22 Haziran 2019 Cumartesi

HALİKARNAS BALIKÇISI BODRUMA SÜRGÜN ..


Cevat Şakir tahsiline Robert Kolejde başlıyor. Fakat Boğazın denizi ona dar geliyor. Karşı tepelere çarpıp geri dönen bakışlar ona yetmiyor. Kapana kısılmış gibi olan su (boğaz) ona dar geliyor. Enginler peşinde olan Cevat Şakir bu enginleri bulamayınca kendini okuyup yazmaya veriyor. Kolejde iken kendisine verilen 10 sayfalık bir kompozisyon ödevini 30-40 sayfa olarak yazabiliyor, eline geçeni okuyor, öğreniyor. Gariptir ki Kolej yönetimi kütüphaneyi ona yasak ediyor. Hiç çok okuyor diye öğrenci cezalandırıl mıymış ? Garip şey. O da kitapları arkadaşlarına aldırtıp okuyor. Okudukları o yaşlardaki bir çocuk için fazla gelecek türden yapıtlar. Shakespeare, Bacon, Dickens, Yeats, Chesterton, Byron, Shelley.
İstanbul’da daha elektrik yok. Petrol lambaları revaçta o zamanlar.El lambası ise lüks. Sırf kitapları okumak için Cevat Şakir bir tane el lambası ediniyor. Geceleri battaniye altında el feneri bitene dek okuyor da okuyor.

Bir gün kolejde okuduğu bir nutuk beğenilip kolejin mecmuasında neşredilince (basılınca) ismi duyuluyor. Ardından İkdam gazetesinde tercümeler yapıyor. Kolejden mezun olunca deniz sevdasına uygun şekilde İngiltere Portsmount’daki bahriye mektebine gitmek istemesine rağmen ailesinin isteğine uyuyor ve Oxford Üniversitesi Modern Tarih Fakültesine gidip mezun oluyor.
4 yıl sonunda yurda dönüyor ve ilk yazısını Sedat Simavi’nin mecmuasında yazıyor. Türkiye’deki ilk renkli mecmua kapağını çiziyor. Altın ezmesini öğreniyor ve tezhip sanatını modernize etmekle uğraşıyor. Ve adı ülkede bilinmeye , kendisi tanınmaya başlıyor.
3 harbi sırası ile yapan Türkiye’de bir aralık asker kaçakları muhakeme edilmeden kurşuna dizilmektedir. Memleket bir devirden ötekine aktarılışının sıkı bir intikal devresindedir. Günlerden bir gün aile ocağından ayrı kalmış birkaç asker, bindikleri tren köylerinin yanından geçerken atlayıp ailelerini görmüşler ve bir iki gün sonra da gidip kıt’a lara teslim olmuşlar. O zamanın haleti ruhiyesi içinde bu askerlerin de kurşuna dizilmelerine karar veriliyor. Bu çocuklar kararı öğrenince hapishaneden kaçmayı düşünüyorlar. Fakat bu planlarını tahakkuk ettiremeyeceklerini anlayınca elbiselerini satıp aptest alabilecek suyu ısıtacak kadar kömür tedarik ediyor ve kalanı oradakilere dağıtıyorlar. İşte Cevat Şakir bu muhakemesiz idam edilen gençlerin vaziyetini tarif eden bir yazı kaleme alıyor. Resimli Mecmua’ya diğer bazı yazıları ile beraber bunu da gönderiyor. O esnada Şark Harekatı baş göstermiş olduğundan bu yazıyı geri almak istiyor, fakat mecmuanın sahibi M.Zekeriya geri vermiyor. Bu sefer yazıyı koymaması hususunda ricada bulunuyor. O da vaat ediyor.

Bir akşam Üsküdar’daki evinin kapısına ağır darbeler iniyor; “Açın Polis !”
-Kimi arıyorsunuz?
-Cevat Şakir Bey siz misiniz?
-Evet…Ne var?
-Benimle karakola kadar geleceksiniz…
-Karakola mı? Bir şey mi var ?
-Bilmiyorum. Gidince komiser bey size anlatır.
Ev halkı telaşa düşer. Karakoldaki komiserde bir şey söylemez.Ertesi gün Haydarpaşa garında yanına getirilen M.Zekeriya’yı görünce durumu anlar. Tren Pendik’e doğru giderken M.Zekeriya adaları göstererek Cevat Şakir’e “Bunlara iyice bak. Bir daha göremeyeceksin çünkü.”

Ankara ana baba günlerini yaşamaktadır. İstiklal mahkemeleri her gün idam kararları vermektedir. Ve temyiz edecek makam da yoktur. Cevat Şakir sert çehreli İstiklal Mahkemesi önüne 15 gün arayla 2 kez çıkar. İkincisinde Mebus Hamdi Nebizade yanına yaklaşıp “Sizin için idam kararı verecekler… Fakat asmayacaklar.” Diye fısıldıyor. On dakika sonra sert bir ses hükmü veriyor; - Üç yıl kalebend!..
İkisini de Bodrum kalesine göndermeye karar veriyorlar. Fakat işleri kendine göre yontmayı beceren Zekeriya Bodrumun havasının kendisine yaramayacağını öne sürerek kendisini Sinop Kalesine göndertiyor. Cevat Şakir Bodruma sevk edileml üzere 3 ay Ankara hapishanesinde bekliyor. Sonrasında aktarma otobüs yolculukları ile çileli yolculuk tam 3 ay sürüyor. Hatta trajikomiktir, Muğla Jandarma Şefi kasabaya gelen seyyar bir artist kumpanyasından Fitnat hanıma aşık olduğundan Cevat Şakir’i ona aşk mektupları yazsın diye 15 gün orada tutuyor. 
Bodrum’a varına 6 aydan beri devam ede gelmekte olan manevi baskıdan birdenbire sıyrılıyor. Ve müthiş bir hafifleme hissediyor. Sahile varıp ta engin denizi görünce ürperip Faleron’u hatırlıyor. Falerondaki engin denizi. Asla devam edemeyeceğini sandığı hayat işte karşısında duruyor.
halikarnas balıkçısı ile ilgili görsel sonucu

Bodrum… O zamanlardaki tüm bakımsızlığına rağmen bir cennetti. Cevat Şakir’in yaşamaya mahkum edildiği kale yıkılmış olduğundan Bodrumdaki en pahalı deniz kıyısındaki evi 25 kuruş aylıkla kiraladı. Sırtındaki yatağı evin denize bakan odasına yerleştirdi ve hürriyetinin tadını çıkarma ihtiyacı hissetti. İlk önce denize karşı durup şarkılar söyledi, sonra avludaki kuyudan su çekip saatlerce taşların üzerine döktü. Bununla tabiata karşı bir şükran borcunu ödediği muhakkaktı. Asmalı bahçeye ve denize baktı uzun uzun. Bu işin gadr (kötülük) yüzünden bir lütuf olduğuna kanaat getirdi. Ve ayaklarını gere gere yattı. İlk hürriyet gecesini mütebessüm bir çehre ile geçirmeye karar verdi. O civarda rakı kaçakçıları vardı. Kolcuların dikkatini başka tarafa çekmek için evin altına dinamit yerleştirmişlerdi. Gece dinamit infilak edince Cevat kendini öteki dünyaya seyahat ediyor zannetti. Ertesi sabah evden çıkınca insanların sırtında çuvallarla kaçıştıklarını gördü. Kaçakçılar onu polis sanmışlardı.

Bodrumdaki hayatı Cevat Şakir’in Halikarnas Balıkçısı oluşunun hikayesidir. Artık onun için sadece tabiat ve kalemi vardı. Tabiatı görür, alır eline kalemi yazar…Yazar… Bütün Yunan mitolojisinin örülüş ve çözülüş hikayesini buradan takip etmek onun için Allah vergisinin en kıymetlisidir. Tam bir verim ve boşalma halindedir. Faleron’da kilitlenen düğüm burada çözülmüştür. Her tarafından hayatiyet fışkırmaktadır. Kalebend oluşu denize açılmasına mani olduğu için, denizi sadece sahilden seyretmekte ve kendini bütün benliği ile yazı yazmaya, Fransız ve İngiliz edebiyatından binlerce sayfa tercümeler yapmaya vermektedir. Birdenbire kendisini küçük yaştan beri yaşamaya özendiği diyarda bulunca Cevat Şakir artık kaleminin en ele avuca sığmaz adamıdır. Fakat bu hayal alemi 1,5 yıl sonra sona eriyor. Kendisine bir lütuf olsun diye onu İstanbul’a geri gönderiyorlar. Oysa o Bodrum’da yaşamak istiyor. İstanbul’da kalebendliğinden kalan 1,5 yılını dolduruncaya kadar zor dayanıyor. Bir yandan yazılar ve tercümeler yapıyor, diğer taraftan da cezası bittiğinde yerleşmeye karar verdiği Bodrum için oltalkar alıyor,sandal teçhizatını düzüyordu.
Bir gün soluğu Polis Müdürlüğünde alıyor.
- Efendim ben Bodrum’a yerleşmeye karar verdim.
- Bodrum’a mı? Gayet tabii. Ama bunu bana neden söylüyorsunuz?
- Neden mi? Bir buçuk yıldan beri nezaret altındayım da…
- Ne münasebet beyim!.. Sizin burada olduğunuzun biz farkında bile değiliz!...
Cevat bir an için boğulacağını sanıyor, sendeliyor ve oradan kendini dışarı zor atıyor. Kendisini Bodrum’a giden vapurda buluyor. Artık tamamıyla hür, Bodrum’un hatırı sayılır vatandaşlarındandır

 halikarnas balıkçısı ile ilgili görsel sonucu

Bir Kahramanlık Hikayesi; Avustralya'ya Savaş Açan İki Osmanlı Askeri


1900'lü yılların başlarına gelindiğinde Osmanlı Devleti'nin yıkılması an meselesiydi. Ancak 600 yıllık tarihi olması hala az biraz saygın olmasını sağlıyordu. Bunun ışığında Hindistan, Avrupa'dan uzakdoğuya kadar sömürge kolonisi kurmuş İngilizlerin işgali altındaydı. Tek çare olarak Osmanlı'dan yardım isteyen Hindistan yardım beklemeye başladı.
Balkan savaşlarından dolayı yorgun olan Osmanlı Devleti birçok anlamda bölünmüş olmasına rağmen Hindistan'ın yardım teklifini geri çevirmedi ve 350 kişilik bir orduyu gemiyle işgal bölgesine gönderdi. Kanuni döneminden sonra denizcilikte bir türlü gelişemeyen ve büyük okyanuslarda başarılı olamayan Osmanlı donanması ağır şartlar altında işgal bölgesine giderken hastalıktan 20 askerini kaybetti.
330 askerle işgal bölgesine giden Osmanlı ordusu İngiliz askeriyle savaşmaya başladı.
Elbette 330 Osmanlı askeri güçlü İngiliz ordusuna karşı koyamaz. Kısa süreli direniş sonrası savaşı kaybeden Osmanlı askerlerinden sağ kalan 40 kişi İngilizler tarafından esir alınır. O tarihlerde dünyanın en güçlü donanmasına sahip olan İngilizlere karşı 350 kişilik bir ordu göndermek intihardan farksızdı. Esir düşen 40 asker, İngiliz gemilerinde adeta köle gibi çalıştırılmaya başlanır.

Günlerden bir gün o zaman İngiltere'nin sömürgesi olan Avustralya'ya bir gemi gider ve gemide çalışan esirlerden ikisi bir şekilde kaçarak Anzak topraklarında yaşamaya başlar. İngilizler esirlerden sadece ikisi kaçtığı için fazla arayışa girerek vakit kaybetmek istemezler. Böylelikle iki Osmanlı askeri Avustralya'da yaşamaya tutunmaya başlar.
Bu iki asker daha sonra birbirlerine tutunarak Avustralya'da yaşamaya başladılar. Askerlikten önce bildikleri tek şeyi yani baba mesleklerini yaparak hayatlarını sürdürmeye başlayan Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah, dondurmacılık yaparak hayatını kazanırken, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığı yaparak hayatını sürdürür.

İkilinin Avustralya'daki sessiz sakin yaşamı çok uzun sürmez. 1918'de Çanakkale'ye anzakların asker çıkardıklarını öğrenen iki asker biz burada rahat şekilde yaşadığımız ülkenin askerleri asıl vatanımıza savaş ilan etmiş bize boş durmak düşmez diyerek Avustralya'ya savaş açmaya karar verirler. Kendilerinden emin olan iki asker savaş fermanı yazarak devlet büyüklerine ulaştırırlar. Ancak ilk başlarda kimse bu fermanı ciddiye almaz.
Fermanın tahmini içeriği şu şekilde;
Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri, Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. 
Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker göndermişsiniz.
Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.
Bu bir "Osmanlı Savaş Fermanı"dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.
Kara hisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, 
Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah

Asıl vatanlarına açılmış savaşı bir türlü sindiremeyen iki Osmanlı askeri fermanlarına cevap gelmeyince daha fazla beklemeden işe koyulur. Sidney'in 250 km uzağındaki Karlıdağlar bölgesinde ilk eylemlerini gerçekleştiren ikili, virajlarda tren raylarını sökerek 3 treni devirir. Sonunda mühimmat bulan iki Osmanlı askeri silahlanarak yakın bölgedeki karakolları basar. 8 adeti karakolu basıp onlarca hatta yüzlerce kişiyi tek başına öldüren iki asker seri baskınlarıyla dikkat çeker.
Sonunda Karlıdağlar'da yaşanan bu olay Avustralya hükümetine kadar ulaşır. İlk başta neler olduğunu anlayamayan devlet büyükleri dikkate almadıkları fermanı hatırlayıp bölgeye 250 asker gönderirler. Yoğun araştırmalar içine giren 250 asker sonunda kendilerine savaş açan iki Osmanlı askerini bularak sıcak temasa geçer. Uzun süren çatışmaların ardından iki asker şehit olur.

Bugün bu iki askerin mezarı Karlıdağlar bölgesinde anıt şeklinde bulunuyor. Ancak hükümet burada fotoğraf çektirmeyi kesinlikle yasaklamış.


HİNDİ - TURKEY

Hindinin Portekizce karşılığının "Peru" olduğunu öğrenir. Konunun kökenine inmek isteyen Casale bir Türk bulur ve hindinin Türkçe'sini ve hangi anlama geldiğini sorar. 

Hindinin "Hindistan'dan, Hindistan'a ait" anlamına geldiğini öğrenince şaşırır. 

Konuyu derinleştirmeye karar veren İtalyan kökenli yazar, "mısır"ın İtalyanca karşılığı "grano Turco" yani "Türk tahılı" iken, Türkçe'de "Mısır" ülkesinin de aynı biçimde yazıldığını öğrenir. 
* * *
Yeniden hindiyi araştırmaya dönen gazeteci, kelimenin Fransızca, Almanca ve Rusça'da da Türkçe'de olduğu gibi "Hindistan'dan" anlamına geldiği bilgisini alır. Hindistan'a yönelik ipuçları artınca, bir lise arkadaşının karısına Hindistan'da hindiye ne ad verildiğini sorar.
"Bilmiyorum, çünkü Hindistan'da hindi yok" yanıtını alan Casale, profesyonel yardım olmaksızın bu sorunu çözemeyeceğini anlar ve Harvard Üniversitesinde Türk dilleri konusunda tanınmış bir filolog olarak görev yapan Prof. Şinasi Tekin'e başvurur. 

Prof. Tekin bu karmaşık sorunu şöyle aydınlatır: "Türkiye'de yaşayan 'çulluk' adlı hindiye benzeyen, ancak daha küçük ve eti çok lezzetli olan bir kuş türü vardır. Amerika'nın keşfinden önce İngiliz tüccarlar çulluğu keşfedip ithal etmişler; kısa sürede popüler olan bu kuşa 'Turkey bird (Türkiye kuşu)' veya kısaca "turkey" adını vermişler. Daha sonraları Amerika'ya gelen İngilizler burada gördükleri hindiyi çullukla karıştırmış ve yanlışlıkla 'turkey' olarak adlandırmışlar. İngilizler dışındakiler ise aynı hataya düşmemiş, hindiye 'Hint', 'Peru' veya 'Etiyopya' kuşu gibi adlar vermişler. Sonradan Amerikalılar bu kümes hayvanını tüm dünyaya ihraç etmişler, Türkiye'de bile insanlar çulluğu unutup, hindi eti yemeye başladılar. Bu durum utanç vericidir; çünkü çulluk hindiden çok, ama çok daha lezzetlidir."
* * *
Sonuç olarak, hindinin "turkey" olmasında bizim herhangi bir suçumuz söz konusu değil. Özellikle yılbaşlarında ve Şükran Günleri'nde adi şakalara maruz kalan yurt dışındaki vatandaşlarımıza, hindiye "turkey" denmesinin nedeninin çullukla hindiyi ayırt edemeyen İngilizler olduğunu anlatmalarını öneririm.

Pencere

İleri derecede hasta iki adam aynı hastane odasındaydılar.Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için. 
Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta hep sırt üstü yatmak zorunda idi. Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur birbirlerine eşlerini, ailelerini, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı.

Hastalardan sırt üstü yatmak zorunda olanı sürekli kendi haline lânet eder, içinde bulunduğu durumdan şikayet ederdi. Pencerenin yanındaki hasta diğer hasta daha pozitifti , diğerini neşelendirmeye çalışırdı, bu halinde bile şükredecek bir şeylerin vardır derdi.
Bir gün halinden mutsuz olan diğerine şöyle dedi , senin mutlu olmana şaşmıyorum pencerenin yanındaki yataktasın dışarıyı izliyor ve neşeleniyorsun ,oysa ben şu lanet yatakta hiç bir şey görmüyorum der bunun üzerine pencerenin yanındaki hasta her öğleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya dışarıyı anlatarak geçirmeye karar verir.
Pencerenin yanındaki hasta dışarda gördüklerini anlatmaya başlar,yavaş yavaş diğer hastanın neşesi yerine gelmeye başlar, bir sonraki günleri iple çekmeye başlar , dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.
Pencere içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu , ördekler ve kuğular gölde yüzüyor çocuklar neşeyle oynuyor,genç aşıklar gökkuşağının tüm renklerindeki çiçekler arasında kol kola geziyor, Ulu ağaçlar etrafı süslüyor ve şehrin silüeti tüm heybetiyle gözüküyordu.
Pencerenin yanındaki adam bunları anlatırken diğer adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayal ederdi.
Günler , haftalar geçer bir gün pencerenin yanındaki adam vefat eder , arkadaşı çok üzülür ilerleyen günlerde yer değiştirmek için hemşireye söyler, hastayı pencerenin kenarına taşırlar, sonunda dışarıyı kendi gözleriyle görme şansına erişmiştir zorlanarak yavaşça dönüp baktığında pencerenin BOŞ BİR DUVARA baktığını görür arkadaşı anlattığı o mükemmel manzarayı kafasından uydurmuştur , şaşırır hemşireye söyler Hemşirenin cevabı ise adamı bir kez daha şok eder ölen arkadaşı KÖR dür ve önünde bir duvar olup olmadığını bile hiç bir zaman görmemiştir niye böyle yaptığını sorar Hemşirenin cevabı ise sana hangi koşullarda olursan ol yaşamın değerli olduğunu ve şükredecek bir şeylerin olduğunu göstermek istemiş

Başarının Sırrı .....



İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı.
Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu.
İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.
Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı.
İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı.
Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.
Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.
Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.
Herkese başarılar ...

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...