7 Temmuz 2019 Pazar

İbni Sina 1000 yıl önce yazmış!

Baş ağrısından cinselliğe kadar hepsinin çaresi var
İbni Sina’nın Küçük Tıp Kanunu adlı eseri Bahçeşehir Üniversitesi tarafından Türkçe’ye çevrildi. Prof. Dr. Kadircan Keskinbora tarafından yayına hazırlanan kitapta İbni Sina’nın 1000 yıl önce hazırladığı reçeteler yer alıyor

Batılı kaynakların “Hâkim-i Tıb”, diğer bir deyişle “Hekimlerin Piri ve Hükümdarı” olarak nitelendirdikleri İbni Sina’nın bin yıl önce kaleme aldığı Küçük Tıp Kanunu (El Kanun El-Sağir fi’t Tıbb) Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda Tıp Tarihi ve Etiği uzmanı Prof. Dr. Kadircan Keskinbora tarafından yayına hazırlanan kitap, 10 makale ve 110 sayfadan oluşuyor. Yazdığı kitaplar asırlarca Batı dünyasında da temel tıp kitapları olarak okutulan İbni Sina’nın Arapça yazdığı Küçük Tıp Kanunu’nda hastalıklar ve tedavileriyle ilgili birbirinden çarpıcı yorumlar yer alıyor; hangi otların hangi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı anlatılıyor. Prof. Dr. Keskinbora, Küçük Tıp Kanunu’nun kendisinin aralarında bulunduğu 4 kişilik bir ekip tarafından tercüme edildiğini söyledi: “İbni Sina’nın yazdığı kitapların sayısı 200’ü geçiyor. Küçük Tıp Kanunu ise ‘İlimler Âlimi’ İbni Sina’nın 1013 yılında yazdığı ‘El Kanun fi’t Tıbb’ adlı 5 ciltlik tıp ansiklopedisinin bir özeti. Bu özeti hem öğrencileri için bir el kitabı olsun, hem de daha yaygın okunabilsin diye yazmış.’’
İBNİ SİNA KİMDİR?
İBNİ Sina 16 yaşında tıp ilmini öğrenmek için kitaplar okumaya başlar. Kısa zamanda tıbbi bilgileri öğrenmek bir yana, yeni tedavi yöntemleri de geliştirir. 19 yaşına geldiğinde ise artık o bir tıp doktorudur. Küçük ve büyük kan dolaşımını birbirinden ayıran âlim olarak bilinen İbni Sina, yasak olmasına rağmen kadavralar üzerinde de çalıştı. İbni Sina’nın Kanun adlı eserlerinin ölümünden 100 yıl sonra Latince’ye çevrildiğini ifade eden Prof. Keskinbora “Bu çeviriler Batı dünyasında adeta patlama etkisi yarattı. Eserleri başta Fransa’nın en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Louvain Üniversiteleri olmak üzere Avrupa’daki tıp fakültelerinde temel kitap olarak okutuldu. Bir bakıma İbni Sina 700 yıl Avrupa’nın da tıp hocası oldu” dedi. Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Türker Kılıç ise “İbni Sina bin yıl önce Hidrosefali adı verilen hastalığın beyin ve omurilik sıvısının bir dolaşım bozukluğu olduğunu düşünmüş ve beyin sıvısının boşaltılmasının gerekli olduğunu kanunda bildirmiştir. İbni Sina’nın bin yıl önce gördüğü bu gerçek bu alandaki güncel tedavinin esasını oluşturan temel ilkedir’’ diye konuştu. 980-1037 yılları arasında yaşayan İbni Sina kulunç hastalığı nedeniyle öldü.

Baş ağrısından kurtulmak için kan verin, yumurta yiyin
BAŞ AĞRISINA HACAMAT
“Ateşli baş ağrısı kandan olur. Alameti ise yüz kızarması, damarların barizleşmesi, nabız atılının büyümesidir. İlacı kan vermek ve hacamat (vücuttaki pis kanın atılması) yaptırmaktır. Alınması gereken gıda yumurta sarısı, hindiba ve sirkedir.’’

ACI ÇEKENİ HAMAMA GÖTÜRÜN
“Aşktan hüzün, uykusuzluk, sayıklama meydana gelirse akli dengesini kaybetmesinden korkulur. Bu durumda çorba türü sıvı yiyeceklerle beden nemlendirilmelidir. Her gün hamama götürülür. Menekşe yağı koklatılır. Bu bedenin ilacıdır. Ruhun aşkına gelince bu bir psikolojik hastalık türüdür. Bu kişiye nasihat edilmelidir. Ta ki duyguları olabildiğince hafiflesin. Ya da daha başka işlerle düşüncesinin meşgul edilmesi gerekir.’’

ASTIMA BAL-BADEM
‘Hekimlerin Piri’ astım hakkında da şu şifalı bitkileri öneriyor: “Bir kimse yürürken hareketlerinde nefes darlığı ile birlikte sert sallantı ve göğsünde ağırlık varsa pişirilmiş kuru zufa otu yedirilir, ada soğanı sıyrığı (yalamtık), geven, sarı incir, kabuksuz badem ve bal ile birlikte yedirilerek içirilir. Ceviz yağı ile birlikte nohut suyu, dereotu, yedirilir ve sıcak su içirilir.’’

BÖBREK TAŞI FORMÜLÜ
“Böbreklerde şiddetli ağrı meydana gelir ve hastanın idrar kabında kum kalırsa böbreklerde oluşmuş taşlardan dolayıdır. Hastaya şu ilaçlardan biri verilir: Kabuksuz karpuz çekirdeği veya çekilmiş üzüm çekirdeği veya kereviz ve anason çekirdeği verilir. Diken çekirdiği, gül çekirdeği, gül, hatmi tohumu, molehiya tohumu birer dirhem ağırlığında öğütülür, taze, mayhoş meşrubatla ezilerek içilir. Ağır yemekler ve süt ürünlerinden men edilir, acı badem yağı ile siyah nohut yedirilir.’’

UÇUK VE MANTARA SİRKE
“Uçuk ve mantar tedavisine bölgeye uygulanacak olan ilaç, sarı terminalia tohum özü, meyan kökü yaprağı karışımının ezilmesi bölgeye sirke yağ ve petekle sürülmesidir. Gıda hafifletilir.’’

CİNSEL İSTEKSİZLİKTE YAPILACAKLAR
“Hastaya yağlı acı yayık, şekerli süt ve zencefil içirilir. Beline menekşe yağı sürmüşse tatlı içeceklerden alıkonulur, balık eti yedirilir. Şayet soğuk tabiatlı bir kimse ise terbiyelenmiş zencefil, rafadan yumurta ve uzun biber yedirilir. Keza bal ile soğangiller, şişman piliç, kuş eti yedirilip bayat içecekler içirilir. Beli yoğurt ve yasemin yağı ile yağlanır.’’

‘Sportif hareketlerin en dengelisi yavaş yürümektir’
* Özel olarak yüksek sesle okumak, başı ve baştaki organların hareketini sağlar. Onları ısıtır, temizler ve yeniden güçlendirir.
* Hızlı yürüyüş kalçaları, uylukları, bacakları ve ayakları hareket ettirir; bunları ısıtır ve güçlendirir. Sportif hareketlerin en dengelisi yavaş yürümektir.
‘YEMEKTEN ÖNCE BİR MİKTAR SPOR YAPIN’
* Hareket doğal ısıyı harekete geçiri, geliştirir. Hareketsizlik doğal sıcaklığı dondurur ve söndürür.
* Yemekten önce bir miktar spor yapın. Öncesinde ve sonrasında dinlenin. Yemekten sonra hareket etmeyin.
* Tek cins yemek ile yetinilmemeli, farklı yemekler yenmeli. Çünkü bu tedbir bakımından önemlidir.
* Yemeklerin farklı renklerde olması da önemlidir. Ancak her zaman olması gerekmez.
* Yemek yağlı ise bunun yanında tuzlu veya acı yerse; yine tuzlu ve acı yerken yağlı bir şey yemesi iyidir. Yemek ekşi ise yanında tatlı yemesi zorunludur. Tatlının yanında ekşi de böyledir.

‘Hamurlu tatlılar damarları tıkar’
İbni Sina, tatlılar hakkında bin yıl önce şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmış: “Tatlılar iki türlüdür. Ballı ve hamurlu. Ballı olanlar ağızda eriyip mideye giderse sindirime yardımcı olur. Hamurlu olanlara gelince, bunlar katıdır, sindirimi ağırdır. Damar ve eklem tıkanıklarına sebep olur. Tatlılar kan yapıcıdır, cinsel iktidara yardımcıdır.
‘Aşırı seks akla ve gözlere zarar’
“Cinsel iktidarın varlığının göstergesi yaş ne kadar ilerlerse ilerlesin cinsel ilişkiye şehvet duymaktır. Çocuk denecek kadar küçük yaştaki arzuya cinsel iktidar denilemez. Bu haldeki bir cinsel arzunun terk edilmesi kişiyi bunaltır, yemeğe olan isteği iptal eder. Bu konuda aşırı gitmek bedeni bitkin düşürür, görmeyi zayıflatır ve akıl dengesini bozar.’’
‘Yemekten sonra ılık su içmeyin’
“Yemekte hoş olmayan çeşide gelince; kızartma ile haşlama, kırmızı et ile balık, kurutma ile taze, et ile süt, yumurta ile et, baklagiller ile balık bir arada yemek doğru olmayan karışımlardır. Su içmek yemek üzerine susuzluğu giderir. Bunun yemekten çok olmaması gerekir ki söndürücü olsun. Yemek ile midenin kütlesi arasına girsin. Soğukluk derecesi ise insana çok açık biçimde kendisini göstermeyecek kadar olmalı. Ilık suda bir hayır yoktur.’’
‘İbni Sina’ya göre eğitim yaşı 7 mi?’
“Çocuk yedi yaşına girmeden önce yorucu ve rahatsız edici işlerin altına itilmemeli, bu şekilde bir eğitim ve terbiye etme yoluna gidilmemelidir. Çünkü bu çocuğun dinamizmini kırar, güzel yetişmesine engel olur.’’
‘Aşırı uyku kişiyi aptallaştırıyor’
“Uyku organları dinlendirir ve yemekleri sindirir. Kişiyi ve nefsi korur. Bedendeki doğal hareketler uyku ile olgunlaşır. Aşırı uyku bedeni soğutur, kişiyi aptallaştırır, yüzü kurutur. Uykusuzluk ise cesedi kurutur, nemini temizler, güçleri çözer, iradeyi engeller, mizacı bozar. Aşırı uykusuzluk hali akli dengesizliğe sebep olur.’’
‘7-14 yaşta meyve suyu içirmeyin’
“Anne bebeğini sütten kestiği zaman yemeğe dönmelidir. Yemeklerin en hafif ve yumuşağı ile başlanmalı, ağırlarına doğru yavaş yavaş ilerlemelidir. Yedi yaşından sonra, 14 yaşına erişinceye kadar çocuğa meyve suyu içirilmemelidir. Çünkü bu beyin ve sinir sistemini zayıflatır.’

KAÇIŞ YOK..

Robert Musil’in kaleminden:
Günün birinde Sultan, vezirini pazara yollar ve insanların aralarında ne konuştuklarını dinlemesini ister. Vezir halkın arasına karıştığında zayıf ve uzun boylu bir kadın dikkatini çeker; kara bir pelerine bürünmüş olan kadın, gözlerini ondan ayırmamaktadır. Vezir telaş içinde oradan kaçar. Sultanına gider ve yalvarmaya başlar:
“Efendim, yardım edin! Pazarda Ölüm’ü gördüm. Benim için gelmişti. Yalvarırım bırakın gideyim. Bana en hızlı atınızı verin. Onunla akşama kalmadan Semerkand’a varırım”
Sultan onu mutlu etmek için atını verir ve vezir en hızlı atın sırtında dört nala yola koyulur.
Meraka kapılan Sultan, bu kez kendi gider pazara. Kalabalıkta kara pelerinli kadını görür ve yanına yaklaşır.
“Neden benim vezirimi korkuttun?” diye sorar.
“Ben ona tek söz bile etmedim,” diye yanıtlar ölüm. “Onu burada görünce çok şaşırdım çünkü bizim randevumuz bu akşam Semerkand’daydı.”

Japon çocuk ve ustasının hikayesi

Japon çocuk ve ustasının hikayesi

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.
Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu.
Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.
Çocuk bir gün hocasına “hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek” dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi.
Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.
Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı.
Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, “hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim”
Hocası ise” sen sadece hareketi yap” cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı.
Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.
Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu “hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum”
Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, “senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir. Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak”.
İnsanların eksiklikleri bazen, aynı zamanda en güçlü tarafları olabilir: 
Ama yeter ki bu eksiklik kafalarında olmasın…

Kâğıt Bardak

Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti. Elinde kâğıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı. Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu ...
Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı. Derin bir nefes aldı ve “Biliyor musunuz ne düşünüyorum?” diye sordu..
"Bu konferansta geçen yıl da hem de aynı kürsüde konuşmuştum. Tek bir fark vardı; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu. Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi. Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı. Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı. Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.
Özel bir kapıdan içeri almışlardı. Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi. Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim.” Eski bakan derin bir nefes aldı, seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti...
“Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum.” Bir an durdu ve sonra “Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum. Beni hava alanında kimse karşılamadı. Otele taksi ile geldim. Kendi odama kendim çıktım. Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile. Sonra da bulabildiğim yerde oturdum. Canım kahve istedi ve görevliye sordum; bana dışarıda kahve makinesi olduğunu söyledi.
Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kâğıt bardağa kahveyi kendim doldurdum.
” Seyirciler gülmeye başlamıştı. “Sanıyorum geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı. Makamıma sunulmuştu. Benim asıl bardağım işte bu.” Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi.
Alkışlar bitince de şunları söyledi:
“Size verebileceğim en iyi ders bu işte. Bütün o övgüler, hizmetler, avantajlar rütbeniz, rolünüz, makamınız içindir. Size ait değildir.
Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde porselen bardağınızı halefinize verirler. Çünkü aslında hep layık olduğunuz kâğıt bardaktır.
Simon Sinek / “Leaders eat last” kitabı

KAĞIT BARDAK ile ilgili görsel sonucu

YIL: 1902. Yer: İstanbul-Beşiktaş Serencebey Mahallesi’nde bir konak

Konağın bahçesinde devrin ileri gelenlerinin genç çocukları spor yapıyorlardı.
Kimi jimnastik hareketleri yapıyor, kimi güreşiyor, kimi de halter kaldırıyordu.
Devir, Sultan II. Abdülhamid devri; bırakın idman yapmayı-sporu; iki kişiden fazla insanın yan yana gelmesine kuşkuyla bakılan bir dönemdi.
Her yanda hafiyeler dolaşıyordu. Saraya jurnal mektupları yağıyordu.
Böylesine bir ortamda, Yıldız Sarayı’nın hemen yanındaki Serencebey’deki bir konakta gençlerin bir araya gelmesi kuşkusuz hemen ihbar edilmişti.
Sporcu gençler; Nazım Nazif (Ander), Ahmed Fetgeri (Aşeni), Mehmed Ali Fetgeri (Aşeni), Hüseyin (Bereket) Cemil, (Tayyareci) Fehmi, Mehmed Şamil, Haydar, Şevket gibi gençler gözaltına alınıp Yedi-Sekiz Hasan Paşa komutasında ünlenmiş Beşiktaş Karakolu’na götürüldüler.
Gençler karakolda bir köşede korkudan titriyorlardı.
İçlerinde bahriyeli Ahmed Fetgeri gibi askeri öğrenciler de vardı.
Karakol görevlileri ise şaşkındı. İhbar edilen gençlerin hemen hepsi eski saraya yakın ailelerin çocuklarıydı.
Örneğin, basılan konağın sahibi Medine Muhafız Komutanı Ferik Osman Paşa’ydı. Oğlu Mehmed Şamil ve yeğeni Hüseyin (Bereket) gözaltına alınanlar arasındaydı.
Keza Fetgeriler, Gürcistan tahtına kadar yükselmiş, daha sonra İstanbul’a göç etmiş, saraya yakın durmuş bir ailenin çocuklarıydı.
Neyse ki iş sonunda anlaşıldı. Gençler sadece beden hareketleri yapıyorlardı; o dönem kötü gözle bakılan futbol bile oynamıyorlardı! Seryaver Mehmed Paşa’nın çabalarıyla gençler sürgüne gitmekten kurtuldular. Padişah affetmişti. Üstelik...
Saray, gençlerin beden hareketleri yapmasına izin vermişti. Korktukları olmamıştı.
Hatta o günden sonra, Sultan Abdülmecid’in oğlu Abdulhalim Efendi ve Sultan Mehmed Reşad’ın oğlu Ömer Hilmi Efendi de gençleri destekledi; sık sık onları ziyaret etti.
Sarayın desteğini alan gençler, 1903 Mart’ında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurdular.
İlk başkan da konağın sahibi Ferik Osman Paşa’nın oğlu Osman Şamil oldu.
O yıllar; Recaizade Mahmud Ekrem’in ölümsüz eseri "Araba Sevdası" romanında yazdığı gibi Batı özentili davranışların moda olduğu dönemdi. Bu dönemin gösteriş sembolü ise atlı arabalardı.
Bereket Jimnastik Kulübü’ne gençler arabayla gidip geldikleri için halk bunlara "arabalılar takımı" adını verdi.
Bereket Jimnastik Kulübü’nün kuruluş öyküsü böyleydi.
Takımın kaderini 31 Mart 1909 gerici ayaklanması değiştirecekti.
İlerici Hareket Ordusu’nun takımı
1908 Temmuz Devrimi’ne (II. Meşrutiyet) karşı çıkan yobazlar, İstanbul’da ayaklandı.
İsyanı bastırmak için (aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu) Hareket Ordusu, Selanik’ten yola çıktı.
Osmanlı aydınlanmasının simgesi Hareket Ordusu’na Edirne’de de subaylar katıldı.
Bunlardan ikisi, Fuat (Balkan) ve Mazhar (Kazancı) adlı subaylardı.
İkisi de sporcuydu.
Fuat (Balkan) eskrim yapıyordu; Mazhar (Kazancı) ise güreş ve halterle ilgileniyordu.
İstanbul’daki gerici ayaklanma bastırıldıktan sonra bu ilerici subaylar, Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanıştılar. Onlara birlikte spor yapma fikrini götürdüler.
Sarayın "arabalılar takımı" teklifi kabul etti.
Ancak...
Devrimci subayların teklifiyle Bereket Jimnastik Kulübü’nün adı Beşiktaş Jimnastik Kulübü olarak değiştirildi.
Fuat’ın (Balkan) Beşiktaş Ihlamur’daki evinin altındaki yer, yeni kulüp binası oldu.
Zamanla sporcu sayısı arttı; Ihlamur’dan Akaretler’deki 49 numaraya gelindi. Bir müddet sonra da 84 numaraya taşınıldı. Gençler bu binaların arkalarındaki bahçelerde jimnastik, eskrim, güreş, halter, boks yaptılar. (Bu bahçelerin bazıları günümüzde İstanbul’un en gözde lokantalarına ev sahipliği yapıyor.)
Fuat’ın (Balkan) kulübe getirdiği ilerici subaylar arasında Dolmabahçe güvenliğinden sorumlu, eskrimci Yüzbaşı Şeref de vardı. BJK’nın eskrim takımının kaptanıydı.
Savaş kaybedilmiş ve İstanbul işgal edilmişti.
Dolmabahçede’ki son silahlı birlik ve yüzbaşı Şeref, manga manga tabancalarını hatta süngülerini İngiliz subaylara teslim ediyorlardı.
Birliğin sonu geldiğinde, İngiliz çavuş Şeref Yüzbaşıya bağırdı "Sör, tabancanız!" Şeref, hiddetle dönü, elinin tersiyle çavuşa vuracak oldu. İngiliz Binbaşı araya girdi ve "Tabancanız kalabilir ama mermileri boşaltınız yüzbaşı" dedi. Şeref, hiddetle tabancasını çekti. Ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri, silahlarını yüzbaşıya doğrulttular. Şeref, altı patlarını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, pirinç kovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Baba yadigarı, kabzası laz işi tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti.
Hazır olda bekleyen 120 asker, yumrukları sıkılı dişleri kenetli, galiçya’dan hicaz’a, trablusgarptan fizan’a peşinden gittiği o mert adamın ağzının içine bakıyordu.
Bir emir verse, evet o bir emir verse, bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirdiler.

“Şimdi, dağılıyoruz arkadaşlar. Sizleri 10 yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın! Bu iş daha bitmedi. Bu millet esaretini yenmek için, sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır. Haklarınızı helal eder misiniz?”
“HELAL OLSUN”…

Kan damlaları, Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metre aralıklarla Şerefi takip ediyordu. Neden sonra elinin kanadığını fark etti.
Dolmabahçe Sarayı, harem dairesinin ardındaki yüksek duvarın altında, omzundaki yıldızlı apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdiler.
Şeref Bey sabahın yağmurlu hüznünde Beşiktaş'a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi. Ancak, perişan halinin bir Türk askerine yakışmayacağını düşünerek diyerek sahile indi.
Oturup tekne altını tamir eden balıkçıyı seyre daldı.

Sırtına bir el dokundu ve irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref, sanki sağır olmuştu ve onu duymuyordu. Sararmış dişlerine bakarak, anlamaya çalıştı söylediklerini. 
"Asker ağa, asker ağa.” 
“Efendim”
“Okuman yazman var mı dır?”
“Evet, hayır ola”
“Ağam be, teknenin adını yazsan olur mu?”
"Tamam, nedir teknenin adı?" "Kardelen." 
"Sevgilinin adı mı?" "Hee, nerden bildin?"

Harp okulunda aldığı dersler ilk defa işine yaramıştı. 
Osmanlıca bir kardelen şekline benzer, resmi andıran figürle yazdı Şeref. 
"Ya çok güzel oldu, sana borçlandım be ağa." 
"Bir gün ödersin, nerelisin sen?" 
"İneboluluyum. İstanbulda’ki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz. Teknenin altını vurdum feneri dönerken, onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı yelken basacağım."

Yüzbaşı Şeref, Akaretler yokuşundan Osmanoğlu Konağı'na doğru yürüdü. Konağın kapısını müstahdem açtı. "Şeref beyim, hoşgelmişsin." BJK Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında kalecilik yapıyordu Şeref. Konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp çatıdaki malzeme deposuna girdi. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu aldı eline. Kutuyu açtı, pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu tabancanın tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmış şakaklarına götürdü. "Affet" dedi. Tık... Boş. Tık... Boş. Tık, tık, tık... Boş.
Kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip tetiğe basmakta olan Şeref'in elindeki silahı kaptı. Şeref ağlamaya başladı. 
"Ne yapıyorsun sen, delirdin mi Şeref?" "…
"Her şey bitti" dedi Şeref. "Daha değil" dedi Fergeri. "Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul'u terk edip Anadolu'da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun'a doğru yola çıktı." "Nasıl giderim ben de" dedi.

Birden Kardelen geldi aklına. Kardelen vardı ya İnebolu'ya giden. Ayağa kalktı, sırtındaki battaniyeyi attı bir kenara. "Gidiyorum" dedi. Kapıdan çıkarken Fetgeri yetişti. "Dur be adam, bir helalleşelim." İki dost sarıldı. "Ha, unutmadan bu torbayı da al. Lazım olur" dedi Fetgeri.
Kardelen yelken açmaya hazırlanırken bir sesle irkildi genç denizci. "Tayfa lazım mı?" Gözleri ışıldadı gencin. Yüzbaşı, Fetgeri'nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı. Gözlerine inanamadı. Bu top mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve 'hatıra'dır diyerek sakladıkları Ertolhd marka, içten lastikli, pahalı futbol topuydu. Bir büyük dalga geçti üzerlerinden. Sonra bir daha, bir daha...
Tekne, denizin altında kaldı. Şeref, asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle tekneye bağlı karanlık dibe doğru hızla batıyordu. Yarım dakika dibe hızlı gidiş, ayağından çözülen iple durdu. Bulanık denizde gözleri açık çırpınırken, yanından geçen beyaz bir şey gördü Şeref topa doğru uzandı, uzandı....
Kerempe Burnu'nda baygın yatan genç denizci ve yanında Ertolhd marka futbol topu dalgalarla birlikte salınıyordu...
Yıllar geçer ..
Ahmet Fetgeri'ye 1924 yılında bir hanım gelir ve torba bırakır. Ahmet Bey torbadan çıkan topa bakar ve sorar.
Nedir bu bacım?
Kadın: "İstiklal Savaşı'nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi. Size vermemi istedi."
Ahmet Bey sorar: "Adın ne bacım?
Kadın yanıt verir: "Kardelen....

Özgürlük Şansı

1800’lü yıllarda köleler işçi olarak çalıştığı bir tersanede ahşap gemiler üretiyor ve bu işi sadece karın tokluğuna yapıyorlar. Her köle gibi en büyük hayalleri bir gün özgür olmak. Şartlar çok ağır. Gemi nihayet ortaya çıktığında onu tutan takozlar birer birer çekilerek son takozun da çekilmesiyle gemi suya indiriliyor.
Bu işi de elbette köleler elleriyle yapıyor. Diğerleri tamam ama son takozun çekilme işi tam bir baş belası çünkü onun yerinden çıkmasıyla birlikte gemi kızağın üzerinden kaymaya başlıyor ve çoğu zaman köle önünden çekilecek zamanı bulamadan geminin altında eziliyor.
Ya ölüyor ya da yaralanıyor ki bu durumda da artık işe yaramayacağı için öldürülüyor .
Yüksek derecede ölüm riski olan bu tehlikeli işin bir de çekici bir tarafı var: Son takozu çekme işini sağ salim atlatan köle özgürlüğüne kavuşuyor. Bu yüzden tüm bu olumsuz duruma rağmen işçilerin hemen hepsi gönüllü oluyorlar ve yapacak kişi kura ile belirleniyor.
Derken günlerden bir gün kölelerden birinin aklına parlak bir fikir gelip son takozu insan gücü gerekmeden çekmenin bir yolunu buluyor. Uygulama yapılıyor ve bu yöntemle takozu birinin çekmesine gerek kalmadan uzaktan müdahale ile yerinden ayırıyorlar, kimsenin canı yanmıyor, kimse ölmüyor. Gel gelelim artık kimse özgür de kalamıyor.
Yüksek ölüm riski olsa da ellerindeki tek özgür olma şansı da böylece ortadan kalkıyor. Kölelerin bu işe canları sıkılıyor ve bir gün buluşu yapan arkadaşlarını öldürüyorlar
İnsanlara böylesine dramatik bedele rağmen bir umut verildiğinde en katlanılmaz durumlara bile ses çıkarmadan boyun eğmesi sağlanır ...

Yıl 1927...

Ünlü yazarımız Ahmet Rasim'in yaşı ilerlemiş ve işsiz kalmıştı. Yolu bir gün Ankara'ya düştü.
Anafartalar Caddesi'nde onu gören, gazeteci ve milletvekili İsmail Müştak, " Aman Efendim, " dedi. " Nasılsınız, bir emriniz var mı Ankara'da !
Ahmet Rasim, buruk bir gülümsemeyle karşılık vererek ..
" Fırınlarda ekmeklerin dört köşe değil, yuvarlak yapılması yüzünden buraya kadar geldim, " dedi.
İsmail Müştak, birşey anlamadığını bakışlarıyla belli edince, Ahmet Rasim devam etti: " Bir okka ekmek alayım, dedim...
Elimden düşüp yuvarlanmaya başladı. Ekmek önde, ben peşinde buraya kadar koştuk.
Şaşkın, şaşkın şimdi o ekmeği arıyorum. "

İsmail Müştak, o akşam bu konuşmayı Atatürk'e aktarınca, Atatürk,
" Sen ne yaptın İsmail Müştak, " diye parladı, " yarım asır Türk eğitimine hizmet etmiş bir zat, yoksul düşmüş; Ankara'ya ekmek aramaya geldiğini söylemiş; sen hangi otelde kaldığını bile sormamışsın ! "

Hemen bütün oteller aranıp Ahmet Rasim bulundu ve Atatürk'ün masasına çağrılıp ikramda bulunuldu.
Gecenin sonuna doğru Atatürk, " Boş bulunan İstanbul mebusluğunu lütfen kabul eder misiniz ? " deyince, Ahmet Rasim,
" Ekmek gerçekten aslanın ağzındaymış," dedi.


Alıntı: Necdet Rüştü Efe , Türk Nüktecileri

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...