21 Haziran 2019 Cuma

Kant'a Göre İyilik ...

Birinci senaryo: Karşıdan karşıya geçiyorsunuz, Ellerinde paketler olan yaşlı bir kadının yanından geçerken size dönüp “evladım yardım eder misin taşımama” diyerek birazını size uzattı.
Aldınız karşıya geçene kadar taşıyıp verdiniz ona. Bu yaptığınız iyilik mi, ahlaklı davranmış oldunuz mu?
İkinci senaryo: Caddede yürürken aynı şekilde karşıya geçmekte olan bir kadını gördünüz. Yürüyüşünüze ara verip yaya geçidine girdiniz ve kadına “yardım edebilir miyim” diyerek paketlerini aldınız ve karşıya birlikte geçtiniz.
Bu iyilik miydi peki? Öncekinden bir farkı var mı?
Kant diyor ki; birinci senaryodaki davranış bir iyilik değil ve siz ahlaklı davranmış olmuyorsunuz çünkü ona göre ahlaklı olmak; kişinin davranışlarının sonucunda değil, niyetinde yatıyor.
Daha basit bir tabirle Kant için ahlaklı olmak “iyilik” yapmak değil, iyilik “yapmak” dır.
İnsanın davranışını ahlaklı hale getiren onun eyleminin sonuçları değil, aksine bu davranışı harekete geçiren güdülerdir.
Özetle böyle düşünüyor ama konunun yan ayrıntıları var ve gittikçe çapraşıklaşıyor. Kitaplarına göz atılabilir.
Kant birinci senaryodaki durumları zorunluluk gibi görüyor olmalı. İnsan olmanın zaten gereği gibi. “Kim olsa yapar” anlamında..
Ama öteki durum çok farklı ve gerçek ahlaklı olma durumu o...

Şimdi Boku Yedik ....

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermenilerden Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye ’den Almanya'ya göç edip Berlin'de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.
Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan'a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her gecen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943'ün sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı. Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte'ye, Nisan başında ise Viyana'ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan'da Berlin'i kuşattılar.
Kentin merkezindeki bir yeraltı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler. Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı. Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti. Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asıl mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı. Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla çoktan gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu. Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi. Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi. Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı. Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan'ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş, karısına döndü, ağzından “Şimdi boku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:
- "Ne dedung? Ne dedung?..."
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
- "Şimdi boku yedik."
O anda sanki bir mucize oldu. Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu. Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız ağzıyla "Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam", yani "Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim" derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.
Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı. Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı. Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Peştemalcıyan ailesi savaştan sonra Berlin’de tanıştıkları bir gazeteciye bu hikayeyi anlattı ve “hayatlarını kurtaran sihirli cümleyi bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini” söyledi. O gazeteci de hat levhayı Emin Barın’a yaptırıp Almanya’ya yolladı…

Fotoğraf açıklaması yok.

Yıl; 1992, Yer; Cizre’ye bağlı, “KATRAN” Hudut Karakolu

Yeni dağıtım acemi erler, unimog ile karakola getirilmişler, farklı bir coğrafyada etrafı tanımaya, öğrenmeye çalışıyorlar. Hepsi çok şaşkın, adeta “Biz nereye geldik, burası neresi” der gibi tanıdık birine, hiç olmazsa bir hemşerisine rastlamak umuduyla ürkekçe usta askerlere bakmaktadırlar.
İki erin birbirine benzerliği çok dikkat çekmektedir, gerçek kısa sürede anlaşılır; tesadüf sonucu iki amcaoğlundan biri o karakolda usta askerken, diğer amcaoğlu da aynı karakola en alt devre, askerlerin tabiri ile “torun” olarak dağıtım olmuştur.
İki kuzen aynı karakolda kavuşmanın mutluluğu ile sarılıp kucaklaşırlar, ocaktan bir demlik çay alıp birlikte içerler, sigaralarını tüttürürler, hal hatır sorarlar, memleketten konuşurlar…
Günler böyle geçer, nöbetleri bile beraber tutarlar..
Derken usta asker kuzen Mehmet’in kız kardeşinin düğünü vardır ve güç bela, bir hafta mazeret izni alır. Kuzeni Ali’de düğüne gitmek ister ama karakolun mevcudu düşeceğinden ve daha yeni karakola gelmiş olduğundan izin alamaz ve kuzeni Mehmet ile düğüne gidemez.
Amcaoğlu Mehmet’i uğurlayan Ali, birkaç gün sonra nöbet tutarken, yaklaşmakta olan koyun sürüsünü görür, çok dikkat etmez ama koyun sürüsü nöbet mevziine iyice yaklaştığında bir anormallik fark eder, tehlikeyi anlar ama geç kalmıştır, koyun postuna sarılarak, yakınına kadar sızmış üç pkk’lı terörist, silahlarını ateşleyerek Ali’yi oracıkta şehit eder ve kaçarlar..
İki hafta sonra, kuzen Mehmet karakola geri gelir ve kuzenini, kız kardeşinin düğünü arefesinde toprağa verdiğinden dolayı çok üzgündür, kendini suçlamaktadır, “Neden Amcaoğlum Ali’yi de yanımda izne götürmedim, neden onun adına komutandan izin istemedim” diye düşünür durur..
Mehmet’in bu durumunu fark eden Karakol Komutanı assubay, Mehmet’e kuzeninin şehit olduğu mevziiye nöbet yazdırmaz, ancak Mehmet, diğer nöbetçiler ile nöbet yerini değiştirir ve kuzenini şehit olduğu mevzide nöbet tutar. İçi intikam ateşi ile yanmaktadır..
Bir akşam üzeri, hava kararmak üzereyken, yine bir koyun sürüsü karakolun etrafından otlanarak geçmektedir, durumdan şüphelenen Mehmet gizlice başka mevziden dolanarak koyun sürüsünün arkasına geçer. Düşündüğü gibidir, kan emici yarsalar yine koyun postuna bürünmüş, sızarak karakolu vurmak için fırsat kollamaktadır..
Mehmet hiç düşünmeden G-3’ün şarjörünü posta sarılı teröristlerin üzerlerine boşaltır, yetmez bir daha boşaltır..
Silah sesleri üzerine karakoldan diğer askerler ve rütbeliler, koşarak yardıma gelirler, Çok şükür Mehmet’de bir şey yoktur, ardından sürünün içinde Mehmet’in koyun postuna sürünmüş üç teröristi geberttiğini görürler..
Köylüler gelir, teröristlerin kimlikleri tespit edilmeye çalışılır, evet teröristlerin kim olduğu belli olmuştur;
Bedirhan, Nazlıcan ve Suphi’dir !
Peki kim bu üç terörist ?
Öldürülen 3 Pkk'lının isimleri, daha sonra sözlerini Yusuf HAYALOĞLU’nun yazdığı, ardından Ahmet KAYA’nın "Biz Üç Kişiyiz" şarkısında geçen "Bedirhan, Nazlıcan ve Suphi" dir !
"Ey Bedirhan; katran gecelerin heyulası,
Ey Bedirhan; kancık pusuların belası..."

Bu beyitteki "KATRAN" Şırnak/Cizre/Katran Karakolunu tasvir etmektedir..
***
Yukarıda anlattığımız hikaye Katran karakolunda, askerden askere anlatılarak günümüze kadar gelmiştir. Belki de bir rivayettir ama gerçek olan şu ki; öldürülen üç teröriste yazılan şiirler, sözde şarkılardır.
Yusuf HAYALOĞLU’nun yukarıda bahsi geçen olaydaki teröristler için yazmış olduğu “BİZ ÜÇ KİŞİYDİK” şiiri.....Almanya’da Pkk’lılara verdiği stad konserlerinde “Vallah Apoyu Özledim, Kürdüm Ölene Kadar” diye sözde şarkılar söyleyen Ahmet KAYA kimdir ?
Uzun söze gerek yok, Roj TV. Arşivlerini, Youtube’de Ahmet KAYA kliplerini, Pkk sitelerindeki görüntülerini izlemeniz ve yukarıda paylaşılan resimdeki haritayı iyi, okumanız yeterlidir.
Apo'nun ifadesinden bir bölüm ;
"Ahmet KAYA, Şivan PERVER programlara ücret almaksızın, MED TV. ve diğer etkinliklere katılarak, örgüte katkı sağladılar"
Ahmet KAYA, Almanya’da bir konserde verdiği röportajda “Arabamı şerefsizlerin memleketinde bıraktım” diyecek kadar alçalmış, yüce Türk Milletine hakaret etmekten çekinmemiş biridir.
Bu gün onu yüceltmeye çalışanlar, af dileyenler, özür dileyenler, onunla aynı karakterde olanlardır.
Dün şerefsiz olan bu gün şerefli olmaz, Şerefsiz her zaman şerefsizdir.!
Not: Bu hikayenin ve yazının amacı kimseyi karalamak, kötülemek değildir, bir çok şeyden habersiz, aziz milletimizin gerçekleri görmesidir. Silahsız, 21 yaşındaki Neşe ALTEN öğretmenin bedenine bile onlarca mermi sıkanlar ve onları yüceltenler zaten kararmıştır, biz bunların daha neyini karalayalım, neyini kötüleyelim.

EY KAHRAMAN VATAN EVLADI İNGİLİZ KEMAL BU VATAN SENİ HİÇ UNUTMAYACAK !

Gerçek adı Ahmet Esat Tomruk'dur.
Türk casusudur .
Aynı zamanda 1932'ye kadar da Türkiye hafif siklet boks şampiyonumuzdur
Sert yumruklarından ötürü 'Tomruk' soyadını almıştır.
İSTİKLAL MADALYASI İLE ÖDÜLLENDİRİLMİŞTİR
YAKALANDIĞINDA İŞKENCEYE RAĞMEN HİÇBİR ŞEKİLDE TÜRKÇE KONUŞMAYAN VATAN EVLADI TBMM'SİNİN KENDİSİNE BAĞLADI AYLIĞI DAHİ KABUL ETMEYEREK YOKSULLUK İÇİNDE GÖZLERİNİ KAPADI.
HER TÜRK GENCİNİN TANIMASI GEREKEN AHMET ESAT TOMRUK BİR TÜRK CASUSUDUR
Sarışın ve mavi gözlüdür.
Galatasaray Lisesi'nde ve İngiltere'de okudu. Boks şampiyonuydu. Ortalama İngiliz'den daha iyi İngilizce konuşuyordu.
Babası öldüğünde, Ahmet Esat Tomruk beş yaşındaydı.
Fransızca ,Rumca,İtalyanca ve İngilizce bilir
Teşkilat-ı Mahsusa'ya üyesidir
Ahmet Esat Bey, İngiliz Sahra Hapishanesi'nde işkence görmüş ama Türk olduğunu ve görevini asla söylememiştir
Kaçtıktan sonra Biga'da Kuva-yi Milliyeciler'e sığınmıştı. Bu arada ona "İngiliz Kemal" adı takılmıştır
Kurtuluş Savaşında Genelkurmay İstihbarat Şubesi'nde görevlendirilmiştir.
Albay İsmet Bey'in huzuruna çıkarılan Ahmet Esat burada tabanca, bayrak ve Kur'an üzerine elini koyarak, sadakat yemini etmiştir.
Görevi Yunan ordusu karargahına girip gerekli bilgileri toplamaktır
Antalya'dan Rodos'a geçer
Burada kendini Amerikalı gazeteci olarak tanıttı.
Kumardan hileyle kazandığı 45 bin frank ile kendi deyimiyle İzmir'deki vatan görevine başlar.
Ahmet Esat Bey'in İzmir'deki hayatı bonkör bir Amerikalı gibi geçmiştir
Ahmet Esat Bey, üst düzey Yunan subaylarıyla da samimiyetini arttırmış;
hatta onların en gizli toplantılarına dahi katılmış, aldığı bilgileri İzmir'deki kendisi gibi görevli bulunan Uşaklı Alaattin Tiritoğlu vasıtasıyla Antalya mutasarrıfı Aşir Bey'e aktarmıştı.
Ancak bir süre sonra ihbar sonucu yakalanmıştı.
Fakat o bu tutukluluk dönemi sırasında hiçbir şekilde Türkçe konuşmayarak kimliğinin meçhul kalmasını sağlamıştı.
Hatta Yunan hakimler bile onun Amerikalı olduğuna kanaat getirmişlerdi.
Yunan ileri harekatı başlayınca Ankara'ya giden İngiliz Kemal, Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey ve Fevzi Paşa tarafından da kabul edilmiştir.
Anadoluya geri döndüğünde ona yeni bir görev verilir ve Batı Trakyaya gönderilir.
Burada o esnada Yunan Ordusu'nun hizmetindeki Ermeni General Antranik'in karargahına sızmayı başarır ve çok değerli bilgileri Ankara'ya ulaştırır.
Savaştan sonra bu kahraman vatan evladı
Ahmet Esat bey İstiklal madalyası ile ödüllendirilir ve 14 Şubat 1966’da, 79 yaşında, derin izler bıraktığı bu dünyadan sessizce ayrılır.

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...