geldik, olaylar hakkında biraz bilgi vermeye başladılar. Koray ve Menekşe’nin babalarının yanında olduğunu söylüyorlar...
Evin bir köşesinde yatıyorum, iğne beni iyice sersemletti. Evde yeğenlerim, kuzenlerim, akrabalar radyodan haberleri dinliyor. Birden kadın spikerin ’Koray’ dediğini duydum; bağırdığımı hatırlıyorum...
Çocuklarımı aniden kaybettim ben. Morga gittim mi, yavrularımı gösterdiler mi hatırlamıyorum. Söylediklerine göre sadece bağırıyormuşum. Ne ağlıyor ne de başka bir şey yapıyormuşum; sadece bağırıyormuşum. Cenazelerin kalktığını filan hiç hatırlamıyorum. Robot gibiydim herhalde. Tek hatırladığım; Ankara’da Pir Sultan Abdal Derneği önünde bir grup genç kız mum yakarken, onlardan birini Menekşe sanıp, koşup sarıldım...
Bir ay sonra aklım başıma geldi. Ona da akıl denilirse? Zorla yemek yediriyorlardı. Ben sürekli sesleri duyuyordum ama ne dediklerini pek anlamıyordum. Sürekli yatıştırıcı iğne yapıyorlardı. Deliririm diye çok korkmuşlar...
O günlerde nasıl ölmediğime bugün hálá şaşırıyorum. Koray’ımın sinüziti vardı; ’başım’ deyip yüzünü ekşittiğinde benim kalbim yerinde duramayacak kadar atardı. Paniklerdim bir şey olacak diye. Menekşe’m sarılık geçirdiğinde neler yaşadığımı ben biliyorum. Ama nasıl oluyor da, iki canımın kaybına rağmen ölmedim; işte buna şaşırıyorum. Şimdi beni hayata Menekşecan’ın bağladığını biliyorum; peki ya o yokken ben nasıl ölmedim...
Psikolog vardı, yanımda ilk dönemler. Aylar sonra Sivas’taki meslektaşlarının söylediklerini anlattı; Koray’ımı yaşı daha küçük diye kurtarmak için çok uğraşmışlar, ’Bu çok küçük, bari bunu kurtaralım’ demişler, olmamış işte. Yavrularım, abla-kardeş birbirlerine sarılıp gittiler.
Hiç öyle sakinleştirici sözler söylemeyeceğim kimseye; o gün Madımak Oteli önünde, maksadı ne olursa olsun bulunan herkes, 14 yaşındaki Menekşe’m ile 12 yaşındaki Koray’ımın ölümünden sorumludurlar. Benim yüreğim yanıyor, umarım onların da vicdanı sızlıyordur. Ama hiçbirinin evlatlarını kaybetmesini istemem yine de; evlat acısı başka..

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, gülümseyen insanlar

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...