20 Temmuz 2019 Cumartesi

Aselsan 1998 de üretti

Cep telefonu dendiğinde iPhone'u dilinizden düşürmediğinizde veya dünyanın önde gelen markalarının telefonlarını konuşurken aklınıza Aselsan'ın üretttiği 1919 telefonu geliyor mu?
Hatırlıyormusunuz ?
1998 YILINDA TİTREŞİMLİ TELEFON
Türk savunma sanayisinin önde gelen firmalarından ASELSAN, bundan tam 1998 yılında teknolojide devrim yaratan bir telefon üretmişti.

Cep telefonlarında o güne kadar olmayan bir özellik, Aselsan'ın ürettiği bu Türk telefonunda yer almaktaydı: Titreşim..
Aselsan 1919 o yıllarda dünyadaki birçok ülkede beğeni topladı. Çin, Malezya, Avustralya, İspanya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Avusturya gibi ülkeler, Aselsan'ın 1919'un patentini alıp üretim ve satış yapabilmek için sıraya girmişti.
O dönem Türkiye'de 1.5 ay gibi kısa bir sürede 5500 adet satılan Aselsan 1919'un, ilk üretimden çıkan 500 adetin de Azerbaycan ve KKTC'ye gitmişti.
FİYATI 96 MİLYON LİRAYDI
Üretimi yapıldığı yıllarda fiyatı KDV dahil 96 TL olan (eski parayla 96 milyon TL) Aselsan 1919'un 1 yıl garantisi vardı. Arızalanması durumunda ise İstanbul, Ankara ve İzmir'de 15 dakikada, diğer illerde ise 1 gün içinde tamir edilip geri verilebiliyordu.

İZMİR MARŞIYLA AÇILIYORDU
Aselsan 1919, adından da anlaşılacağı üzere Atatürk'ün Samsun'a çıkış tarihini simgeliyordu. Türkiye'nin teknoloji üssü olabileceğini, Türkler'in de bu tür çıkışlar yapabileceğini ispatlama amacıyla yapılan bu telefonun ilginç bir özelliği daha vardı. Atatürk'ün Cumhuriyet'in temellerini atmak için yola çıktığı tarihten adını alan bu telefon aynı zamanda İzmir Marşı çalınarak açılıyordu.

BİR SÜRE SERİYE DEVAM EDİLDİ
Aselsan1919'un ardından serinin devam edilmesi çalışmalarına da başlandı. Aselsan 1919'un ardından Aselsan 1920, bir süre sonra da Aselsan 1923 serisi için üretime geçildi.

PATENT YÜZÜNDEN ÜRETİM DURDURULDU
Aselsan'ın yaptığı bu cep telefonu beklenenden iyi bir satış rakaımı yakalamasına rağmen, telefonun projesinin çalıntı olduğu gerekçesiyle üretimi elde olmayan sebeplerle durduruldu.

Aselsan'da cep telefonunun üretimi projesinin başına yabancı bir elektronik şirketinden bir mühendis getirilmişti. Daha önceki şirketinde üretmiş olduğu cep telefonunyla ilgili bilgileri direkt olarak Aselsan 1919 projesinde kullanmak isteyince telif hakları, patent olayları devreye girdi. Aselsan hukuki bir süreçle karşı karşıya kalmış, bunun sonucunda ise Aselsan 1919'ların üretimi durdurmak zorunda kalmıştı.
İŞTE ASELSAN 1919'UN ÖZELLİKLERİ
- Cep telefonunda önemli isimlerin ve telefon numaralarının kaydedildiği bir rehber bulunmaktaydı. Bu rehbere sim kartına bağlı olarak 315 numara ve isim kaydedilebilirdi.

- Rehberdeki herhangi bir numaraya tek tuşa basılarak ulaşılabilir ve yine tek tuşla bu numaraya çağrı yapılabilirdi.
- Aselsan 1919, dünyanın birçok ülkesinde kullanılan gsm şebekelerine uyumlu olduğundan, söz konusu olan ülkelerde de kullanılabilirdi.
- Telefon meşgul ya da kapalı olduğunda, kendisine gelen çağrılar kullanıcının önceden belirlediği başka telefonlara yönlendirilebilirdi.
- Telefonun tuşlarını kullanarak hazırlanan kısa mesajlar bir diğer cep telefonuna gönderilebilir veya alınabilirdi.
- Telefon çaldığında, arayan kişinin telefon numarası görülebilir. Bu özellik sayesinde, arayan istenmeyen biriyse, telefona yanıt verilmeyebilirdi.
- Ücret bilgisi ekrandan görülebilir. Böylece, son çağrı ücreti ya da toplam çağrı ücreti öğrenilebilirdi.
- Telefondan aranabilen numaraların listesini hazırlar ve şifresini yalnız kullanıcının bildiği bir kilit ile kilitlerseniz bu numaralar dışında çağrı yapılması kısıtlanabilirdi.
- Şarj adaptörü ile standart pil 1 saat içinde doldurulur. Masa üstü şarj cihazı ile; cihazın üzerindeki pil ile birlikte yüksek kapasiteli yedek pil de şarj edilebilirdi.
- Yüksek kapasiteli piller, masa üstü şarj cihazı, çakmak adaptörü, araç içinde tutucu, anten güçlendirici ve ahizesiz kullanım kiti gibi zengin aksesuar çeşitlerine sahipti.

Big Bang Teorisi

Big Bang Teorisi’nin ilk kez Katolik bir rahip tarafından teorize edilmiş olduğunu biliyormuydunuz?
Adı; Georges Henri Joseph Édouard Lemaitre…
O, Leuven Katolik Üniversitesi’nde görev yapan Belçikalı bir Roman-Katolik papaz, astronom ve fizik profesörü. 
Bugün yanlış biçimde Edwin Hubble’a atfedilen Evrenin genişlemesi teorisini ortaya atan ilk kişi. Hubble’ın makalesinden iki sene önce, 1927’de, bugün Hubble yasası olarak bilinen şeyi türetti ve Hubble sabitinin tahminini yapan ilk kişiydi. Lemaitre, Einstein’ın Genel Görelilik kuramından yararlanarak evrenin genişlediğini söyledi. Ayrıca, “Kozmik Yumurta” olarak adlandırdığı evrenin kökeni üzerine daha sonra “Big Bang teorisi” olarak adlandırılan olayı önermişti. Evrenin bir zamanlar bir atomun içine sıkışmış olduğunu iddia etti, bu atomun parçalandığını ve her yana sıcak gazlar saçtığını öne sürdü.

1 Aralık 1955 Perşembe…

ABD’nin Alabama eyaletinin Montgomery şehrinde Rosa Parks adında 42 yaşındaki ufak tefek siyahi bir kadın terzi şehir fuarındaki işinden akşam saat 6’da çıktı. Çok yorgundu ve tek istediği bir an önce evine ulaşmaktı. Belediye otobüsünün ortasındaki “değişken” statülü koltuklardan birine oturdu. Montgomery belediye otobüslerindeki ilk 4 sıra koltuklar beyazlara aitti. Siyahlara en arka koltuklar ayrılmıştı. Ortadaki değişken statülü koltuklarsa beyazların sıraları doluncaya kadar siyahların da oturabilecekleri koltuklardı. Beyazların sıraları dolduğunda siyahlar oturdukları bu koltukları boşaltıp daha arkaya geçmek zorundaydılar. Eğer arkada da yer yoksa ayakta durmaları, eğer ayakta duracakları yer de yoksa otobüsten inmeleri gerekiyordu.

O akşam bazı beyazlar ayakta kalınca şoför arkaya doğru yürüyerek değişken statülü koltuklardaki siyahlara “kalkın” şeklinde bir el işareti yaptı. Değişken statülü koltukların ilk sırasındaki üç siyah erkek kalkıp arkaya yöneldi. Rosa Parks’ın yanında cam kenarında oturan siyah erkek de kalktı. Rosa Parks ise cam kenarındaki koltuğa kaydı ve kayıtsızca şoförün gözlerine bakmaya başladı. Herkes büyük bir şok yaşıyordu. Şoför kızgınlıkla neden kalkmadığını sordu. Rosa Parks yerini bir başkasına vermesi gerektiğine inanmadığı söyledi. Şoför polis çağırdı, Rosa Parks tutuklandı ve 5 Aralık Pazartesi günü mahkemece kamu düzenine itaatsizlikten 14 dolar para cezasına çarptırıldı.
381 gün boyunca Montgomery'de bir tek siyah bile otobüse binmedi. İşlerine, okullarına yürüdüler. Buldukları her özel araçla belediye otobüsü bileti fiyatına siyahları taşımaya başladılar. Bazı beyaz ev kadınları da arabalarıyla destek verdi. Belediye otobüslerini işleten şirket büyük maddi zarar yaşadı. Bazı otobüsleri adeta çürüdü. Şehirde öfke yükseldi. Beyaz çeteler işe yürüyerek giden siyahlara saldırmaya başladı. Bazılarını linç ettiler. Ancak siyahlar boykota devam etti. Eylem sonunda zafere ulaştı ve 21 Aralık 1956’da Yüksek Mahkeme’nin siyahların otobüslerde istedikleri yere oturabilecekleri yönünde karar vermesiyle siyahlar otobüs boykotunu sona erdirdiler. Beyaz ırkçıların tepkisi sert oldu. Otobüslere silahlı saldırılar gerçekleştirdiler. Siyahları dövdüler. Rosa Parks 1957’de ölüm tehditleri ve beyazların ona iş vermemesi nedeniyle önce Virginia’ya, bir yıl sonra da Detroit’e taşındı. Bir yandan çalışmaya bir yandan da sivil haklar hareketinde mücadelesine devam etti. Martin Luther King'in başını çektiği hareket giderek büyüdü ve 1964'te çıkarılan yasa ile başarıya ulaştı. Direnişin sembolü haline gelen Rosa Parks 24 Ekim 2005 günü 92 yaşında hayatını kaybetti.

Rosa Parks’ın o akşam bindiği otobüs günümüzde Detroit’teki “Henry Ford Müzesi”nde sergileniyor. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz otobüs işte o otobüs. ABD başkanı Barack Obama’nın oturduğu koltuk da işte o koltuk. O akşam Rosa Parks’ı siyah olduğu için belediye otobüsünün koltuğundan kaldırmak isteyen insanların ülkesinin başkanlık koltuğunda oturmuş bir siyah.
Tarih kendiliğinden değişmez, onu değiştirmek için yüreği tutuşmuş insanlar gerekir. Yıldız yürekli kadın Rosa Parks gibi…
“Irkçılık cahilin sığınağıdır. Bölmek ve yok etmek ister. Özgürlüğün düşmanıdır ve kafaya kafaya çarpışıp yok edilmeyi hak eder."
~ Pierre Berton ~

Barışın Simgesi Neden Ağzında Zeytin Dalı Taşıyan Beyaz Güvercindir?

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Varşova Paktı üyesi ülkeler barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü ‘Dünya Barış Günü’ olarak ilan etmiştir.
Birleşmiş Milletler ise 1981’deki 57. Genel Kurulu birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylülün üçüncü Salı gününü”nü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiştir. Daha sonra ise tam tarih belirleyerek 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak sabitlemiştir.
Ağzında zeytin dalı tutan beyaz güvercin imgesi, rivayete göre Nuh peygambere kadar uzanır. Tufan sırasında Hz. Nuh’un gemisi dağın zirvesine oturmuştur. Günlerce süren yağmurlardan, fırtınalardan sonra Nuh peygamber tufanın bitip bitmediğini haber almak için gemisindeki hayvanlardan güvercini salarak geri dönmesini beklemiştir. Güvercinin ağzında zeytin dalı ile geri dönmesi üzerine doğanın normale döndüğünü, toprağın görünür olduğunu anlamıştır. Efsaneye göre bu demektir ki; tanrının gazabı dinmiş, tanrı insanlığı affetmiş, kullarıyla barışmıştır.
Aralarındaki ilişki eskisi gibi sürüp gidecektir ve güvercinin ağzındaki zeytin dalı tanrının Nuh peygambere gönderdiği bir barış işaretidir. O zamandan beri günümüze dek barış sembolü olarak gelmiştir bu ikili…
Yunan mitolojisinde de Athena’nın simgesi olan ve yarışmalarda birincilere verilen zeytin dalı zaferin simgesiydi. Zeytin aynı zamanda bolluk ve bereketin de simgesidir. Bolluk ve bereketin barış zamanlarıyla ilişkilendirilmesi de kulağa mantıklı geliyor. MÖ 5. YY’da Aristophanes ‘Barış’ adlı oyununda tüm tanrıçaların en yücesi, barış tanrıçası Irini‘ye göre zeytinin oldukça değerli olduğu belirtildi ve zeytin bundan sonra barışla da ilişkilendirilmeye başlandı.
Zeytin ve güvercin ikilisi Hristiyanlığın ilk yıllarında da çok kullanılan iki simge oldu. İnanışa göre beyaz güvercin ruhtaki huzuru simgelemekteydi. Sonraki yüzyıllarda güvercinin dinsel anlamı ortadan kalkmış ve doğrudan barışın sembolü haline gelmiştir.

Asla bilmeyenle tartışma

Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına ” Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş.
“Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş.
Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.
Öğrenci resmi yeniden yapmış.Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.
Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.
Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.
Usta ressam şöyle demiş:
“İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.
İkincisinde, onlardan müspet,yapıcı,olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”
– Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.
– Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.
– Asla bilmeyenle tartışma.

İstanbul Pera palas otelde Atatürk'ün odasında sergilenen seccade

Aşağıda İstanbul Pera palas otelde Atatürk'ün odasında sergilenen seccade (Halı) hakkında bir yazı okuyacaksınız.
Halı gerçek ..... Gerisi size kalmış.
Kurtuluş savaşı’nın mağlupları arasında İngilizlerin saflarında mücadele veren Hintli bir Mihrace de vardı. İmkansızlıklara yokluklara rağmen özgürlüğe giden yolda ki başlarının sırrını oda merak ediyordu.
Henüz birkaç yıl evvel işgal için geldikleri İstanbul’a şimdi bu sırrı öğrenmek ve muzaffer komutanı yakından tanımak için Mustafa Kemal Paşayı ziyarete gelen yabancı heyete dahil olmuştu. Ankara her ne kadar başkent olsa da Atatürk ziyaretçilerin ve devlet adamlarının büyük bir kısmını İstanbul’da kabul ediyordu. Gazi bir zamanlar işgal kuvvetlerinin karargahı olan Tepebaşında ki Pera Palas otelin de 101 numaralı odaya yerleşmiş ve kapılarını tüm ziyaretçilere açmıştı. Yıl 1929’du Atatürk pencereden yoldan geçen insanları izlerken derin düşüncelere dalmıştı. Derken kapı çalındı ve yaveri içeri girerek “Paşam Hintli bir mihrace sizi ziyaret etmek istiyor.” Dedi. Gazi şaşırmıştı, O dönemlerde İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan ile şimdiye kadar kısıtlı diplomatik ilişkiler dışında gayr-ı resmi hiçbir ziyaretçisi olmamıştı genç Cumhuriyetin. Mustafa Kemal Paşa merakla “İçeri buyur edin.” Dedi. Az sonra içeriye ilginç tuğlu sarığı, cicili biçili altın işlemeli elbisesi ile bir Mihrace girdi. Kahveler içildi Sohbetler edildi. Devrin sorunları uzun uzadıya tartışıldı. Atatürk’ün merakı yerini hayranlığa bıraktı. Gelen düşman bir ziyaretçi idi. Kurtuluş savaşının mağlup İngiliz orduları üyesi Mihrace galip baş komutanı ziyaret ediyordu. Mihracede gelmeden önce paşanın savaşlardan dolayı onlara düşmanlık beslediği kanısını taşıyordu. Ancak edilen sohbetlerin ardından Mustafa Kemal Paşa’nın barışa ve insanlığa olan inancının farkına vardı. Bir süre sonra söz Hindistanın kültürü ve sosyolojik yapısına oradan da Ezoterik öğretileri ve kadim tarihine geldi. Gazi’nin bu konulara olan merakını iyi gözlemleyen Mihrace Hint öğretileri hakkında kapsamlı bilgiler verdi. Daha sonra paşanın iltifatlarına mazhar olup Atatürk tarafından kendisine altın işlemeli bir cep saati hediye edildi. Atatürk’ten çok etkilenen ve hayranlık besleyen Mihrace bu ziyaretin ardından önce İngiltere’ye oradan da Vatanı olan Hindistan’a gitti. Ülkesine döndükten sonra Atatürk’e yaptığı jest karşısında özel bir hediye vermek için araştırmalara başladı.
Bir çok seçeneğin arasında dönemin Hindistan resmi devlet kahinine Atatürk’e özel bir hediye hazırlaması emri verildi. Kahin aynı zamanda bir panditti. Hindistan’da vedik astrologlara pandit deniliyordu. Bu ehil kişi Paşa’nın vedik astroloji yani batı astrolojisinden farklı olarak Hint astrolojisine göre haritasını çıkartarak önemli olayları bir nesneye işlemeyi uygun gördü. Astroloji kişinin kendi içinde ki, potansiyellerine, kişisel gücüne ve bu hayata geliş nedenine ışık tutan bir ilim ve öğreti biçimi iken, Hint Astrolojisi ise bu yolculuğu ruh vasıtasıyla yapan, ruh ve bedeni bir bütün olarak algılayan, sonuç alırken kaderi, karmayı, ruhun kendi labirentlerini de sistemin içine dahil eden eski ve kadim bir astroloji türüdür. Hint astrolojisi kendi başına bir sistem, özel matematiksel hesaplar, farklı bir astronomik detay kullanır ve Batı Astrolojisi olarak bilinen Modern Astrolojinin bir kolu veya türevi değil, farklı ama özgün bir astroloji sistemidir. Batı Astrolojisi ile teknik kullanımları ve yorumlama biçimleri farklıdır. Bu öğretinin esaslarına göre Atatürk için özel olarak hazırlanan halı şeklinde ki seccade aynı sene içerisinde İstanbul’a gönderilir ve bir heyet ile Atatürk’e takdim edilir. Gazi bu hediyeyi korumasına vererek müsait bir yerde sergilenmesini emreder. Seccade Pera Palas otelinde bulunan Atatürk’ün kaldığı 101 nolu odanın duvarına asılır. Halı büyüklüğündeki seccadenin kenarında fil şekilleri vardı. Ama orta yerde gül yaprağının dalları uzanıyor tam namaz kılarken alnın secdeye uzandığı yerde yuvarlak bir daire ve içinde bir saat şekli olduğu belli olan akrep ve yelkovan görüntüsü yer almakta. Latin rakamları ile yapılan saat 09.07’yi gösteriyor. Üstelik de akrep ve yelkovanın bağlantı göbeğinden de on bir adet çubuk çıkıyordu. Bahsi geçen on bir çubuk “kasım ayını” göstermiş olsa… Çünkü kasım ayı on birinci aydır. Ayrıca yine saatin kenarlarını 10 adet kasım çiçeği ile süslenmiştir. Saatin de 09.07’yi göstermesi Atatürk’ün gerçek ölüm anını gösterdiği konuyu araştıran kişilerce ileri sürülüyor.
Her ne kadar Atatürk 10 kasım 1938 tarihinde 9’u 5 geçe ölmüş ise de bu onun kalbinin ve nabzının durmasıdır. Gerçekte bir veya iki dakika sonra beyin ölümü gerçekleşir. Pera Palas oteli 101 no’lu odadaki halı büyüklüğünde ama namaz kılmak için seccade özelliği taşıyan eşya “Atatürk’ün ölüm anını” şaşırtıcı şekilde gösteriyordu. Hediye edildiği sırada hiç kimse bahsi geçen seccadenin sırrına vakıf olamadı. Genç Cumhuriyet’i reformlarla kasıp kavuran Atatürk’e aynı günlerde verilen bu “ölüm anını gösteren seccade” bir insanın kaderinin nasıl sonuçlanacağı hakkında ibret dolu bilgiler sunuyordu. Gazi’nin vefatından bir süre sonra daha önce halıyı görmüş bazı milletvekilleri durumdan şüphelenerek Hintlilerin Çanakkale’de aldıkları malubiyetleri azm edemeyerek suikast düzenlediği üzerine tezler ortaya atmış bunun üzerine dönemin Adalet bakanlığı Seccade hakkında gizli bir soruşturma yürütmüştür. Tahkikatta kayda değer bir suç olgusuna ulaşılamayıp dosya takipsizlikle sonuçlandırılmıştır.

20 kişiyi boğularak ölmekten kurtaran kahraman.

Karapetyan, 1976 yılında Erivan Gölü yakınlarında günlük koşusunu yaptığı sırada içerisinde 92 yolcu bulunan otobüs kontrolünü kaybedip 10 metre derinliğe sahip olan göle uçuyor. 
Karapetyan, hiç tereddüt etmeden otobüstekilerin hayatını kurtarmak için buz gibi suya atlıyor. 10 metre derinlikte ki otobüsün camlarını çıplak ayaklarıyla tekmeleyerek kırıyor. 20 dakika gibi kısa bir sürede tam 30 dalış yapıyor ve sudan çıkardığı insanların yirmisinin hayatı kurtuluyor. 
Karapetyan, son yolcuyu çıkarırken bilincini yitiriyor. Sahip olduğu üstün cesaret kendi hayatını kaybetmesine neden oluyordu.

İkinci derecede zatürreye yakalanmış, aynı zamanda cam kırıklarının neden olduğu kanamalar sebebiyle kanına kimyasallar karışmıştı.
Doktorların yaşaması çok zor dediği Karapetyan, 46 gün sonra komadan uyanıyordu. Tedavisinin ardından iyileşen Karapetyan’ın yeni rekorlar, yeni şampiyonluklar kazanması artık mümkün değildi.
Kendisine sorulan ‘Senin için olayın en korkunç yanı neydi?’ sorusuna, Karapetyan; ‘Çok fazla dalış yapamayacağımı biliyordum, bu sebeple hata yapmamam gerekiyordu. Aşağısı çok karanlıktı ve ben hiçbir şey göremiyordum. O sıra da bir yolcu yerine bir koltuk çıkarmıştım. Koltuk yerine birinin daha hayatını kurtarabilirdim.
Hala o koltuk rüyalarıma giriyor’ deyip 20 kişinin hayatını kurtarmasına rağmen 1 kişiyi daha kurtaramadığı için derin üzüntü duyuyordu.

Kendini ne kadar suçlu hissetse de canını hiçe sayarak 20 can kurtaran Karapetyan
UNESCO tarafından ‘kahramanlık’ madalyası verilmiştir.

Hayatının önceki yıllarında da başına oldukça farklı olaylar gelen Karapetyan'ın yüzmeye başlaması bile trajedi ile olmuştur.
Gençlik yıllarında bir grup holiganla kavga eden Karapetyan, holiganlar tarafından boynuna taş bağlı bir iple suya atılıyor. 
Taşın biraz daha ağır olması durumunda hayatını kaybedeceğini belirten Karapetyan, bu olaydan sonra 15 yaşındayken yüzme dersleri almaya başlıyor. 
Boğulma tehlikesi atlattıktan sonra spor hayatına atılan genç yüzücümüz kısa sürede başarılara ulaşıyor.

Karapetyan Kiev Müsabakalarında mücadele ederken 75 metre suyun altında oksijen deposunun yanlış kullanımı yüzünden 75 metrede suyun altında oksijensiz dayandı.
Zar zor sudan çıkan yüzücü müsabakayı her şeye rağmen kazanmıştı ve bundan hastanede yatarken haberdar olmuştu…

Karapetyan bir başka olayda bu kez hünerlerini karada sergilemek zorundaydı. Yüzme okuluna giderken şoförün dalgınlıkla uçuruma sürdüğü araca son anda direksiyonu çevirerek müdahele ediyor ve bu kez 30 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Mayıs 1953 tarihinde Ermenistan’ın Kirovakan şehrinde doğan Ermeni asıllı Sovyet yüzücü Shavarsh Karapetyan;
11 tane Dünya rekoru kırmasının yanında 17 kere dünya şampiyonu, 13 kere Avrupa şampiyonu ve 7 kere Sovyet şampiyonu olmuştur.
Rusya'nın Soçi kentindeki 2014 Kış Olimpiyatlarına giden rölenin içinde Olimpiyat meşalesini taşıyanlardan biriydi.

Bir de kaz gönderirsem

Çok soğuk bir kış günü, padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selâmlamış:
“Selamünaleyküm ey pir’i fani…”
“Aleykümselam ey serdar’i cihan…”
Padişah sormuş.
“Altılarda ne yaptın?”
“Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…”
Padişah gene sormuş.
“Geceleri kalkmadın mı?”
“Kalktık. Lâkin, ellere yaradı.”
Padişah gülmüş.
“Bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hem de ciyaklatmadan…”
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş, ” Ne konuştuğumuzu anladın mı ?” diye sormuş.
“Hayır padişahım…”
Padişah sinirlenmiş.
“Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.”
Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telâşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor..
“Ne konuştunuz siz padişahla…”
Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.
“Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.”
Başvezir, yüz altın vermiş.
“Sen padişahı, serdar’i cihan, diye selâmladın. Nasıl anladın padişah olduğunu?”
“Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.”
Vezir kafasını kaşımış.
“Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?”
Adam, bu soruya cevap vermek için de yüz altın almış.
“Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, otuz iki dişimize yemek bulamıyoruz dedim.”
Vezir bir soru daha sormuş…
“Geceleri kalkmadın mı ne demek?”
Adam yüz altın daha alarak cevaplamış: “Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim.”
Vezir gene kafasını sallamış.
“Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…”
Adam gülmüş. “Onu da sen bul…”

CUMHURİYET DÖNEMİNİN İLK MİLLİ SİLAH SANAYİCİSİ NURİ KİLLİGİL'İN İBRETLİK HİKAYESİ..

2 Mart 1949 tarihinde İstanbul korkunç bir patlamayla sarsılır.
İki gün boyunca devam eden bu şiddetli patlamalarda, Sütlüce sahilindeki bir bina neredeyse tamamen havaya uçar. Havaya uçan bu bina, bir silah fabrikasıydı. Sahibi de Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkas İslam Ordusu Komutanı, Bakü Fatihi Nuri Killigil Paşadır...
TBMM’de bazı milletvekilleri hükümete soru önergesi vererek, "bu fabrikanın nasıl ve kimlerce havaya uçurulduğunun" açıklanmasını ister. Ve 23 Mart’ta kapalı celsede zamanın Başbakanı kürsüye gelerek açıklamalarda bulunur; ne anlattığıysa artık, kayıtlara devlet sırrı olarak girer!
Patlamadan sonra Nuri Paşa’nın yanmış birkaç parça el, ayak ve giysisi bulunur ve bunlar bir tabuta konarak toprağa verilir.
Fabrika? Bir daha açılmamak üzere yanmış, kül olmuştur. Üretilen tabancalardan biri, Nuri Paşa’nın varislerince Harbiye Askeri Müzesi’ne teslim edilir; bir gün yolunuz düşerse silahı orada görebilirsiniz.
Nuri Demirağ'ın öncülük ettiği uçak sanayinin ardından savunma sanayimizin temel taşı da un-ufak edilip toprağa gömülmüştür artık. Yıl 1949. Henüz Menderes iktidara gelmemiştir. Bu büyük müteşebbis Nuri Killigil böylece milletimize unutturulmuştur.
Peki bu Nuri Killigil Paşa Kimdir?
Türk savunma sanayisinin temellerini atan, itilmiş, horlanmış ve unutulmuş, unutturulmuş bir kahraman: Nuri Killigil Paşa…
Gözü kara bir subay, idealist bir memleket sevdalısı. 1911-1912 yıllarında Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, henüz 29 yaşındayken Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak, Ermenilerin ve Rusların işgalindeki Bakü’yü kurtardı. Bu zaferden sonra Azerbaycanlılar tarafından adına destanlar yazıldı, şarkılar bestelendi ve “Bakü Fatihi” olarak tanınmaya başladı. Fakat henüz bir buçuk ay sonra 0smanlı İmparatorluğu’nun Mondros Anlaşması’nı imzalayıp yenilgiyi kabul etmesi üzerine birliklerini Azerbaycan’dan çekmek zorunda kaldı.
Ateşkes ile birlikte İngilizlerin baskısıyla bütün komutanlar İstanbul’a çağrıldı. Payitahta gelir gelmez polisler tarafından tutuklandı ve Batum’a gönderilerek hapsedildi. 1919 yılında halkın da yardımıyla hapisten kaçtı. Erzurum’a giderek milli mücadeleye katıldı. Erzurum ve Kars’ta silah ve cephanelerin bakımı için bir atölye kurdu. Fakat bu sırada Mustafa Kemal'e darbe yapacak dedikoduları çıktı, bölgeden uzaklaştırılırdı ve Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Killigil, Almanya’da yaşadığı süre zarfında da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile beraber çalışarak, özellikle ordunun hafif silah ve mühimmat tedariki yönünde çalışmalar yaptı. Yurda döndüğünde devlet kurulmuş ve emekliye sevk edilmişti.
1925 yılında Atatürk’ün imzasıyla Yarbay rütbesiyle emekliliği onaylandı. 1929’da devlet tarafından İstiklal Madalyası’na layık görüldü.
Nuri Paşa Artık asker değildi ve yeni bir iş yapması gerekiyordu. Siyasete girmedi, ticarete atılmayı düşündü. Gençliğinden beri silah üretmek en büyük hayaliydi. Teknik bilgisi olmamasına rağmen, içinde hep bir şeyler icat etme arzusu vardı.
1933’te Zeytinburnu’nda döküm, seramik, soba yapmak üzere bir tesis kurdu. Resmi olarak bu tip madeni eşyalar üretiliyor olarak görünse de asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği izinle yapılan tabanca, tüfek, gaz maskesi ve hatta havan topu mermisi gibi askeri malzemeler üzerine idi. İlk büyük işi; Atatürk’ün kararnamesiyle 1934’te, Yavuz Gemisi topları için gerekli olan kanat emniyetli tapaların üretimi oldu. Daha sonra dağ topları için 24 bin tapa ve Heinkel uçaklarının bomba yapımı gibi işleri de almıştı.
Daha sonra fabrikasını iyice genişletti ve Sütlüce’de ikinci fabrikasını açtı. Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi şirketi olan bu fabrika, ülkenin silah endüstrisindeki mihenk taşı oldu. 400 tezgah ve 500 işçi çalışıyor, tamamen yerli silah ve mühimmatlar üretiliyor, bu mühimmatlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok devlete satılıyordu.
Sütlüce’deki bu silah ve mühimmat fabrikasında, çizimini bizzat kendi yaptığı, kendi adını verdiği ve patenti kendisine ait olan Nuri Killigil Tabanca'sını üretti. Yarı otomatik ve 9 milimetre çapındaki bu ilk yerli ve milli tabancamız o yıllarda dünyanın en iyi silahları arasında gösteriliyordu. Silah bugün Harbiye Askeri Müzesi’nde sergilenmekte, yolunuz düşerse orada görmenizi tavsiye ederim.
Hayatı silahlarla geçmiş, gerçek bir silahşor olan Nuri Paşa’nın; askerlik hayatında silahları yalnızca kullanmakla kalmadığını, üzerinde kafa yorarak sürekli gelişme ve yenilik arayışında olduğunu, kısa süre içerisinde ortaya koyduğu başarılı ürünlerden anlayabiliyoruz.
Killigil Tabancası’na baktığımızda; silahın kabza kapağındaki incelik, şarjör tünelinin altındaki detay, üst kapağın zarafeti hemen dikkatimizi çekiyor ve bu harika tasarım, onun ne kadar titiz, işini iyi yapan bir silah tasarımcısı olduğunu bize gösteriyor.
Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin milli ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri rahatsız etti. Bir süre sonra Killigil, baskılardan dolayı fabrikasında silah üretilmeyeceğini açıkladı. Fakat üretim gizlice devam ediyordu.
1949 yılına gelindiğinde… O günlerde yeni kurulmuş olan İsrail’le savaş halindeki Mısır’dan beş bin tabanca, Suriye’den de iki bin havan topu siparişi geldi. Siparişleri yetiştirmek için fabrikada gece gündüz çalışılıyordu. Bu sırada BM Güvenlik Konseyi, Suriye ve Mısır’a silah ambargosu koydu. Fakat, Paşa bu karara rağmen ambargoyu delerek sevkiyata devam etti. Bu sevkiyat İsrail’in ve İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan hükümetin, o dönemki menfaatlerine hiç uygun değildi.
1949 yılının 2 Mart'ında Sütlüce’deki fabrikada fail-i meçhul patlamalar meydana geldi. Nuri Killigil Paşa, mühendis ve işçileriyle birlikte on binlerce top ve havan mermisiyle birlikte bir anda yok edildi. Ceset parçaları fabrikanın her yerine saçılmıştı. Kaç kişinin can verdiği tespit edilemedi ve 27 kişi gibi temsili bir sayı kayda geçildi. Günlerce aranmasına rağmen Nuri Paşa’nın cesedine ait hiçbir şey bulunamadı ve sembolik olarak boş bir tabut defnedildi.
20 gün sonra cesedinin ana gövdesi Haliç’te su üzerine çıkınca bulundu. Ailesi tekrardan cenaze töreni yaparak, cenaze namazının kılınmasını istedi. Fakat hükümetinin baskılarından korkan dönemin müftüsü tarafından “sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınmaz” diye fetva verildi.
Halk arasındaki iddialara göre; 1949 yılının hükümeti, İsrail siyaseti gereği Nuri Killigil’in cenazesine de tavır almıştı. 24 Mart 1949 tarihinde cenaze namazı kılınmadan, işçi arkadaşlarının yanına, Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’ne hak etmediği bir şekilde defnedildi.
Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu müslüman Türk evladına bir cenaze namazı bile çok görülmüştü.
Yıllarca Edirnekapı’daki mezarına da gereken değer gösterilmedi, yeri bile unutturuldu. Ancak 2016 yılında, yazar Atilla Onat tarafından mezar tespit edildi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesince onarıldı. Ve vefatından tam 67 yıl sonra cenaze namazı arkadaşlarıyla birlikte yattığı şehitlikte, bir avuç onu bilen, tanıyan ve sevenleri tarafından kılındı.
Ülkemiz’de son derece vahim geçen bu yıllarda, "uçak sanayinin" ardından "savunma sanayimiz" de böylece toprağa gömülmüş oldu.
Nuri Killigil Silah ve Mühimmat Fabrikası üretimine devam etseydi bugün savunma sanayimiz hangi seviyelerdeydi?
Nuri Demirağ uçak sanayinde destek görse veya önü kesilmeseydi ekonomimiz şu anda ne durumda olurdu diye düşünmeden edemiyoruz.
Ömürleri boyunca kendilerinden çok ülkeleri için çalışan bu aziz insanlara vefa borcu olarak bizlere düşen; onları iyi anlayıp, değerlendirmek, emanetlerine sahip çıkmak, onların kaldıkları yerden milli bir şuurla yola devam etmek ve onları bu millete unutturanları asla unutmamaktır.
Vatan savunması için Trablusgarp’tan Bakü’ye birçok toprakta korkusuzca savaşan bir kahraman olduğu gibi, bir mühendislik dehası da olan bu büyük milli değerimizin ruhu şad, mekânı cennet olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
İlhami Pektaş

Orda bir köy var, uzakta

Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.
Orda bir ev var, uzakta
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.
Orda bir ses var, uzakta
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da, tınmasak da
O ses bizim sesimizdir.
Orda bir dağ var, uzakta
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de, çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.
Orda bir yol var, uzakta
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de, varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.
Bu şiir; 1901 yılında Kudüs’te doğan ve uzun yıllar Sivas’ta öğretmenlik ve Milli Eğitim Müdürlüğü yapan, Ahmet Kutsi TECER tarafından yazılmıştır.
1950’li yıllarda da Münir CEYHAN tarafından bestelenmişti. Etkileyiciliği ve derinliği ile son derece hüzünlüydü.
Çocuk şarkısı olarak kabul edilse de; büyükler arasında bile zevkle dinlenen, hoş bir tadı vardı. Neredeyse ilkokul sürecinden geçen her Türk çocuğunun bir kere de olsa söylediği, söylerken de; insanın iç sesine dokunan ve aynı zamanda da otantik namesiyle tuhaf duygulara sürüklendiği, ender ilkokul şarkılarımızdan sadece birisiydi:
“Orda bir köy var uzakta”
Âşık Veysel gibi bir dehayı Şarkışla’nın Sivrialan köyünden bulup çıkaran Ahmet Kutsi TECER, özellikle köy kültürüne olan ilgisi nedeniyle
Sivas için son derece önemli bir şahsiyetti. Sivas Erkek Lisesinde edebiyat dersleri vermekteydi. Tartışmasız bugün, klasikler arasında yerini almış birçok Anadolu köy kültürünün de günümüze kadar gelmesini sağlayanların başında gelmekteydi.
Aynı Lise’de müzik öğretmenliği yapan Muzaffer SARISÖZEN ile ister istemez yollarının kesişmesi kaçınılmazdı. Tecer; zaten kendisi gibi kültür aşığı olan Sarısözen ile beraber Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni kurmuş ve birçok halk aşığının şiirlerinin yayınlanmasına ve tanınmasına da vesile olmuştur.
Her ne kadar Kudüs’te doğup, Erzincan’ın Refahiye (Eğin) İlçe’sinde büyüyen Tecer, Sivas’ı öylesine sevmiş ve benimsemiş ki; Sonradan aldığı Kutsi adını doğduğu yer olan Kudüs’ten, Tecer olan soyadını da Kangal’lı Âşık Ruhsati’nin bir şiirinde geçen Tecer dağından esinlenerek soyadı olarak kullanması, O’nun ne denli bir kültür ve Sivas aşığı olması için yeter de artar bile…
Ahmet Kutsi TECER, Sivas İl Merkezine bağlı Havaalanı mevkiinde bulunan, Çelebiler Köyü’ne de sık sık misafir olmaktaydı. Halk kültürünü çok iyi bildiği için de, köylerde aranan bir kişiydi. Özellikle Halk Edebiyatı ve köy kültürü, O’nun için bir yaşam biçimiydi.
“Orda bir köy var uzakta”
Bu şiirin, özellikle Sivas Merkeze bağlı Çelebiler Köyü için yazıldığı bilinmektedir.
Değerli halk bilim uzmanı Dr. Doğan KAYA’ da, Bu şiirin Çelebiler köyünden esinlenerek yazıldığını, rahmetli Neriman Altındağ TÜFEKÇİ’den bizzat dinlediğini söylemiştir.
1930’lu yıllardan sonra, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda duyulan heyecanı belki de en güzel yaşatan, büyük-küçük herkese heyecan veren bir ezgi olarak ta kabul edilebilir.
Plağa okunmasından sonra neredeyse bütün okullar bu plaktan birer tane edinmiş ve teneffüslerde her zaman çalınmasını sağlamışlardır. Şarkı, 60’lı yılların sonuna doğru, idealist bir köy öğretmeninin hikâyesinin anlatıldığı siyah-beyaz bir filmle birlikte zirveye çıkmıştı.
Ahmet Kutsi TECER’in özellikle bu şiiri, gerek şehir kültürü, gerek Halk kültürü ve gerekse çocuklara bıraktığı güzel bir miras olduğu muhakkaktır. Bir kuşak neslin yüreğinde her zaman güzel hislerle yaşamaya devam edecek, çok önemli bir kültür olgusu, şehir kimliği niteliğindedir.
“Orda bir köy var uzakta”
O Köy; yani Sivas Merkeze bağlı Çelebiler Köyü…
“Gitmesek de gezmesek de” bizim köyümüz olmaya devam edecek, hatırladıkça yüreğimizi ıslatan o lirik ve otantik namesiyle de eskimeyen, bir geçmiş zaman şarkısı olarak kalacaktır.
Kim bilir; belki de hala büyümeyen o “eskimiş çocuklar” ın içlerinde kaybolmayan çocuksu duyguları kabarır zaman zaman, Gardaşlar Dağı’ nda, Meraküm Tepesi’nde boy veren bir akasya misalidir şimdi, Mısmılırmak boyunca, Kızılırmak boyunca…
Kurtuluş Savaşımızla birlikte bir Anadolu’ya yöneliş başladı bizde. Vatanı ve İstanbul’u kurtarmak Anadolu’yu ayağa kaldırmakla mümkündü.
Biliyor musunuz, sanıldığı gibi Anadolu insanı “Samsun’dan Doğan Güneş”i beklemiyordu.
Doğu illeri bu bölgenin Ermenilere verileceği telaşıyla “Ne yapacağız? ” diye bir “bölgesel kurtuluş çaresi” araştırıyordu Erzurum’da…
Anadolu, hiç işgal yüzü görmemişti ve işgalci bir ordunun neler yapabileceğini bilmiyordu.
İzmir’in işgali, İstanbul’un işgali halkı sarstı. Kötü muamele uyandırdı toplumu.
Balkan işgalinden kaçıp kurtulanlar işgal ordusunun vahşetini bildiklerinden son vatan parçasını da kaybetmemek için İzmir’e koştular.
Mustafa Kemal ise Anadolu içlerine… Anadolu uyandırılmalıydı…İstanbul aydınları, “Anadolu” denince “şırıl şırıl dereler, yemyeşil çayırlar, pehlivan yapılı delikanlılar, çeşme başlarında güzel köylü kızları…” düşünürlerdi.
Anadolu’yu tanımazdı pek kimse. Milli mücadele için Anadolu’ya geçince şaşırdılar.
Anadolu, virandı. Yakup Kadri’nin ünlü romanı “Yaban” bu hayal kırıklığının ibretli belgesidir.
Anadolu insanı ağaların, şeyhlerin, yoksulluğun ve cehaletin elinde zebun düşmüştü.
Cumhuriyet’in en büyük hedefi köyü ve köylüyü yükseltmek, zenginleştirmek, eğitmek ve onurlandırmak oldu.
Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir.” sözü, o zaman için tek üretici güç olan bu insanları hak ettikleri saygı ve ilgiyi görmeleri için bütün devlet kademelerine verilmiş bir direktifti.
Üstelik vatanı bu yoksul ve mazlum insanların ayağa kalkışı kurtarmıştı. Bir “köye yöneliş hareketi” başlamış oldu.
Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.
Bu şiirler, bu şarkılar bize hiç tanımadığımız köylerde yaşayan kardeşlerimiz olduğunu hatırlatıyordu.
Orda bir ev var, uzakta
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.
Orda bir ev varsa, bacası tütüyorsa… Hani İstiklal Marşımız diyordu ya: “ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak! ” İşte o ocak, bu ocaktı… Ekmek kadar aziz, su gibi aydın…
Orda bir ses var, uzakta
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da, tınmasak da
O ses bizim sesimizdir.Orda uzaklarda bir yerde bir davul çalar, bizim düğünümüzdür. Bir çoban yanık bir türkü söyler, bizim sesimizdir. Bir çocuk ağlar, bizim acımızdır…
Sağlığında anamdan dinlemiştim: “Beş-yedi yaşlarındayken bir dut ağacının üstünde iki arkadaş sohbet ediyorduk, dedi.
Aşağıda yaşlı bir Fadime Teyze vardı, bir hasırın üstünde yatıyordu. Hastaydı her halde, inliyordu. ‘Uuuuyy! Uuuuyyy! Her yanlarım ağrıyoorr! Hükümet ne bilsin benim buralarda öldüğümü! ’ dermiş.
1935-37’lerde genç Cumhuriyet’in bir köylü kadınına verdiği güvene bakın!
Orda bir dağ var, uzakta
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de, çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.
Orda, uzaklarda dağlar var, ormanlar var, madenler var…
bütün bunlar bizim!
Bu aziz yurt, bizim!
Babalarımızın dedelerimizin armağanıdır. Gitmesek de bir gün, ilk fırsatta gideriz. Oraları şenlendiririz.
Bu duygu bize Köy Enstitülerini kurdurdu. Her köye bir öğretmen gönderdik yine köy çocuklarından. Halaylar çekilir oldu köylerde, Cumhuriyet Bayramları kutlandı neşeyle, huzurla…
Orda bir yol var, uzakta
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de, varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.
Köy Enstitülerinden, Öğretmen okullarından mezun olan ağabeylerimiz, ablalarımıza tayin edilmek üzere üç il adı yazmaları istenirdi.
Her yerde öğretmen açığı vardı.
Onlar “Türk bayrağının dalgalandığı her yerde göreve hazırım.” yazarlardı göreve başlama dilekçelerinde…
Şubat ya da yaz tatillerinde geldiklerinde Ağrı-Patnos ve Hakkari-Yüksekova hikayeleri dinlerdik onlardan gözlerimiz ışıl ışıl, oralara öğretmen olarak gideceğimiz günlerin hayallerini kurarak…Evet,
Orda bir yol var, uzakta
O yol bizim yolumuzdur.
O yol, birliğin, kardeşliğin, millet olmanın; sevinçlerde ve kederlerde aynı duyguları yaşamanın yoludur.
Kalkınmanın, zenginleşmenin, Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın, Bilgi toplumu olmanın yolu, Atatürk’ün ışıklı yoludur.
Sedat DEMİRKAYA
Kayıt Tarihi : 1.9.2008 20:34:00

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar, takım elbise ve açık hava

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...