13 Haziran 2019 Perşembe

1071 Anadolu'nun kapısı yalan mı?

Anadolu da Alp Arslan a saldıranlar Türk değilmiydi?
MÖ den 3 bin yıl önce Anadolu zaten Türklerindi
Öncelikle İstanbul Beşiktaş ta 7000 yıllık türk mezarları bulunduğunu hatırlatmak isterim.
İstanbul'un 3500 yıllık geçmişi Türk çıktı
Her geçen gün Türk'ün kadim tarihi iyice ortaya çıkıyor.
İstanbul'da bulunan 3 bin 500 yıllık mezarlar Orta Asya kültürüne ait çıktı
İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde metro kazısı sırasında bulunan 3 bin 500 yıllık kurgan tipi 35 mezarın Kuzey Karadeniz steplerinde yaşayan eski Türk ve Altay kültürüne ait olduğu iddia ediliyor. Kurgan tipi bir mezarlık alanında çalışmalar yürüten İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan, iki tür gömme tarzı olduğunu belirterek "Kurgan tipi gömü özellikle Orta Asya step kültüründen Karadeniz’in kuzeyinden bizim Trakya bölgemize gelen bir ölü gömme geleneği" diye açıklama yaptı.
Hürriyet'ten Ömer Erbil'in izlenim haberine göre, Beşiktaş'ta Barbaros Bulvarı’nın hemen yanında süren metro istasyon inşaatında çıkan buluntular İstanbul tarihini değiştirecek bilgileri gün ışığına çıkardı. Metro kazısında şu anda yaklaşık 3 bin 500 yıllık, İstanbul’un en eski mezarlığı kazılıyor. Şimdiye kadar 35 mezar tespit edildi. Kuzey Karadeniz step kültürüne yani eski Türk ve Altay kültürüne ait kurgan tipi mezarlığın ortaya çıkması bilim dünyasını da heyecanlandırdı.
Beşiktaş’taki arkeolojik kazı sonuçları Türklerin Anadolu’ya girişini 1071 Malazgirt Savaşı’na bağlayan geleneksel tarih bilgisini de sorgulama noktasına getirdi. Şu anki mevcut bulgular ışığında tarihlemenin son tunç çağı ile demir çağının başlangıcı (MÖ 1200 - 1500) olduğu düşünülüyor.
Kurgan mezarlar
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın özel izni ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan eşliğinde Beşiktaş’taki kazı alanına girdik. Alanda çok sayıda işçi ve arkeolog görev yapıyor. Kazı alanının ilk bakışta onlarca dairesel planlı taş yığınlarından oluştuğu görülüyor. Kızıltan, buranın İstanbul’un bilinen en eski mezarlığı olduğunu anlatıyor. Dairesel planlı taş yığınlarının Kuzey Karadeniz step yani eski Türk ve Altay kültürlerine ait ölü gömme âdeti olan ‘kurgan’ tipi mezarlar olduğu belirtiliyor. Arkeologlar bu mezarların etnik olarak kimlere ait olabileceğini bu noktada söylemelerinin zor olduğunu ifade etseler de Türklerin 10. yüzyıla kadar kurgan mezar âdetini devam ettirdikleri bilimsel kaynaklardan anlaşılıyor. Mezar iskeletleri üzerinde antropologların çalışmaları neticesinde ortaya çıkacak analiz sonuçları bu mezarlıkta yatan en eski İstanbulluların kökenlerini tam olarak öğrenmemizi sağlayacak. Orta Asya ve step kültürü ile ilgili bilimsel kaynaklar erken tunç (MÖ 3000) dönemlerinde görülen kurgan tipi ölü gömme âdetinin Oğuzlar, Hunlar, Göktürkler gibi önemli Türk boyları tarafından kullanıldığını gösteriyor.
Kremasyon da var
Kavimler Göçü’nden önce tunç çağı döneminde de steplerden bir göç dalgası olduğu Balkanlar’daki kurgan mezar tiplerinden de biliniyordu. Beşiktaş’taki buluntuların da bu göç dalgasının sonucu olduğu ve o dönemki tatlı su kenarına yerleştikleri sanılıyor. Bugüne kadar İstanbul’da ilk kurgan mezar Silivri’de yine İstanbul Arkeoloji Müzesi kazılarında ortaya çıkarılmıştı. Şimdi Beşiktaş’taki kurgan mezarlık ile Silivri’deki mezar arasında nasıl bir ilgi olduğu araştırılacak. Bugüne kadar 35 kurgan tipi mezar Beşiktaş’ta tespit edildi. Bazı mezarlarda urne tipi kaplar içinde yakılmış kemikler bulundu. Kremasyon yani yakılarak gömülen kemiklerin renginden 700-800 derece sıcaklıkta yakıldıkları tahmin ediliyor. Ayrıca kurganların içine hoker pozisyonunda (ana rahmindeki duruş) gömülen yetişkinlerin de olduğu tespit edildi. Her iki gömü şeklinin de Kuzey Karadeniz step kültüründe var olduğu biliniyor.
Orta Asya ölü gömme âdeti
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan: “Kurgan tipi bir mezarlık alanında çalışıyoruz. Burada iki tür gömü var: Bir, yakılarak kremasyon gömüler, bir de normal yarı hoker veya tam hoker pozisyonunda yakılmadan yapılan gömü türü var. Kremasyon gömülerimiz çok daha yüksek sayıda. Ceset yakıldıktan sonra kalan kemikler ve küller toplanarak böyle gördüğünüz gibi belli aralıklarla gömülüyor. Daha sonra üstü taşlarla çevrilerek kapatılıyor. Kurgan tipi gömü özellikle Orta Asya step kültüründen Karadeniz’in kuzeyinden bizim Trakya bölgemize gelen bir ölü gömme geleneği. Şu anki malzemelerimizin karşılaştırılması sonucu erken demir ya da ilk demir çağı diyebileceğimiz döneme ait. Yaklaşık MÖ 1100-1200’ler olarak düşünüyoruz. Ancak sonuçları karbon 14 analizleri ya da DNA testleri kesinleştirecektir.”
Sonra;
Tarih, Anadolu'da egemenlik mücadelesinin antik çağdan itibaren var olduğunu, hayatın ise bu gerçeklik üzerinde şekillendiğini göstermekte, sömürgeciliğin ise kendilerine karşı savaşan Türki krallığı da yenen Akkadlar ile başladığını göstermektedir.
Aynı tarih ile, modern sömürgeciliğin kökenlerinin ise Asurlular ile başladığını, bu sömürgeci krallığa ise Huttilerin son verdiği de anlaşılmaktadır.
Tarih bize varolma gerçekliğinin çok değişmediğini de anlatmaktadır.
MÖ. 3000-2000 yılları arasına tarihlenen Eski Tunç Çağı’nda Anadolu’da yazı yoktur.
Fakat komşu ülkelerden Mezopotamya’da MÖ. 3200’lerde Sümerler tarafından yazı keşfedilmiş ve tarihi devirlere kucak açılmıştır.
Sümerler’den sonra Mezopotamya kentlerine hakim olan Sami kökenli Akkadlar, MÖ. 2350-2150 yılları arasında güçlü bir devlet kurmuşlar ve çok geçmeden komşu ülkeler üzerine de seferler düzenlemişlerdir.
Akkad krallarının istilâ ettikleri ülkelerden biri de Anadolu’dur.
Akkad krallarından Naram-Sin’e ait Şartamhari metinlerinde, adı geçen Akkad kralının, Sedir ormanlarını (Amanoslar) ve Gümüş Dağları’nı (Toroslar) aşarak Anadolu’ya girdiği ve Hatti kralı Pampa’nın önderliğinde toplanan 17 Anadolu kralına karşı savaştığı anlatılır.
MÖ. ca. 2250’lere tarihlenen bu hadise, Şartamhari metinlerinin Hattuşaş arşivinde ele geçirilen Hititçe kopyasında (KBo III, 13), tüm ayrıntıları ile gözler önüne serilmektedir.
İlk 7 satırı kırık olan metin, 8. satırdan itibaren şöyle devam etmektedir: "Bana karşı bütün memleketler isyan ettiler 9. GUŞUA kralı Anmanailu, Pakki kralı Bamanailu 10. Ulluwi (Ullama) kralı Lupanailu, sonra kralı İnmipailu 11. Hatti kralı Pampa, Kaniş kralı Zipani, kralı Nur-Dagan 12. Amurru 281 kralı Huwaruwaş, Paraşi kralı Tişenki 13. Armanu kralı Mudakina, Sedir dağları kralı İşgippu 14. Larak kralı Ur-Larak, Nikku kralı Ur-Banda 15. Türki kralı İlşu-Nail, Kuşaura kralı Tişbinki 16. toplam 17 kral, ki onlar savaşa girdiler, ve ben onları vurdum. 17. Hurrilere karşı bütün orduyu seferber ettim ve sonra (tanrılara) şarap takdim ettim.
18. O zaman savaşçılarıma binlerce düşman askeri hiç mukavemet etmedi." Metnin çok bozuk olan arka yüzünde, geceleyin düşman karargâhına bir baskın yapıldığı ve onların yenilgiye uğratıldığı anlatılmakta, alınan ganimetlerden eksik cümleler halinde bahsedilmektedir.
Kaynak: Pınar Bülbül; En Eski Çağlardan Persler Dönemine Kadar Afyonkarahisar ve Çevresi
Editör: Ali Tarık HATİPOĞLU
Hitlerin öldürdüğü çingeneler türk değilmiydi? Yahudiler Türk değilmiydi. Sizi Müslüman olmayan Türkleri yok saymaktan men ederim.
Oğuz Ersöz

İhsan YÜCE

1991 yılında vefat ettiğinde, Can Yücel, Salacak’taki cenaze evinde düzenlenen ufak törene katılır. Daha sonra, kendisini Üsküdar’a götürmesi için Yusuf Ekşi’ye ricada bulunur.
Yusuf Ekşi, ricayı kabul eder. Ama meraklıdır da, Can Baba’ya neden mezarlığa gelmediğini sorar. Can Yücel, sararmış bıyıklarını ve sakallarını okşayarak cevap verir o tok sesiyle: “İnsan arkadaşını hiç gömebilir mi yahu?”
Çoğunuzun aklında Kemal Sunal’ın filmlerinde oynadığı kayınbaba ya da muhtar rolleriyle canlanır muhtemelen. Belki de hiç canlanmazdı, üstteki fotoğraf olmasa. Şöyle söyleyeyim; Kibar Feyzo’da Gülo’nun babası Hüso’dur mesela, Çöpçüler Kralı’nda da Hacer’in babasıdır. Bu örnekleri tek tek çoğaltmak istemiyorum, çünkü çok fazlalar. İstatistiksel bir bilgi vermek gerekirse 150’den fazla filmde oynamıştır, bunların 56’sının senaryosunu yazmış, 6’sını da yönetmiştir. Kameranın önünde olduğu kadar, kameranın arkasında da büyük işler başarmış bir emekçidir aynı zamanda. Yeşilçam’ın o en parlak yıllarında yazdığı filmler, oynadığı roller ile iyi paralar kazanmıştır ama kazandığı parayı da yine sinemaya ve tozunu uzun yıllar yuttuğu tiyatroya harcamış, yatırımlar yapmış, gençlere el vermiş ve onları yüreklendirerek bu vefasızlıktan geçilmeyen yollara adını derin derin kazımıştır. “İyilik yap denize at,” demiş atalarımız ama yaptığı iyilikler ne kadar geriye dönmüştür, İhsan Yüce ne kadar hatırlanıp anılıyordur bilemiyorum. Doğruyu söylemek gerekirse unutulan, yitip giden bir değerdir Yüce İhsan. Adını söylediğinizde, insanların hatırlamadığı bir karakterdir artık…
Elazığlı bir Alevi ailenin çocuğu olarak 1929 yılında dünyaya gelir İhsan Yüce. İzmir Atatürk Lisesi’nde okur, sonra İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirir. Bir süre kendi mesleğinde çalışsa da içinde çocukluğundan beri taşıdığı hislerin peşinden koşar. Ufak tiyatrolarda oyunculuklarla başlar sanat hayatına. Tiyatroculuğun yanında resim ve heykel çalışmaları da başlar o yaşlarda. Gençtir, heveslidir, içi sanat için üretmekle doludur. 1968 yılında üç arkadaşıyla Ankara’da Drama Tiyatro’sunu kurup ideallerinde olan şeyleri yapmaya başlar. Mesela Dostoyeski’nin Suç ve Ceza’sını oyunlaştırır. 1952 yapımlı Charlie Chaplin’in yapımcılığını, yönetmenliğini ve oyunculuğunu üstlendiği Sahne Işıkları’nı tiyatroya uyarlar. Drama Tiyatro böylelikle ses getirmeye başlar. İhsan Yüce’nin sinema yolculuğu da bu sahneden sonra başlar.
Birçok Türk filminde yardımcı karakter olarak yer alır. Her tür tipe bürünmüştür beyaz perdede. Mazlumdan deliye, Karadenizli’den Güneydoğulu’ya, dalkavuktan ayyaşa… Her daim yan karakterde yer almasına bakmamak gerekir yine de. Çünkü baskın karakterli oyunculuğuyla bir şekilde filmi tamamlayan karakter oyunculuklarıyla hafızalara yer etmiştir İhsan Yüce. Kendine has sigara içişi, sigaradan sararmış bıyıklarıyla bütünleşir adeta. Yazdığı senaryolara kendi yaşamından ve dönemin siyasi olaylarına göndermeler yerleştirir. Çok zekidir çünkü, toplumcudur ve toplumun yanında olduğunu bir şekilde göstermek ister. İhsan Yüce, bir bakıma, 1970’lerde yükselen köylü sosyalist hareketin sinemamızdaki taşlama örneklerini kaleminin ucunda ve en yalın en anlaşılır dille işlemiş tek sanatçıdır. Yılmaz Güney’in mizahtaki dengidir. Argoyu da yerinde ve gerçekçi, cömertçe kullanmıştır. Lafını esirgemeyen bir senarist yazardır Yüce.
Keza senaryosunu yazıp oynadığı Kibar Feyzo filminde bu tarz sahnelere rastlamak mümkündür. Kibar Feyzo filmi görünüşte mizah filmidir ama aslına bakılınca sosyalizme övgü olarak kaleme alınmıştır, bunu kendisi de söyler. Örneklemek gerekirse; filmin Faşo Aga’sı Maho’nun bir sahnede Feyzo’ya, “Ula şurda 141, 142 başsınız lo!” repliği, anayasanın 141 ve 142. Maddelerine göndermedir. Bu maddeler komünist cemiyetler kurmanın suç olduğuna ve komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçı­lık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeye ve zayıflatma­ya yönelik propagandaların cezalandırılmasıyla alakalıdır. Film içerisinde yine sendikalaşmanın önemi ve işçilerin birlik olmasıyla alakalı birçok propaganda yer alır. Bu yönüyle ve içerisinde bulundurduğu daha birçok şeyle bir başyapıtı kendi imkânlarıyla ve riskleriyle yüklenip dile getirmiş, senaryolaştırmış ve çektirmiş kişidir İhsan Yüce. Dönemin baskılarına ve dayatmalarına karşı gelmiş bir yürektir.
Sinema, tiyatro, resim ve heykel dışında edebiyatla da ilgilidir İhsan Yüce. Dostlarının anlatılarına göre pek çok şiiri vardır ama bunların hiçbiri yayımlanmamıştır. Yazmayı sever, üretkenliği buraya da yansımıştır lakin şiirlerini ve eleştirel yazılarını bulmak pek mümkün değildir. Günümüze ulaşan en bilinen şiiri “Ekmek, Şarap, Sen ve Ben” dir. Şiir Mazlum Çimen’in bestesiyle Mümtaz Sevinç’çe de seslendirilmiştir.
“…Bir kere Aristo’nun hocası olmuştum
Ona verdiğim dersle gurur duymuştum
Bazen Jan Dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
Bazen odunun ateşleyen bir cellât olurum
Eğer daha da içersem
Shaskespare halt etmiş derim karşımda
Salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
İşte Mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
Enayiymiş be Platon…
Bir içsin de görsün….
Ne felsefesi varmış bu hayatın
Anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu…”
Salacak’ta küçük bahçeli eski bir evde, ailesiyle yaşar İhsan Yüce. Bu evde 1991 yılında kalp krizi geçirerek vefat eder. Mezarı Karacaahmet’tedir. Kısa boyuna rağmen kocaman bir yüreği taşır bedeninde yaşadığı ömürce. Arkasında bıraktığı işlerle unutulup gitmiştir.
Her filmine denk geldiğimde onu anlatmayı, yaptığı işleri yanımdakilere tek tek sıralamayı bir borç bildik adeta. Bu yazıyı da ekranda bir filmini seyrederken borçluluk duygusuyla yazıyoruz. İhsan Yüce’yi biliniz, seviniz, tanıyınız.

14 Temmuz 1934

Kuşadası kaymakamı Dilaver Bey denetleme için Selçuk’ta bulunuyordu. Denetleme bitmiş ve Kuşadası’na dönüş hazırlıkları başlamıştı. Dilaver Bey otomobile bineceği sırada bir jandarma eri telaşla koşarak yanına geldi ve elinde ki jandarma istihbarat raporunu uzattı.
“Saat 15.00 kararlarında Kanapiçe mevkiinde, içerisinde 4 kişi çıplak bir durumda kurşun renkte yelkenli bir sandalın sahilimize yaklaştığını gördük… Üç el havaya ateş etmek suretiyle “Dur” emrini verdik. Bu emre itaat etmeyenlerin, kendilerini denize atarak kaçmaya başlamaları üzerine beş arkadaş birden ateş ettik. Bu dört şahıstan üç tanesi ölü olarak denizde kaldı. Bir tanesinin ne olduğu meçhuldür. Mezkur sandal, denizde kendi kendine dolaşmaktadır. Ölüler sahildedir. Arz olunur.
Not: Mezkur sandalın Sisam Adası’nda bulunan İngiliz harp gemisine at olduğunu arz ederim.
Karne Muhafaza Memuru Mustafa.”
Evet....Sandal İngiliz Harp gemisine aitti.
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sandalı batırılmış, denizcileri birer kurşunla öldürülmüştü.
Bunu yapan Kurtuluş Savaşından yeni çıkmış, genç Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Türkiye’siydi.
Dilaver Bey Kuşadası’na döner dönmez Ankara’ya telgraf çekti. Durum aksatılamayacak kadar önemli , hata kaldırmayacak kadar kritikti.
‘’Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine
Kanapiçekoyu Dipburnu Karakolu erlerinden beşi pusudayken, saat 16.00 sıralarında üç kişinin çıplak olarak bir kotra ile erlerin pusu yerine yaklaştıkları ve ikisinin karaya çıktıkları, erlerimizin ‘Teslim olun’ ihtarına mukabil karaya çıkan ikisinin derhal ve tekrar aşağıya atladıkları görüldüğünden, erlerimizin tekrar ,’Teslim olun’ diye bağırmalarına rağmen bunların denize atladıkları ve bunun üzerine ateş açıldığı…
Birinin deniz üstünde kaldığını.. İkisinin ateşten masun bir yere sığındıkları..
Açılan ateşten birinin öldüğünü, birinin de yaralı olduğu.. İngiliz harp gemisinin bir Yunan motorunu sahillerimize göndererek cesetlerin bulunmasını rica ettiği anlaşılmıştır… Arz ederim.
Kaymakam Dilaver ‘’
(Kaymakam Dilaver Argun)
İki gün sonra 16 Temmuz’da İngilizler bir savaş gemisi ile limanımıza yanaşırlar ve birkaç mil ötede demir atarak beklemeye başlarlar.
Kaymakam Dilaver Bey, Ankara’ya telgraf çekerek karaya çıkmalarına müsaade edip etmeyeceğini sorar.
Ankara’dan gelen acil kodlu telgrafta, İngilizlerin limana çıkmalarına ve yalnız liman şefi ile görüşmelerine müsaade edildiği bildiriliyordu.
İngilizler Liman şefi yerine Kaymakam ile görüşmek istiyorlar ve kaymakamın limana gelmesini istiyorlardı.
Dünyaya hükmeden İngiliz İmparatorluğu’nun askerleri kaymakamın ayağına gidemezdi ya !
Durum hiç de öyle olmayacaktı. Artık karşılarında o silik, çaresiz diplomatlar yoktu.
Ankara, kaymakam Dilaver Bey’e İngilizlerin kaymakamlığa çağırılması ve görüşmenin makamda gerçekleşmesi emrini verdi.
Odaya gelen İngiliz subayları olayı anlatmaya başladılar. Ziyaret üzerine geldikleri Sisam adasında demirli gemilerinden karayı izleyen askerlerinin Kanapiçe sahilini çok beğendikleri ve yüzmek için buraya bir sandal ile açıldıkları, bu esnada Türk siperlerinden ateş açılması sonucu askerlerinin öldürüldüğünü belirttiler.
Anlattıkları doğruydu. Fakat burası her önüne gelenin kayıkla yanaşıp eğleneceği bir tatil köyü değildi.
Burası altında yatan şehitlerin kanları ile kurulmuş Türkiye Cumhuriyetiydi. Ve hiç kimse gerekli izinleri almadan sahillerimize yanaşamazdı. Aksi halde ölümleri kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu.
İngiliz kumandan uzun süren tartışmalar sonunda cebinden çıkardığı kağıdı büyük bir mağrurluk ile okumaya başladı.
Kağıt da üç tane emir sıralanmıştı.
1) Ölen askerleri bulmak üzere İngiliz gemileri sahillerinize gelecek, fakat kendilerine ateş açılmayacağı hususunda teminat vermeniz gerekmektedir.
2) İngiliz bayrağı ve halkından özür dilenecek, ölen askerlerin ailelerine tazminat ödenecektir.
3)Subaylarımızı öldürdüğünü tespit ettiğimiz Balıkesirli Er Musa ,cezalandırılacak ve bu ceza tarafımıza bildirilecektir.
Ankara’dan cevap hemen gelmiş ve iki İngiliz motorunun arama çalışmalarına başlamasına ve Türk gümrük muhafaza motorunun da aramaya katılmasına, böylece kendilerine ateş açılmayacağına karar verildiği İngilizlere bildirildi.
18 Temmuz da Sisam açıklarında 7 İngiliz savaş gemisi görüldü. Bu olası bir savaşın habercisiydi.
Gümrük alay kumandanı İlhami Bey Ankara’ya acil kodu ile bir telgraf gönderiyor ve şunları söylüyordu:
‘’Darboğaz’a geldim. Sisam önünde 4 kruvazör, 7 torpido var.
Kruvazörlerden biri, ‘Queen Elizabeth’tir. Cesedi aramak için yaptığım temasta, ben amiral gemisine çağırdılar. Gitmedim.
Alay Kumandanı İlhami”
İngilizler blöf yapmadıklarını göstermek istiyorlardı.
ATATÜRK DEVREDE
Atatürk bütün bu olanları saati saatine takip ediyordu. İngilizlerin göz göre göre savaş tehdidi yapmasına ve gövde gösterisine karşılık, devlet adamlığının nasıl bir şey olduğunu, bir milletin çıkarlarının nasıl savunulduğunu gösteren şu tarihi emrini verdi.
‘’”Kanuni vazifesini yaptığı anlaşılan Türk Er Balıkesirli Musa, yerinden alınamaz ve cezalandırılamaz.
Gerekirse Musa için, Britanya İmparatorluğu ile savaş hal göze alınır. Kızılcahamam’dan şimdi Ankara’ya hareket ediyorum. Ege Bölgesi’nde kısmi seferberlik emrini veriyorum.”
Dilaver Bey yıllar sonra şöyle diyecekti:
“Bu emir, bu haysiyetli ses, beni ağlattı. Bütün yorgunluğumu alıp götürdü. Genç bir kaymakam olarak, bütün benliğim gurur ve iftiharla sarsılıyordu. O günden bu yana birçok valilik ve müsteşarlıklarda bulundum. Atatürk’ün görev aşkını koruyan bu laflarını başka kimseden duymadım ve sözleri hiç unutmadım.”
Sonra ne mi oldu ?
Ege ordularımız seferberlik hazırlıklarına başlayınca, İngilizler blöf yapmadığımızı anladılar. Cesetler bulundu ve bizim belirlediğimiz şekilde İngilizlere teslim edildi. İngilizler ölüleri ile birlikte geri döndüler.
Er Musa mı ?
Er Musa askerliğini bitirene kadar aynı yerde görevini yapmaya devam etti, terhis olunca da Balıkesir’e köyüne döndü.
Kaymakam Dilaver ( Argun) Bey 50 lira ile ödüllendirildi….
Atatürk’ün İngilizler ile anlaştığı, İngilizlerin İstanbul’u tek kurşun atmadan terk etmesinin sebebinin bu olduğunu söyleyenlere Er Musa ’nın hikayesini anlatın.

Devlet arşivlerinden yararlanmak isteyenlere !

Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden yararlanmak isteyenlerin, “Araştırma Müracaat Formu ve Taahütname” adlı formu doldurup imzalayarak, “T.C. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Cumhurbaşkanlığı Külliyesi 06560 Beştepe / Ankara" adresine posta ile göndermeleri gerekiyor. Söz konusu forma “tccb.gov.tr” adresi üzerinden ulaşmak mümkün.
Eğer Cumhuriyet ve Osmanlı Arşivlerine ulaşmak istiyorsanız, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün Ankara’daki merkez araştırma salonlarına gitmeniz gerekir. Orada da bir taahhütname imzalar ve "Arşive Giriş Kartı" alarak, kurallar çerçevesinde araştırdığınız konuya dair belgelere ulaşırsınız.
Ankara’ya gidemeyecek olanlar ise online şekilde arşivlere ulaşabiliyor.
Bunun için öncelikle, “devletarsivleri.gov.tr”den üyelik oluşturuyorsunuz. Zira, Cumhuriyet ve Osmanlı arşivinde detaylı arama yapabilmemiz için bu şart.
Sistemde aramasını yaptığınız ve talep ettiğimiz belgelerin büyük çoğunluğu hemen karşımıza çıkmıyor. Yani, arama sonucunda önünüze gelen belgeyi incelemek istediğinizde, “Görüntüsünü talep ettiğiniz belgeler, hazırlandıktan sonra e-posta aracılığıyla bilgilendirme yapılacak ve ön izlemeye açılacaktır” yazısıyla karşılaşıyoruz.
Belgenin ne zamana kadar hazır edileceği ve tarafımıza ne kadar bir süre içinde mail atılacağına dair herhangi bir bilgi notu ise bulunmuyor. Küçük kutucukta çıkan uyarıda, “Talebiniz alınmıştır. Belge görüntüleri hazırlandığında e-posta ile bilgilendirileceksiniz” yazıyor.
Bazı belgeler ise, “ön izleme” hazır şekilde açılıyor. Ancak burada da başka bir “pürüz” devreye giriyor. Açılan sayfada, “Bu görüntü orijinal belgenin bir bölümü olup araştırmacıya belgenin dijital kopyası hakkında bilgi sahibi olması için ön izleme maksadıyla sunulmuştur. Dijitalleştirme kuralları gereği belgenin arka yüzünde bilgi veya işaret bulunması durumunda o belgenin arka yüzü de dijital ortama aktarılır. Bu nedenle ön izlemesi yapılan belgelerin alınması durumunda sorumluluk araştırmacıya aittir” deniliyor.
Yani, “ön izlemesi” hazır arşivlere ulaşabilmek için bu belgeleri satın almanız gerekiyor. Özetle, hemen satın alınmayan belgeler, ya zamanı belli olmayan bir tarihte “ön izleme” oluşturulacağı ibaresiyle karşımıza gelirken, halihazırda ön izlemesi olan belgelerin ise çok küçük bir kısmının verisine ulaşabiliyoruz. Tamamına ulaşmak içinse satın almak durumundayız. Peki tek bir belgenin, incelemek için satış fiyatı nedir? Yanıtlayalım: 2 TL.
Satın alınan belgelerde de, "Satın aldığınız belge görüntülerini bilgisayarınıza sadece 2 kez indirebilirsiniz" diye de uyarılıyorsunuz.
Kısacası, nereden bakarsanız bakın, bir araştırmacı, Osmanlı ya da Cumhuriyet dönemi arşivlerini inceleyip üzerinde çalışma yapabilmesi için her belgeyi “talep edip”, ayrı ayrı ücret ödemesi gerekiyor…

ARNAVUTKÖY adı nereden geliyor?

Fatih Sultan Mehmet Arnavutluğu alınca oradan getirdiği Arnavutları bu bölgeye yerleştirir. 1567 yılında II. Selim üzümleriyle ünlü olan bu bölgeye av yasağı getirir, Bostancıbaşı'na bu konuda gönderdiği fermanda ilk kez ARNAVUTKÖY adı kullanılır...
İlk çağdaki adı HESTAİ , Bizans Devrinde PROMOTU veya ANAPLUS olarak bilinir. I. Konstantin'in 337-361 buraya HAGİOS MİKAEL kilisesini yaptırmasıyla bölge ünlenir..daha sonraki yıllarda VİCUS MİCHAELİCUS veya SCALEOS ( Iskele) adıyla anılır. Osmanlı'daki adı yukarıdaki açıklamada belirtildiği üzere artık ARNAVUTKÖY olur...
Görüntünün olası içeriği: gökyüzü, açık hava, su ve doğa

PARA PUL OLUNCA

1914-1922 arasındaki savaş yıllarında ortalama enflasyon yüzde 1200 ile 1700 civarında… Fiyatlar 18-20 kat artıyor. Örneğin 1914'te dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 225 kuruşken, 1920'de 3049 kuruşa yükseliyor. Maaşlar ise artmıyor. Halkın alım gücü yüzde 80 azalıyor. Para yüzde 85 değer kaybediyor.
Osmanlı'da 16. yüzyıldan itibaren paranın değeri hep düştü. Fiyat artışları ve yüksek enflasyon halkı olumsuz etkiledi.
Osmanlı'da 16. yüzyıldan itibaren paranın değeri hep düştü. Fiyat artışları ve yüksek enflasyon halkı olumsuz etkiledi.
Ben bu yazıyı kaleme alırken 1 dolar, 7.00 TL'ye yaklaşıyordu. Gerçek şu ki, Türkiye'de enflasyon yükseliyor. İşsizlik artıyor. Zamlar halkın belini büküyor. Halkın alım gücü azalırken borç yükü artıyor. Paramız her geçen gün değer kaybediyor. Eskilerin tabiriyle para “pul” oluyor.
İşte bugün size Osmanlı'da “paranın nasıl pul olduğunu” anlatacağım.
Kim bilir! Belki biraz ders alırız!
OSMANLI'DA PARANIN DEĞER KAYBI
Osmanlı'da, daha Fatih Sultan Mehmet döneminde, yani 15. Yüzyıl'da altın ve gümüş darlığı başlıyor. Avrupa'da coğrafi keşiflerden sonraki altın ve gümüş bolluğunun bir sonucu olarak Osmanlı piyasaları “Duka”, “Real” gibi yabancı paraların istilasına uğruyor. Osmanlı akçesinin değeri düşüyor. Piyasada “kalp” paralar çoğalıyor. Mal fiyatları yükseliyor. Enflasyon artıyor. Bitmeyen askeri harcamalar hazineyi sarsıyor. Devlet, 1550'den sonra akçeyi sürekli küçültmek zorunda kalıyor. Para darlığı “tefeciliğe” ve “faizciliğe” yol açıyor. İslam şeriatı en çok yüzde 15'lik bir faize izin verirken Osmanlı'da uygulamada yüzde 30 ile yüzde 60 arasında faizle borç verip zenginleşenler oluyor.
Sonunda Osmanlı'da 1584 devalüasyonu gerçekleşiyor. Akçenin değeri yüzde 70 oranında düşüyor. 14. Yüzyıl sonunda Sultan Orhan döneminde 100 dirhem gümüşten 269 akçe kesilirken, 16.Yüzyıl sonunda 3. Murat döneminde 100 dirhem gümüşten 525 ile 950 akçe kesiliyor. Akçeler gittikçe inceliyor. Öyle ki 1584 devalüasyonu sonrası 100 dirhem gümüşten 1000 akçe kesilmesi gündeme geldiğinde Darphane Mültezimi Ali Efendi, “Bir badem ağacı kadar ince, bir şebnem katresi kadar hafif” akçelerden söz ediyor. İran ve Avusturya savaşları para darlığını daha da artırınca 1 akçe, 4-5 parçaya bölünerek piyasaya sürülüyor. Anlayacağınız para pul olmaya başlıyor.
OSMANLI'DA KITLIK VE AÇLIK
Daha 16. Yüzyıl'ın başlarında Osmanlı'da halk ve devlet para sıkıntısı çekiyor. Öyle ki II. Bayezid'in illerde valilik yapan oğulları, aylıklarının azlığı nedeniyle zor geçinebiliyorlar. Buna karşın Rüstem Paşa, İbrahim Paşa gibi bazı devlet adamları rüşvet ve yolsuzlukla büyük servet yapıyorlar. 16. Yüzyıl'da devlet, para bulabilmek için vergileri artırıyor. Böylece özellikle köylü ezilmeye başlıyor. (İstanbul halkı, 1876'ya kadar emlak vergisi bile ödemiyor) Osmanlı'da vergi yükünün yüzde 87'si, milli gelirin yarısından az pay alan köylüye yıkılıyor. (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, s. 246). Osmanlı'da halkı, köylüyü ezen sadece vergiler değil: 1585-1595 arasında fiyatlar artıyor, pahalılık baş gösteriyor. Özellikle buğday fiyatlarındaki artış halkı derinden etkiliyor. Buğdayın fiyatı Edremit'te 40-50, Orta Anadolu'da 20 akçeden aşağı düşmüyor. 150 yıl içinde buğday fiyatı 10 kat artıyor. Osmanlı'da asıl büyük pahalılık ve yüksek enflasyon 1596-1607 arasındaki “Celali Fetreti” ve “Büyük Kaçgunluk” döneminde görülüyor. Uzun Avusturya ve İran savaşları sırasında gelişen Celali isyanları nedeniyle köylünün üçte ikisi köyünü, evini, barkını bırakıp “çift bozup” kaçıyor. Bunlar ya “Levent” ya “suhte” olarak büyük şehirlere akıyorlar. Büyük şehirler kahveler ve bekâr odalarıyla doluyor. Fuhuş, içki, eşkıyalık, cinayet şehirleri sarsıyor. Köylerin terk edilmesiyle tarımsal üretim azalıyor.
Buğday üretimi azalınca Osmanlı Avrupa'ya buğday satışını yasaklıyor. Fakat kaçakçılar gizlice Avrupa'ya buğday satmayı sürdürüyor. Buğday darlığı kıtlığa yol açıyor. Osmanlı'da ilk büyük kıtlık 1494-1503 arasında görülüyor. İkinci büyük kıtlık 1564'te görülüyor. 1573-1576 arasında kıtlık daha da artıyor. 1603'te Anadolu'da yine “buğdaysızlık” ve “kıtlık” baş gösteriyor. Balıkesir'de buğdayın kilesi 90 akçeye kadar çıkıyor. Ekmeğin fiyatı iyice yükseliyor. Sonunda hububat alım satımı “vesikaya” bağlanıyor. Öyle ki İngiliz elçisi bile 1607'de İstanbul'da yiyeceği ekmeğin buğdayını ancak vesikayla satın alabiliyor. Osmanlı tebaası tam 15 yıl ekmek bulamıyor, halk açlıkla pençeleşiyor. (Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, s. 33-43, 89, 421-425).
Osmanlı'da son büyük kıtlık 1873-1875 arasında görülüyor. Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas'ta on binlerce insan açlıktan ölüyor. 12 Mayıs 1874'te Ankara'dan Basiret Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta şöyle deniliyor: “Yirmi dört saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz. Bu da bitmek üzeredir. Öküz ve diğer hayvanların tamamı telef oldu… Çoluk çocukların ekmek diye feryatlarına tahammül etmek mümkün değildir.” Sonuçta 1873-1875 arasında Ankara'nın Keskin kazasındaki 160-170 köydeki 52.000 kişiden 20.000 kişi açlıktan ölüyor, 7000'i başka yerlere dağılıyor. (Türk Ziraat Tarihin Bir Bakış, İstanbul, 1938, s. 210, 211-213).
Parasızlığa çözüm arayışları
II. Mahmut döneminde paranın adı ve şekli 35 kez değiştirildi.
16. Yüzyıl'dan itibaren akçenin değer kaybı önlenemiyor. Yabancı paralar akçe karşısında çok değer kazanıyor. Örneğin, 1611'de 1 florin, 200 akçeye yükseliyor.
17. Yüzyıl'da Osmanlı büyük bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başlıyor. 1887/1888'den 1910/1911'e kadar, bütçe 4.2 milyar kuruş açık veriyor. (Eldem, s. 246).
Osmanlı, paranın tağşişi (değerini düşürme) yoluyla sorunu çözmek istiyor. 1810'dan itibaren paranın içindeki değerli maden oranı sürekli azaltılıyor. Paranın değerinin düşürülmesi, Yeniçeri isyanlarını, fiyat artışlarını ve kalpazanlığı körüklemekten başka bir işe yaramıyor.
Osmanlı, Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra 1775'te “Esham” yani “Hazine Bonosu” yoluyla iç borçlanmaya gidiyor. Zorunlu iç borçlanma olan “İmdadiye”ye ve özel kişilere toprak satışı anlamında “Malikâne Sistemi”ne başvuruyor. Olağanüstü hallerde alınan vergileri kalıcı hale getiriyor. 1770'lerde savaş masraflarını karşılamak için ölen şahısların terekesinin yüzde 60'ına zorla el koyuyor. Bazı tasarruf tedbirleri uyguluyor. Ancak yine de ekonomi düzelmiyor.
Osmanlı'da 18. Yüzyıl'da para basacak yeterli maden olmadığı için halk, bir emirle elindeki altın ve gümüş eşyayı devlete satmaya mecbur kılınıyor. 1789'da Şeyhülislam, “altın ve gümüş eşya kullanmak haramdır” diye bir fetva yayımlıyor. 1789 başında padişahın altın ve gümüş özel eşyaları, devlet adamlarının gümüş takımları darphanede eritilerek para basılıyor. İstanbul'daki Türk tüccardan 20.000, gayrimüslim tüccardan 12.000 okka saf gümüş isteniyor ve bunlar da eritilip para basılıyor. (Mübahat Kütükoğlu, Baltalimanı'na Giden Yol, s. 271)
Osmanlı'da 1780-1860 arasında enflasyon çok yükseliyor. Fiyatlar ortalama 12 ile 15 kart artıyor. 1814'te 1 İngiliz Sterlini 23 Osmanlı kuruşuna eşitken, 1839'da 1 İngiliz Sterlini 104 Osmanlı kuruşuna eşitleniyor. (Şevket Pamuk, Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 112). Kütükoğlu'na göre; 1839'da 1 sterlin 130-135 kuruşa eşittir. 1844'te 1 sterlin 110 kuruşa eşitleniyor. (Kütükoğlu, s. 233).
Osmanlı 1839'da piyasaya kağıt para ve hazine bonosu şeklinde “kaimeler” çıkarıyor. Kolayca sahtesi yapılabildiği için kısa sürede enflasyona neden olan kaimeler 1862'de piyasadan çekiliyor. 1876'da bir kere daha piyasaya “kaime” sürülüyor. Fakat onlar da üç yıl sonra kaldırılıyor.
Osmanlı,1844'te “altın lira” ve “gümüş kuruş” şeklinde çift metalli sisteme geçiyor. 1881'de çift metalli sisteme son veriliyor ve para birimi sadece altın üzerinden tanımlanıyor.
Osmanlı 1848'den itibaren Galata bankerlerinden, Kırım Savaşı'ndan sonra, 1854'ten itibaren de İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinden yüksek faizle borç alıyor. Borçları yatırıma yönelik olarak kullanamıyor. Bu yüksek faizli borçlarla Boğaz'da saraylar bile inşa ediliyor.
Osmanlı'nın 14 ve 15. yüzyıllarda Batılı ülkelere verdiği kapitülasyonlar, 18. ve 19. yüzyıllarda daha da genişletiliyor. Özellikle 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması sonrasında Osmanlı pazarları İngiliz mallarıyla doluyor. Çünkü daha önce ithalat ve ihracatta yüzde 3 olan gümrük vergisi, ihracatta yüzde 12, ithalatta yüzde 5 oluyor. Ayrıca İngiliz tüccarlar, yerli tüccarların ödediği yüzde 8 oranındaki iç gümrük vergisinden de muaf kılınıyor.
Savaşın yarattığı ekonomik yıkım
1914'te 1. Dünya Savaşı'na girerken Osmanlı'nın toplam dış borcu 153.7 milyon Osmanlı Lirası… Savaşa girerken devlet hazinesinde sadece 92.000 altın lira var. Osmanlı artan savaş masraflarını karşılamak için Almanya'dan borç alıyor. Savaş sonunda Almanya'ya 150 milyon lira borçlanıyor. Böylece I. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı'nın toplam dış borcu 303.7 milyon liraya ulaşıyor. Üstelik bu borçların sterlin, frank ve mark gibi yabancı paralarla ödenmesi gerekiyor.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'da her alandaki üretim neredeyse yarı yarıya azalıyor. Savaş koşullarında fiyatlar 18-20 kat artıyor. Buna karşın maaşlar artmıyor. İnsanların alım gücü yüzde 80 oranında azalıyor. (Pamuk, s. 1782). Korkunç bir enflasyon baş gösteriyor. Öyle ki savaş başında, 1914'te 100 olan tüketici fiyat endeksi, savaş sonunda, 1919'da 1215'e yükseliyor. Savaş yıllarında, 1914-1922 arasında gerçekleşen toplam enflasyon yüzde 1200 ile 1700 civarında… Örneğin 1914'te ekmeğin okka fiyatı 1.25 kuruşken, 1920'de 16 kuruşa çıkıyor. 1914'te dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 225 kuruşken, 1920'de 3049 kuruşa yükseliyor.
Osmanlı savaş başında 1915'te piyasaya kağıt para çıkarıyor. Bu kâğıt paralar, önceleri 1 lira ile satın alınırken üç yıl içinde 4-5 altın Osmanlı Lirası'yla satın alınabilen bir mal oluyor. Paranın değeri sürekli düşüyor. Vedat Eldem, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı parasının yüzde 85 değer kaybettiğini belgeliyor. (Eldem, s. 204) Savaşlardan sonra 1923'te 1 dolar 120 kuruş, 1 sterlin 810 kuruş oluyor.
I. Dünya Savaşı başında, 1914'te seferberlik ilan edilince başlayan panikte İstanbul ekmeksiz kalıyor. Halk fırınlara hücum ediyor. Savaş öncesinde Rusya'dan buğday alan Osmanlı, savaşta Rusya ile cephe cepheye gelince buğdaysız kalıyor. Malların fiyatları yükselince karaborsacılık başlıyor. 1915'ten itibaren halk açlıkla boğuşuyor. 11 Nisan 1917'de New York Times, İstanbul halkının durumunu şöyle özetliyor: “Açlık başlamış durumda. Orta gelirli ve emekçi sınıfların sefaleti nefes kesecek ölçüde. Tifüs salgınının önü güçlükle alınabilmiş. (…) Sokaklarda rastladığımız insanların yüzleri sarı, elmacık kemikleri zayıflıktan fırlamış, gözleri bütün anlamlarını yitirmiş; dik ve zayıf bakıyor. (…) Eskilerin en önemli gıdası çeyrek ekmek, peynir ve zeytin, 1.25 dolara zorlukla bulunabiliyor. Tereyağının kilosu 5, peynirin 7 ve zeytinin 1.5 dolar civarında…”
Hükümet, 1918'de İstanbul halkına ekmek bulabilmek için 3 milyon lira borç almak zorunda kalıyor.
Mayıs 1919'da Osmanlı, subay ve memur aylıklarını ödeyemez duruma geliyor.
Sonunda ne mi oluyor?
Osmanlı 1876'da borçlarını ödeyemeyip “iflas” ediyor. Bunun üzerine 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararnamesi'yle alacaklı Avrupa ülkeleri Duyunu Umumiye'yi kurup Osmanlı'nın temel gelirlerine el koyuyorlar. II. Abdülhamit her şeyi; madenleri, demiryollarını, limanları, hatta tütünü, dahası elektrik, su, havagazı gibi tüm yatırımları yabancılara teslim ediyor. Osmanlı bağımlı hale geliyor.
İşin özü şu ki, coğrafi keşiflerin, Rönesans'ın, aydınlanma döneminin, Sanayi Devrimi'nin Batı'da yarattığı değişime ve dönüşüme uyum sağlayamayan Osmanlı, köylerin boşalması, üretimin azalması, ordunun bozulması, savaş masraflarının artması, vergi adaletsizliği ve paranın pul olması ile borç ve faiz batağına sürüklenip batıyor.
Atatürk etkisi
Cumhuriyetin 15. yıldönümünde hazırlanan Kalkınma Sembolü… 5K işareti kalkınma, kafa, kalp, kol, kuvvet anlamına geliyor…
İşte Atatürk, I. Dünya Savaşı'nın yıkımı sonrasında gırtlağına kadar borçlu, yokluk ve yoksulluk içinde, orduları dağıtılmış, toprakları işgal edilmiş, savaş yorgunu bir ülkede emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı kazanmayı başardığı için büyük liderdir.
Atatürk, 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde söylediği gibi kazandığı askeri ve siyasi zaferi ekonomik zaferle taçlandırıyor: Önce Osmanlı'nın tüm bağımlılıklarına son veriyor: Lozan'da kapitülasyonları kaldırıyor. Osmanlı borçlarını ödemeye başlıyor. Köylüyü ezen vergileri kaldırıyor. Tarlalar yeniden ekiliyor. Ülkenin dört bir yanında fabrikalar kuruyor. Türkiye üretmeye başlıyor. Türkiye üç beyazda; bez, şeker ve unda kendi kendine yeter hale geliyor.
1929 Dünya Ekonomik Krizi'ne rağmen 1924-1938 arasında Türkiye'nin büyüme hızı ortalama yüzde 8'in altına düşmüyor. 1889-1914 arasında Osmanlı'nın kalkınma hızı ortalama yüzde 2.2 civarındaydı. (Eldem, s. 316). Atatürk Türkiye'si enflasyonsuz, dış borçsuz kalkınıyor. 1923-1938 arasında GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkıyor. 1923-1938 arasında, 11 yıl bütçe denkliği sağlanıyor, 3 yıl ise gelir giderden fazla oluyor. 1938'de Merkez Bankası'nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın biriktiriliyor. Türk parası değerini koruyor.
Keşke çocuklarımıza Osmanlı'da paranın nasıl pul olduğunu, Osmanlı'nın nasıl iflas edip battığını ve Atatürk'ün nasıl kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye Cumhuriyeti yaratığını anlatabilseydik. Keşke!

ÇARPANA

1987 yılında, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi El sanatları bölümünde araştırma görevlisi olarak görev yaparken, Geleneksel dokumalar üzerine bir araştırma yapmak için Antalya’da Döşemealtı bölgesine gittiğinde tesadüfen bir kaç el dokuması bandına rastlıyor.
Bunların izini sürerek, bir eve ulaşıyor.
Bulduğu dokuma Kolan diye adlandırılan, köylülerin özellikle yörüklerin kullandığı, kemer, kuşak, ip olarak kullanılan ve Maya uygarlığına kadar uzanan bir dokuma türü, üstelik desenleri bile aynı.
Kuzey Yarım Küre’nin bir çok yerinde kullanılan bir dokuma türü.
Gittiği evde, kadınlar bulduğu bu dokumanın kolan olduğunu, ancak kendilerinin bunu bilmediğini o tarihte 93 yaşında olduğu tahmin edilen Cennet ninenin bildiğini ama onun da iyi duymadığını söylerler.
O yine de şansını denemek ister ve Cennet ninenin yanına gider.
Cennet nine karşısında ki, genç bir şehirli kadının bunu öğrenme çabasına şaşırır.
Bu dokuma tekniğini ne çocuklarına ne de torunlarına öğretememiştir.
Hiç kimse de merak etmemiştir. Zaten artık köylerde de kullanılmadığını üzülerek anlatır.
Yine de gözlerinde bir umut ışığı belirir, zor duymasına rağmen genç kadına yardımcı olmak için tüm gücünü kullanır.
Ancak ona öğretebilmesi için malzemeye ihtiyaç vardır. Elinde ki Çarpana denen malzemeler eksiktir, çatı arasından bir kaç malzeme ararlar ancak onlar da çoktan çürümeye yüz tutmuştur.
Elinde bir tane deve derisinden yapılan çarpana kalmıştır.
Genç kadın kararlıdır, o çarpanayı eline alır, aynı ölçülerde kalın kartonlar kestirmek için Antalya sokaklarında kırtasiye arar.
Ve kalın kartonları bulur, onları kesip köşelerini şişle deler. Dokumayı yapmak için bulduğu desene yakın renklerde örgü ipleri alır ve heyecanla Cennet ninenin evine gelir.
Cennet nine hala şaşkındır. Ne kızlarına, ne gelinlerine ısrar ertmesine rağmen bu bilgisini aktaramamıştır. Ama hiç tanımadığı bu genç kadının azmi onu çok mutlu etmiştir.
Cennet nine gençliğine geri döner, onları dokuduğu güzel günleri hatırlar. Bildiği nakışları büyük bir sabırla gösterir. Genç kadın azimli ve zekidir, tüm notlarını alır, ileride yazacağı kitap için yeterince birikim yaptığını düşünür.
Çarpananın tekniğini ve Cennet ninenin gösterdiği desenleri artık kendi zevki, ufku ve yeteneği ile daha da büyütecek, genç nesillere bunu aktarmak için çaba gösterecektir.
Çalışmalarını daha da ilerletip, Topkapı sarayında bulunan çarpana’lar üzerine de araştırmalar yapar.
Onun tabiriyle bugün kolan dokuma bilgileri onu dokuyanlarla birlikte tıpkı Cennet nine gibi aramızdan ayrılmışitır.
Eskiden Kolanlar evlerde genellikle kadınlar ama özellikle de erkekler tarafından profesyonel olarak dokunurmuş. Anadolu kadını her dönem kendi ihtiyacını dokurken, kolanları kendi zevkine, hayal gücüne göre çeşitli renklerle harmanlarmış. Erkekler ise dokudukları kolanları kasabalarda pazarlarda satarlarmış.
Bu gün Fethiye bölgesinde çok sık rastladığımız kolanlar hala kullanılır. Kadınlar çocuklarını sırtlarına bir battaniye içinde bu kolanlarla bağlarlar evde ve tarlada ki işlerini çocukları sırtında iken çok kolay yaparlar.
"Kız çocukları okuyup da ne olacak" denilen bir dönemde, Fethiye'nin ücra bir köyünden söylenenlere kulak asmadan anne ve babasının desteği ile okumaya karar veren, büyük bir azim ve cesaretle çıktığı yolda ilerleyen bu değerli eğitimci Prof. Şerife ATLIHAN’dır.
Halen, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi El Sanatları Bölümü’nde eğitimci
ve onlarca gence ışık oldu, olmaya da devam ediyor.
Gelenek, göreneklerimizi, kültürümüzü genç nesillere aktarmak, geçmişimizi yaşatmak için emek veriyor.
Kolan dokumayı, hayallerini desenlere, renklere işlemeyi öğrenmek isteyen, herkese öğretmeye bilgilerini aktarmaya hazır.
Kitabı ingilizceye de çevrilmiş, umarım bizim sahip çıkamadığımız tüm değerlerimiz gibi bu kültürümüz de ellere gitmesin.
Türk topraklarında, Türk yurdunda, Türk insanının elinde can bulsun, nesilden nesile aktarılsın.
Cennet ninenin anısına saygıyla,
Teşekkürler Prof. Şerife Atlıhan

Meryem Atmaça Kimdir ?

O Bir Kahraman Türk Kadınıdır.
Ruslara Esir Düşen Yaklaşık 1800 Türk Askerine Karşılık Babasından Miras Kalan Bütün Altınlarını Vererek Kurtaran Kahraman Türk Kadınıdır.
SARIKAMIŞ HAREKÂTI'NDA RUSLARIN ELİNE GEÇEN TÜRK ESİRLERİ
Cihan Harbinin mağdurları içinde en talihsiz kesim, hiç şüphesiz Ruslara esir düşen Türk askerleri ile bölgeden tehcir edilen Müslüman halktı. Dünyanın en sağır ve sessiz kamplarında son asrın insanlık trajedisi yaşandı. Çok duygusal yanlışlara kolayca düşülebilecek bir konuda iddialı olmak ilk planda yadırganabilir. Tarih ilmi şahitlik ettiği konularda, her zaman ilmin objektif kuralları peşinde koşmaz. Tarihe mal olmuş olayları, ileriye doğru sürdürülmek istenen hâkimiyet için bir malzeme olarak ele alma alışkanlığı hakikat peşinde koşanları aldatır.
Dünya hâkimiyeti ve menfaat kavgalarını kendi topraklarında seyreden Osmanlı imparatorluğu, tarihin yönünü çevirmek bir yana, binlerce Türkün yaşadığı bu kanlı trajedileri insanlık alemine duyurmak becerisini dahi gösterememiştir. Hakim güçlerin işaret etmeye çalıştığım alışkanlıkla ileri sürdükleri sözde Ermeni soykırımı iddiaları bir bakıma, Osmanlı esirlerinin, maruz kaldığı zulümlerin yeterince anlatılamamasından kaynaklandı denilebilir. Bu bölüm incelendiğinde akla ilk gelen soru, bu iddiaların psikolojik altyapısını Osmanlı esirlerine yapılan zulümlerin oluşturup oluşturmadığı sorusudur. Zira yapılan bunca fecaatin üstünü bu iddiadan başka bir şeyle örtme imkânı yoktur.
Harp meydanlarında esir edilen askerlerin yanında, işgale uğrayan bölgelerden ve Kafkasya içlerinden toplanılan yerli halka bilhassa Rus Ordusu'nda bulunan Ermeniler tarafından yapılan zulümler artan bir kin ve hırsla, Cihan Harbi boyunca devam etmiştir.
ESİRLERİN NAKLİ
Sarıkamış'ta esir edilen Türk subayları, askerlerle karışık bir şekilde hayvanlara mahsus vagonlar içerisinde Tiflis'e kadar götürüldüler. Tiflis'te 4 kişilik mevkilere 13 subay oturtulmak şartıyla ayrı bir trene alındılar. Bir ay süren bir yolculuktan sonra Sibirya'da Kamışlı istasyonuna gelindi. Bölgede kurulan İrbid panayırında Kazan, Oranburk, Samara, Oka, Simbirsk taraflarından gelen Müslümanlara teşhir edilen subaylar buradan Krosnobarsk şehrine sevk olundular.
Sarıkamış'ta esir düşen IX. Kolordu karargâh subaylarının üstlerindeki elbiseleri dahil bütün şahsi eşyalarına General Prezevalski'nin kumandasındaki Plaston Tugayı Kazak süvarileri tarafından el konuldu. Ruslar esir subaylar hakkında uygulanan yerleşmiş kuralların aksine Osmanlı subaylarına her türlü hakareti yaptılar. Sadece ekmek almaya yetecek kadar para (50 Rus kapiği) verilerek açlığa mahkûm edilmekle kalınmamış, tedaviden mahrum bir şekilde hakaret maksadı ile en pis ve sefil hapishanelere yerleştirildiler. Alman ve Avusturyalı esirler Rusya'nın Avrupa kıtasındaki şehirlerinde tutulurken Osmanlı esirlerinin tamamı Sibirya'ya sevk edildiler.
Ruslar rütbesiz askerleri 30 kişilik vagonlara 50, 60 kişi istif ederek Sibirya'nın en uzak ve en soğuk bölgelerine sevk ettiler. Yaklaşık iki ay süren yolculuk esnasında açlık, bakımsızlık ve tedavi imkânlarından yoksunluk yüzünden esirlerin %50'den fazlası yollarda şehit edildi. Askerler ayakta ancak durabildikleri vagonlarda günlerce yolculuk ettiler. Yol boyunca esirlere ekmek ve su verilmedi. Yolculuk esnasında vagonların açılmasına izin verilmiyordu.
Tuvaletin bulunmadığı vagonlarda insan pislikleri ayak altına bırakılıyordu. Kokunun şiddetinden vagonların yanlarına yaklaşmak imkânı yoktu. Pislikten kaynaklanan ishal ve tifüs yaygın bir şekilde devam ediyordu. Asker arasında hergün dört beş ölüm olayı yaşanıyordu. Cenazeler üç dört gün vagonlardan alınmıyor ya da yolculuk esnasında dağ başlarına atılıyordu.
Sarıkamış'ta esir edilen Türk askerlerini İsveç Salib-i Ahmer Murahhası Graf Londrof şöyle tarif etmişti. "İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi."
Her birinde 40-50 esirin bulunduğu iki vagon kapıları kilitlenerek Tiza istasyonuna terk edilmiş, günler süren yürek parçalayıcı feryatlara kimse kulak vermemiş, açlık ve susuzluktan esirlerin tamamı şehit olmuştur. Bu cinayetten bir iz bırakmak istemeyen Ruslar vagonları ateşe verdiler.
Ruslar hastalık var bahanesi ile 500 askerin üzerlerinden elbiselerini soydular. Yalnız don gömlek kalan askerler Tiza şehrine varana kadar tamamen soğuktan dondular. İçlerinden yalnız bir tanesi kurtulabildi. Sınır bölgelerini boşaltan Ruslar yerlerinden ettikleri kadın ve kızlara tecavüz etmekten geri kalmadılar. Yerli Müslüman halktan toplayıp sürgün ettikleri insanlar arasında 3 yaşında kız çocukları ile beraber 80 yaşında ihtiyarlar vardı.
Kafkasya içlerine sürgün edilen Osmanlı esirlerinden Rus ve Gürcülerin yaşadıkları bölgelere gönderilenler nispeten iyi şartlarda tutulmuş, iç karışıklıkların başladığı dönemlerde serbest kalarak çeşitli iş kollarında çalışmakla hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelere sevk edilen Osmanlı esirlerinin imhası için hiçbir şart eksik değildi. Buralarda hiçbir zaman hasta erler diğerlerinin içinden alınmadılar.
Barınaklar son derece pis ve havasızdı. Ekmek oldukça yetersizdi ve günde bir defa sade suya salınmış balık çorbası verilmekteydi. Ermeni askerler sırf zevk için Osmanlı esirlerini öldürüyor ya da işkence ediyorlardı. Bilhassa Kars ve Aleksandrapol’de her türlü zulüm yapılıyordu. Buralarda Osmanlı esirlerini alıp satmak için pazarlar kurulmuştu. Sağlam esirler 12 ruble, zayıflar daha ucuz, hastalar bir paket tütüne satılıyordu.
Doğu cephesinde Ruslar esirlere fena davranmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler. 1916 Ocak'ında Hasankale'den 13 esir subay ve 350 askerle yola çıkarılan bir esir kafilesinde, yolda yürümekte zorlanan 95 asker kafilenin gözleri önünde kurşuna dizildi. Gece üstü açık dört duvar arasında bir yere tıkılan kafilede 8 asker donarak şehit oldu. Aynı kafile ikinci gün yine sözde muhafız Rus askerlerinin kurşunları ile 80 şehit daha verdi. Sarıkamış'a kadar 15 günde götürülen kafileye yol boyunca yiyecek bir şey verilmedi. Frankfurt Çaytong Gazetesi'nde yer alan bir haberde (22.6.1916) Şubat 1916'da Krasnobarsk'tan Primor'a sevk edilen 1.000 Osmanlı esirinden sadece 200'ünün Primor'a varabildiği belirtilmekteydi.
ESİR KAMPLARI
Osmanlı esirleri Kars, Gümrü, Batum, Gori, Aleksandropol, Tiflis, Rostof, Nargin Adası, Ziç Adası, Tambuk, Kamışlı, Nermi, İrbid, Krosnoyarsk, Omusk, Estroniski, İrkotks, Kosturma, Otlaga, Çohluma, Noryevski, Açinisk, Skotof, İstavrapol, Maykop, Tuays, Bielaritzenskaya gibi Sibirya şehirlerinde kurulan kamplarla Rusya Avrupa'sında bulunan Moskova, Nijni, Nevagordo, Petrograt, Şarye, Nikolsk şehirlerinde tutuldular.
Krasnoyarsk şehrinde kurulan kampta lekeli humma şiddetle hüküm sürüyordu. Esirler hasta da olsa tamamen kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Esirlerin durduk yerde şehit edildikleri görülüyordu. Osmanlı esirlerinin üzerlerinden elbiseleri alınmış bir çoğu iç çamaşırları ile Sibirya'nın soğuğuna terk edilmişti. Ruslar ele geçirdikleri yaralıların tedavisi ile ilgilenmediler. Yaralıların büyük çoğunluğu bulundukları yerlerde ölüme terk edildi. Bir hastaneye kaldırılmak bahtiyarlığına erenler buralarda bulunan Ermeni doktorlar ve hastabakıcılardan devamlı surette kötü muamele gördüler. Ruslar diyet yapacak hastalara siyah ekmek vererek ölümlerine sebep oluyorlardı. Hiçbir temizliğin olmadığı hastanelerde lekeli hummadan pek çok asker şehit oldu, Az bir dikkatle tedavi edilebilecek hastaların çoğu bakımsızlık yüzünden ölüyordu.
Krasnoyarsk'in 3.000 km kuzeyinde bulunan Sirentiski'de havalar ekseriya eksi 40–50 derece arasında seyrediyordu. Yazlık barakalara doldurulan esirler arasında salgın hastalıkların korkunç boyutlara varması üzerine esir düşen Türk doktorların bir kısmı bu kampa gönderildi. Esirler arsında lekeli humma, yılancık, kızıl mançuri humması yaygındı. Bu salgın hastalıklara rağmen askerler kucak kucağa yatıyordu. Hastaların üzerine örtecek örtüleri yoktu. Hastanelerde ilaç bulmak mümkün değildi. Ruslar dışardan ilaç sağlanmasına da izin vermiyordu. Birtakım bahanelerle esirlerin birkaç gün aç bırakıldığı oluyordu.
Kızıl Deniz'in Bakû tarafında bulunan Nargin Adası, üzerinde bitkiden eser olmayan yılanları ile meşhur bir yerdi. Havası gayet bozuk olan adada su bulunmazdı. Ada Rus canilerinin sürgün yeri idi. 500 metre eninde 1500 metre uzunluğunda olan adada 1915 yılında 10.000 esir alacak şekilde ikişer katlı olarak 40 baraka yapıldı. Barakalar 125 kişilik olarak planlanmıştı. Harbin başlaması ile birlikte Osmanlı esirleri Nargin adasına gelmeye başladılar. Zaman zaman sayıları 10.000'ni bulan bu esirlerin çoğu kısa zamanda hastalanıyordu. Temizlenme imkânı olmayan esirler son derece pis ve zayıftı. Cansız bir şekilde yerde yatan hastaların üzerinde binlerce sinek dolaşıyordu Bu hastaların çoğu abdest bozmak için yerinden kalkamıyordu. Esirlere verilen ot minderler çoktan parçalanmış, yerden hafifçe yüksek tahtalar üzerinde yatıyorlardı... Esirlerin en çok ihtiyaç duydukları şey içmek için bir parça su idi. Esirlere bazen 6 gün su verilmediği oluyordu. Adada kaynak suları olmadığı için şehirden getirilen su, öncelikle Rus kahvehanelerine verilir, muhafız Rus askerleri ihtiyacı olan suyu aldıktan sonra kalırsa esirlere verilirdi. Susuz ve kanalsız helâlar kısa zamanda dolduğu için esirlerce barakalar etrafına bırakılan pislikler yüzünden etrafı çirkin bir koku kaplamıştı. Hastane olarak ayrılan 400 kişilik bir barakada 1200 hasta bulunuyordu. Adada görevlendirilen 5 Rus doktoru tıbbi malzeme alamadıkları gibi hastalarla da ilgilenmiyorlardı. Bütün olumsuz şartlara rağmen esirler arasında bulunan Konsolos Doktor Ferbets Nidermayer küçük büyük 1800 ameliyat gerçekleştirmişti. Ölüler hiçbir merasime tabi tutulmadan deniz kenarında açılan çukurlara üst üste gömülürdü. Temizlenme imkânı olmayan esirler arasında çıkan kolerada bir çok Türk esiri şehit oldu. Esirler barakalarda beton zemin üzerinde yatıp kalkmaktaydı. Eksi 45 derece soğukta ısınma imkânı yoktu. Esirlere günlük olarak içinde yağ ve et bulunmayan bol sıcak su ile yapılmış bir çorba ile 100 gram siyah ve ekşi bir ekmek veriliyordu. Sonradan bu miktar yarıya indirildi. Esirlerin tamamından ayakkabıları alınmıştı. Bu şartlarda pek çoğu hastalanan esirler süngü tehdidi altında yollarda çalıştırılıyordu. Hastalanan esirlerin tedavisine bakılmadığı gibi istirahat etmelerine de imkan verilmiyor, çalışamayacak durumda olanlar Ermeni ve Rum muhafızlar tarafından dövülüyordu.
Esirler 200, 250 kişilik döşemesiz ve penceresiz barakalarda tutulurdu. Barakalarda sinek ve tahtakurusundan uyumak mümkün değildi. Hiçbir zaman temizlik maddesi verilmemişti. İlaçlama bahanesi ile esirlerin elinden alınan elbiselerin yerine gayet fena elbiseler verilirdi. Esirlerin beslenmesi için ayrılan tahsisat üzerinde bir çok yolsuzluk yapıldığı tespit edilmişti.
İsveç ve Danimarka Konsolosları ile Azerbaycan Himmet Fırkası Murahhası, Alman doktorlar Nerimof ve Mahmudof, Muhacat Fırkası'ndan Ağa Muhammed ve Muavenet Cemiyeti üyesi Morislof un katıldıkları bir heyet Nargin Adasına geldiler. Gördükleri karşısında dehşete kapılan heyet üyeleri Osmanlı esirleri karşısında ağlamaktan kendilerini alamadılar. 300 kişinin kalabileceği bir hastanede 1200 hasta vardı. Bir kısmı ölüm halinde bulunan hastalar su ve yemek isteriz diye inliyorlardı. 30 kadar cenaze bir kenarda üst üste yığılmıştı. Hastaların büyük kısmı için yatak yoktu. Üzerlerinde elbiseleri de bulunmayan hastalardan günde en az 30 kişi vefat ediyordu.
Kafkasya bölgesinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Rus Muhacirleri Türklere karşı çok acımasız ve asabi davranıyorlardı. Bu yüzden Nargin adasındaki esirler çok ağır davranışlara maruz kaldılar. Bu fecaatler Rusya Menzil Sıhhiye Müfettişi General Prens Oldenburg'a şikâyet edildiği halde herhangi bir iyileştirme sağlanmadı. Nargin Adası'nda inceleme yapan Rusya Üsera ve Muhacirin Komiserliği memurlarının adaya esir sevkinin durdurulmasını isteyen raporları Tiflis'te alıkonuluyordu. Esirlerin büyük kısmı ölmesine rağmen sevkıyatın devam etmesi yüzünden adadaki esir sayısı 6000'nin altına inmedi.
Tomask şehrinde bulunan Kıryos zindanında elbiseleri üzerinden alınarak tahtalar üzerine atılmış 20 kadar hasta Osmanlı askerinin perişanlığı, gören herkesi ağlatıyordu. Bu karanlık ve pis zindanda esirler hemen her gün telgraf tellerinden yapılmış kırbaçlarla dövülüyordu. Tomask'ta bulunan 1400 Osmanlı esirinden sadece 200'ü hayatta kalmayı başardı.
Bölgede yaşayan Müslüman halktan esirlere yiyecek ve giyecek yardımı yapmak isteyenler şiddetle men ediliyordu. Tomask şehrinde esirlere elbise, kitap, harita ve sair eşyaları satanlar 5 ay hapis ve 3000 ruble hapis cezasına çarptırılıyordu.
ESİR KAYIPLARI
Sarıkamış ve Oltu civarında esir edilen 4000 askerden sadece 400'ü Kars'a ulaşabilmiş diğerleri Rus Kazaklarının cinayetleri ve hastalık yüzünden yollarda kaybedilmiştir. Sarıkamış civarında Hamamlı mevkisindeki esir kampında vefat eden Türk esiri miktarı tahminen 30.000 kadardı (10 Temmuz 1333). Sarıkamış'tan bir ay uzaklıktaki Nermi'ye sevk olunan askerlerin büyük kısmı tifüs hastalığı ile şehit oldular. Nargin adasında hastalanan 700 askerin Tambuk'a nakilleri esnasında 176 asker vefat etti. Sibirya'ya gönderilen Türk esirlerinin üçte ikisi pislik ve gıdasızlık yüzünden kaybedildi. 1916 senesi Ağustos ayına kadar lekeli humma teşhisi ile vefat eden Türk esirlerinin sayısı tahminen 64.000'e ulaştı.
Hiçbir yorum yapmadan aktarılan bu satırlar esir Türk subaylarının esaret dönüşü verdikleri raporlar ve tarafsız ülkelerin Salib-i Ahmer heyetlerinin raporlarından alınmıştır. Aktarılan kısımlar rapor sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri noktalardır. Ruslar doğu vilayetlerini işgal edince esir Osmanlı askerleri ile birlikte bölgede yaşayan halkın büyük kısmını da Sibirya içlerine sürdüler. Bunu fırsat sayan Ermeniler Rusya'daki iç karışıklıklardan da yararlanarak Türk esirleri üzerinde milli duygularını tatmin ettiler!
Geri dönüş imkânlarının son derece sınırlı olduğu bölgeden salgın hastalıklar ve katliamların da etkisi ile pek az Osmanlı esiri kurtulabildi.
Dr:Ramazan BALCI:Tarihin Sarıkamış Duruşması
S:261-268 Tarih Düşünce Kitapları-İstanbul

EŞEKLE GELEN AYDINLIK

Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.
Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar:
“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”
Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.
Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.
Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.
Zenith ve Singer’e mektup yazar:
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
( Mustafa Güzelgöz’ün hayat hikayesini anlatan bu yazıda, Ahmet Şerif İzgören’in yazdığı “Süpermen Türk olsaydı” adlı kitabından yararlanılmıştır.)

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...