15 Haziran 2019 Cumartesi

Turgay Tanülkü

18 yaşındayken girdiği cezaevinden 26 yaşında bambaşka bir insan olarak çıkmış
Ünlü oyuncu, 1970’lerde Ulucanlar Cezaevi’nde siyasi nedenlerle hapse girdiğinde daha 18 yaşındaymış. Hem hukuk fakültesini hem de konservatuvar sınavlarını kazandığı sırada girmiş cezaevine. Ve oradayken birçok işkenceye maruz kalmış… Tanülkü, ilk olarak, koğuştaki arkadaşlarını eğlendirmek için fıkraları canlandırarak sokmuş tiyatroyu koğuşa.
Ailesi onun hapiste olduğunu bilmiyor, onu Almanya’da sanıyorlarmış. Bu yüzden de tek bir ziyaretçisi bile yokmuş yanına gelen.
Cezaevindeyken okula gidip gelebiliyormuş gardiyan eşliğinde; bu sayede bitirebilmiş konservatuvarı
Okulla cezaevi arası iki caddeymiş ve gardiyan okula kadar getirip bırakıyormuş onu; akşam üzeri de alıyormuş. Okuldakilerse bilmiyormuş onun cezaevinde olduğunu.
“Çocukları kurtarmam gerekiyordu. Onlar için bir şeyler yapmam gerekiyordu.”
Böyle söylüyor Turgay Tanülkü. 26 yaşındayken -yani tam 8 yılı uçup gitmişken- , suçsuz olduğu anlaşılmış ve serbest bırakılmış. Ama hapisten çıkarken bir söz vermiş kendisine: “Bir gün cezaevine tekrar gideceğim!”
Bu yüzden, 26 yaşındayken çıktığı cezaevine, mahkumlarla gönüllü olarak tiyatro yapmak için geri dönmüş
1981’de gönüllü olarak tiyatro yapmaya başlamış mahkumlarla ünlü oyuncu. Tıpkı kendisine söz verdiği gibi, geri dönmüş cezaevine ama bu sefer bir suçlu(!) olarak değil. Ve sonra, mahkumlardan bir grup oluşturmuş; kısa sürede de ilk oyunlarını sahneye koymuşlar.
“Çocuklar gelirdi babasını, annesini seyretmeye. Oyun biter, misafirler gider, o koca koca adamlar sahneden iner, ailesinin oturduğu koltukları koklardı.”
Böyle söylüyor Turgay Tanülkü, mahkumlarla yaptıkları oyunlar hakkında. Ve ekliyor: “Tiyatro bir insan kokusudur.”
27 yıldır evli olan ünlü oyuncu, cezaevindeyken gördüğü işkenceler yüzünden hiçbir zaman çocuk sahibi olamamış ama bu oyunlar ve galalar sayesinde mahkumların çocuklarıyla tanışmak iyi gelmiş ona her zaman.
Oyunlar sayesinde tanıştığı mahkumların çocuklarına elinden geldiği kadar yardımcı olmuş her zaman; daha fazlası içinse tiyatro dışında bir iş yapması gerekiyormuş
Çocuklarını okutabilecek durumu olmayan mahkumların çocuklarını okutmaya başlamış önce; sonra erzaklarını almış, kiralarını ödemiş. Ama tüm bunları sağlayabilmesi için tiyatro dışında başka bir işe de ihtiyacı varmış.
Bir yandan TRT’de Ferhunde Hanımlar dizisinde oynarken bir yandan naylon torba satmış, çay ocağı işletmiş… Ve oradan kazandıklarıyla destek olmaya çalışmış çocuklara
Daha sonra da eşiyle birlikte, çaresiz kalıp sokağa ve suça yönelmesinler diye almaya karar vermişler bu çocukları
Ve şimdi 23 tane çocuğu var ünlü oyuncunun. 11 tanesi üniversitede okuyor; ortaokul ve lise çağında olanlar da var. Mesela 45 yaşında bir oğlu var.2 çocuğu, sahne aldığı oyunda rol alıyor… Çocuklarının hepsiyle tek tek gurur duyuyor ünlü oyuncu ama Merve Sultan Elgün isimli kızıyla bir başka… Çünkü Merve okulunu bitirip, savcı olmuş.
Tam 23 tane çocuğu var şimdi Tanülkü’nün, hepsiyle de ayrı ayrı gurur duyuyor ama kızı “Savcı Merve Sultan Elgün” bir başka
Merve’nin babası Buca Cezaevi’nde kalan mahkum oyunculardan. Bir oyun sırasında, küçücük bir kız olan Merve gelip tutmuş ünlü oyuncunun elinden ve “Turgay Baba dedikleri sen misin?”, “Biz okumak istiyoruz.” diye girmiş lafa. Böylece tanışmışlar.
Cezaevine babasını ziyaret etmek için geldiklerinde, içeri girerlerken bir savcı saçlarını okşamış Merve’nin. İşte o gün karar vermiş 12 yaşındaki küçük kız “savcı” olmaya. Sonrası zaten malum. Ünlü oyuncunun desteğiyle çok çalışıp kazanmış sınavları ve sonunda hayallerindeki gibi bir “savcı” olabilmiş.
Turgay Tanülkü, Merve için çok endişelenmiş zamanında… Nedeni ise ünlü oyuncunun şu sözlerinde saklı:
“Çünkü benim çocuklarım geçmişlerinden dolayı hayata bir sıfır yenik başlıyor. Kimileri yönetici oluyor, kimi başka pozisyonlarda görev alıyor. Çocukların geçmişleri bilindiğinde farklı davranmaya başlanıyor. Sultan sınavlara hazırlanırken, saçları ağardı, sarılık geçirdi. Çok sıkıntılar yaşadı. O sırada hep aklımdan şu geçiyordu: Benden kaynaklı sıkıntı yaşar mı, babasından dolayı sıkıntı yaşar mı? Savcı olacak ama her şeyini araştırıyorlar. Kendi kendimi yiyordum. Ona da belli edemiyorum. Sınav bitti, başmüsteşar Kenan İpek ‘Seninle gurur duyuyoruz’ dedi kızıma. O gün bütün dünya benim oldu. Bu çocuklar sıfırdan gelme…”
“Karıma anneler gününde 23 demet çiçek geliyor.”
Turgay Tanülkü’nün beş tane evi var, çocuklarına bu evlerde ve halen çalışarak bakıyor. Büyüyüp para kazanan çocukları, daha küçük olanlara destek oluyor. Böyle böyle geçinip gidiyorlar hep birlikte. Karısı da her zaman en büyük destekçisi olmuş yolculuklarında.
Baba mı diyorlar size diye sorulduğunda ise şöyle cevaplıyor ünlü oyuncu bu soruyu: “Evet baba… Ağır bir laf!”
Ve bu güzel yürekli oyuncu şöyle bitiriyor sözlerini: “Tüm çocuklarım ailelerine gitsin istiyorum.”
Merve savcı olmuş, babası ise cezaevinden çıkmış… Ama babasının Merve’ye söylediği şu laf çok ağrına gidiyormuş ünlü oyuncunun: “Ben sadece seni doğurttum kızım ama Turgay Baban sahip çıktı.”
Çünkü o diyor ki: “Tüm çocuklarım ailelerine gitsin istiyorum.”

KAVGAM

Adolf Hitler Kavgam isimli kitabında Fotoğraftaki cümleyi açıkça yazmış.
Nazilerin kutsal kitabı olarak da adlandırılmış olan Kavgam, Hitler'in hapisteyken kaleme aldığı, hayatını, hayal kırıklıklarını, ideallerini ve davasını anlattığı ideolojik bir eseridir. Marksizm ve emperyalizmin en büyük tehlike olduğunun altını çizerek acımasız bir şekilde eleştirmiştir.
Kavgam, Hitler'in yükselişiyle birlikte yükselmiş, hatta o kadar önem kazanmıştır ki, Nazilerin manifestosu haline gelmiştir. Kitap dünyanın şekillenmesinde de bir o kadar etkili olmuştur.
Aslında yaşananların tesadüf olmadığını, Hitler'in kitabında anlattıklarını harfiyen hayata geçirmiş olduğunu hayretle okuyacaksınız.
Dönemin İngiltere başbakanı Winston Churchill, "Eğer Kavgam'ı yeterince ciddiye alsaydık 2. Dünya Savaşı'nın çıkışını engelleyebilirdik." demiştir.
Kavgam, bir yönüyle "nefretini seven bir adamın" düşüncelerini yansıtırken, diğer yandan da dönemin Nazi Almanya'sını anlamamızı sağlıyor, tarihi şekillendiren önemli bir mihenk taşı niteliğinde…
Kitaptan bazı alıntılar sizleri de ürpertecek...
• Yalan ne kadar büyük olursa, inanan topluluk da o kadar büyük olur.
• Diktatörlük bisiklete binmek gibidir. Durulursa devrilir.
• Halk kitleleri güç ve kuvvet sahibini, rica edene tercih eder. Yani kendinden başka hiçbir gücü kabul etmeyen bir güce itaat etmeyi sınırsız bir özgürlüğe tercih eder.
• Parlamento vatandaşı yansıtamaz.
• Yüz tane boş kafa nasıl ki bir akıllı adama eşit olamazsa, yüz korkak adamdan da hiçbir zaman kahramanca bir karar beklenemez.
• Kendinizi dünya üzerinde hiç kimseyle karşılaştırmayın. Karşılaştırıyorsanız, kendinize hakaret ediyorsunuzdur.
• Yahudi'nin kavgada kullandığı silahı ikidir: Yalan ve aldatmak.
• Alman milletinin hayatı üzerindeki korkunç etkisi konusunda hiçbir fikir sahibi olmadığım iki tehlikenin farkına vardım. Bunlar Marksizm ve Yahudilikti.

• Herhangi bir sosyal ve özel hayatta ne şekilde bir pislik ve karanlık işler olmasın ki, ona bir Yahudi parmağı bulaşmamış olsun.

Sarı İnek

aktiyle aynı ormanda yaşayan bir aslan ve bir inek sürüsü varmış. Aslan sürüsünün gözü inek sürüsünde ama inek sürüsü kendini savunacak kadar kalabalık ve güçlü.
Aslanlar açlıktan yorgun, halsiz, güçsüz kalmışlar. Düşünüp taşınıyorlar; sürü kalabalık ve güçlü saldırırlarsa karşılık bulacakları kesin. Çaba sarfetmeden, enerji harcamadan nasıl karınlarını doyurabilirler, bunun yollarını arıyorlar…
Ve aralarında konuşup anlaşıyorlar, içlerinden ineklerin sürüsüne bir elçigönderiyorlar. Elçi diyor ki;
- Size saldırırsak ne olacağını biliyorsunuz. Mutlaka aranızdan birini alıp yiyeceğiz, buna engel olamazsınız. Gelin, ne kendinizi ne bizi uğraştırmayın, aranızdan birinin rengi çok sarı, sizden de farklı, bizim de gözlerimizi alıyor. Onu bize verirseniz size saldırmadan onu alıp gideriz ve bir daha gelmeyiz. Bundan sonra da güzel güzel geçiniriz.
İnekler düşünmüşler, taşınmışlar, bilge ineğe sormuşlar; “Olmaz” demiş bilge inek, “Aramızdan hiçbirini vermeyin” Ama aslanlar ısrarlı. En sonunda razı olmuş inekler, nasıl olsa saldırırlarsa birimiz gidecek, hem biz de çok yorulacağız. En sonunda peki demiş inekler, bir inekten ne çıkar? Biz büyük bir sürüyüz, bize bir şey olmaz…Vermişler sarı ineği, aslanlar da sarı ineği bir güzel yemişler, karınlarını doyurup kendilerine gelmişler.
Bir kaç gün sonra aslanlar gene acıkmışlar, yine gelmiş aslanların elçisi ineklerin yanına;
- Aranızda boynuzu kırık bir inek var, sinirimizi bozuyor, verin onu, ne kendinizi ne bizi uğraştımayın demiş…
Barış yanlısı inekler, ikinci tavizi vermişler, o inek de verilmiş. Artık işi öğrenen aslanlar, benekli inek, kuyruğu kısa inek, şöyle inek, böyle inek deyip inekleri bir bir almışlar sürüden. Sürü de günden güne iyice azalmış. Artık aslanlar elçiye gerek kalmadan açık açık saldırmaya, istedikleri ineği sürüden götürüp yemeye başlamışlar.
Sürünün ileri gelen inekleri, panik içnide tekrar bilge ineğe koşmuşlar. “Biz nerede hata yapıyoruz, sürümüz yok olacak! demişler.
Bilge inek cevabı vermiş, “Siz hatayı sarı ineği verirken yaptınız…“

Nesline ihanet

..Eski gemiler genellikle ahşap olduğu için çok fare barındırıyormuş. Bu farelerden kurtulmak için birçok fare kapanı, tuzak, yapışkan veya zehir kullanıldığı halde hem tam netice alınamıyor, hem de muzır yan etkileri de oluyormuş. Oysa İngiliz gemilerinde bu sorun hem yan etkisiz, hem de daha garantili olarak halledilirmiş. Nasıl mı? İşte o sinsi metod:
Önce bir tane fareyi canlı yakalıyorlar. Sonra o fareyi boş bir teneke veya varil içine koyup günlerce aç bekletiyorlar.
Tam açlığın zirvesindeyken, yakaladıkları küçük bir fareyi o tenekenin içine atıyorlar. Açlıktan gözü dönmüş olan fare, o küçük fareyi hemen yiyor. Birkaç gün daha aç bırakıyorlar ve yine o ilk küçük fareden biraz daha büyüğünü, aç farenin yanına atarlar. Böylece gittikçe daha büyük fare atarak, o fareyi aylarca beslemek suretiyle semirtirler.
Yani diğer fareleri her gördüğünde kolayca yiyebilecek büyüklükte ve cesamette bir canavar haline getirirlermiş. Diğer fareler ise o fareyi gördüklerinde, nasılsa“KENDİLERİNDEN biri” gibi görürler ve hiç sakınmazlarmış. Geminin her ünitesine böyle bir metotla hazırladıkları fare cinsinden canavar tuzaklar kurdukları için, daima başarılı oluyorlarmış…

Eşeğin gölgesi

5 Nisan 1968 günü Amerika'nın Iowa Eyaletinde 840 nüfuslu Riceville yerleşimi okulunda bir öğrencisi sınıf öğretmeni Jane Elliott'a bir gün önce öldürülen siyahi aktivist Martin Luther King'in neden öldürüldüğünü sordu. Sonradan psikoloji bilimi tarihine geçecek olan deneyini Elliott o bir anda tasarladı ve 8-9 yaşlarındaki hepsi beyaz olan öğrencilerini "mavi gözlüler" ve "kahverengi gözlüler" olarak ikiye ayırdı. Mavi gözlü öğrencileri sınıfın arkasına oturttu ve kahverengi öğrencilere de yeşil kartondan bir kolluk taktı sonra da " Burada ve her yerde kahverengi gözlü olanlar daha zeki daha temiz ve daha başarılıdırlar" dedi. Sonra da tahtaya dönüp "MELANİN" yazdı ve izahatını sürdürdü; "İnsanların göz rengini işte bu adını yazdığım kimyasal belirler. Doğum esnasında ne kadar fazla melanin salgılanırsa bebekler de o kadar zeki insanlar olurlar ve melaninin bolluğu da göz renginden anlaşılır. Kahverengi gözlü olmayanlar unutkandırlar, yaramaz olurlar ve kurallara daha az uyarlar. Söyleyin bakalım kahverengi gözlüler, hakikaten mavi gözlü olan sınıf arkadaşlarınız başarısız değiller mi?" Kahverengi gözlü çocuklar neşe içerisinde öğretmenlerini onayladılar. Jane Elliott hemen kurallar koymaya başladı " Bu günden sonra sınıftaki su sebilleri ayrılacak " kuralı ilk kuraldı "niye" diye sordu mavi gözlü bir çocuk ve kahverengi çocuklar "sizden mikrop kapmayalım diye aptal" cevabını aldılar. Mavi gözlü çocuklardan biri bir anda bir şey fark etti ve Jane Elliott'a "Ama siz de mavi gözlüsünüz" dedi ve cevabı yine kahverengi gözlü çocuklardan aldı; "Eğer kahverengi gözlü olsa idi müdür ya da müfettiş olurdu" diye. Bir anda kahverengi gözlü çocuklar lider ruhlu kendine güvenir ve hoyrat olurken mavi gözlü çocuklar silikleşmiş ve ezik durmaya başlamışlardı. Elliott biraz ileri giderek de kahverengi gözlü çocukların yanlış yaptıklarında mavi gözlüleri cezalandırmasına izin de verdi ve çok acımasız olduklarını gördü. Sonraki bir iki günde mavi gözlü çocukların başarılarında ve kendilerine güvenlerinde hissedilir bir düşüş yaşandı. Kahverendi gözlü çocuklar mavi gözlüleri itip kakıyorlar hor görüyorlardı ve işin garibi mavi gözlüler sadece boyun eğiyorlardı.
Öbür hafta Jane Elliott melanin hormonunu yanlış değerlendirdiğini hafta sonu okuyup inceleyince aslında melaninin mavi gözlülerde daha fazla olduğunu ve zeki ve başarılı olanların aslında mavi gözlüler olduğunu söyledi. Yeşil kolluklar mavi gözlülere takıldı, sınıfta kahverengi gözlüler arka sıraya oturtuldular ve durum tamamen değişti. İlginç bir şekilde bir hafta boyunca aşağılanmış olan mavi gözlüler "iktidarı" ele geçirince daha az acımasız oldular ama bu sefer kahverengi gözlü çocukların başarılarında düşüş yaşandı.İki haftanın sonunda Jane Elliott çocuklara bir deney yaptığını ve melanin isminde bir hormon uydurarak son iki haftada hep birlikte öğrenip gözlemlediklerini hatırlattı. Çocuklar çok rahatladılar aralarında birbirlerine sarılıp ağlayanlar oldu ve hep birlikte ırkçılığı anlamış oldular.
Jane Elliott bu deneyden sonra sayısız televizyon programına çıktı, yaptığı deney sayısız kere tekrarlandı ve psikoloji biliminin literatüründe onun ismi ile yer aldı ama söylemeye gerek yok Riceville yerleşimindeki öğretmenlik görevine son verildi. Hatta çocukları sokaklarda tartaklandı ve kendisi ile eşine en olmaz hakaretler edildi.
------------------------
Sebepsiz nefret içgüdüsü, sanki doğumdan itibaren hepimizde var öyle değil mi? Sadece ırklarla ilgili de değil. İnsanoğlu kendi gibi olmayana, kendi gibi yaşamayana, kendisinden farklı düşünene, daha zengin, zeki, itibarlı, eğitimli, etkin ve başarılı olana, yanlış yaptığını kendi fark edince doğruyu yapana, uyarana "nefret" hissi duyuyor. Dünya kurulduğundan beri sayısız göç, sürgün, zulüme neden olan bu duygu tıpkı enerji gibi tükenmiyor, kaybolmuyor sadece şekil değiştiriyor.Daha da kötüsü bence bu güdüyü yok etmekle yükümlü olan kanaat önderleri, eğitimciler, din adamları, siyasetçiler "eşeğin gölgesi" ile ilgileniyorlar☹️
Eşeğin gölgesi öyküsüne gelince eski Atina’da önemli bir soruna çözüm aranırken kürsüye fikrini söylemek için filozof Demostenes çıkar. Ancak kekeme olduğundan sözünü dinletemez. İnsanlar sürekli kendi aralarında konuşmakta, filozofu dinlememektedir. Bunun üzerine Demostenes, “Bir hikaye anlatıp ineceğim” diye bağırır ve sessizlik olunca anlatmaya başlar:
“Bir yolcu Atina’dan Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamış. O eşeğin üzerinde, kiralayan eşeğin sahibi de yayan olarak yanlarında beraber yola çıkmışlar. Derken öğle sıcağı bastırmış, biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için durmuşlar ama hiç gölgelik yokmuş ve eşeğin sahibi hemen eşeğinin gölgesine sığınmış. Eşeği kiralayan, ‘Sen çekil gölgede benim oturmam gerek’ demiş. Eşeğin sahibi itiraz etmiş: ‘Tabi ki ben oturacağım, çünkü eşek benim.’ Yolcu; " Ama eşeği kiraladım’ deyince de, ‘Ben sana eşeği kiraladım gölgesini değil’ cevabını almış ve tabi sonunda aralarında kavga çıkmış.
Hikayeyi dinleyen herkes dikkat kesilmiş ve hikayenin sonunu bekliyormuş ama Demostenes bu noktada kürsüden inmiş ve uzaklaşmaya başlamış. Dinleyiciler," Hey ne oldu sonunda? Hikayenin sonunu anlat” diye bağrışmaya başlayınca Demostenes kürsüye dönmüş ve demiş ki; “Ben sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalışıyorum ama siz eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Artık ne fikrimi söyleyeceğim ne de öykünün sonunu” ve yürüyüp gitmiş.
Benim de size yazmış olduğum bu "sebepsiz nefret" konusu o kadar önemli olmasına rağmen ne yazık ki "eşeğin gölgesi" kadar bile dikkat çekmiyor."
Paylaşılamayan nedir? ideolojiler mi? tarihin yükü mü? toplumsal saplantılar mı? iktidar mı? şovenizm mi? Bana göre her biri "eşeğin gölgesi.”
Eğitim sistemleri, müfredatlar, inançları öğretenler , liderlikler ne yazik ki bu duygunun yanlış / ilkel ve herkese zarar verici olduğunu "Ama-fakat-ancak" sız vurgulamıyorlar ve her yıl anımsayacak vahşet ve acı çoğalıyor.
(Teşabeav)

TAKSİM CUMHURİYET ANITINDAKİ KADIN

İtalyan heykeltıraş Pietro Kanonika’nin Roma’da Cumhuriyet anıtını yapmaya başladığı sene, Fındıklı’daki Sanayi-i Nefîse Mektebi’nde de, bir yarışma başlatılır. Birinci olan öğrenci tüm masrafları karşılanıp Roma’ya gönderilecek ve Kanonika’nin yaninda staj yapma şansına sahip olacaktir. Nihayet yarışma sonuçlanır.
Birinci 22 yasindaki Sabiha Ziya isimli ögrenci olur. Kızın bekâr olması sebebiyle Roma’ya, bir yabanci heykeltıraşın yanına gönderilmesini uygun görmeyip karşı çıkanlar olsa da, dönemin Maarif Bakanı Mustafa Necati Bey ve Atatürk’ün de müdahaleleriyle Sabiha Ziya Roma’ya yolcu edilir.
Yıllar sonra Taksim'de Cumhuriyet Anıtını yapma görevini üstlendiğinde Kanonika, yaptığı anıta, kadınlarla ilgili devrimi hatırlatan bir sey daha ilâve etmeye karar verir ve anıtın 2 tarafina birer kadın yüzü yapar. Anıtın, bağımsızlığı simgelemek için bayrak açmış askerlerin bulundugu iki tarafinda bulunan bu iki kadın biri peçeli, ( Cumhuriyet öncesi kadını simgeler ) digeri peçesizdir ( Cumhuriyet dönemi kadınını simgeler ). Bu iki kadın yüzü de ayni kisiye, Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşı Sabiha Ziya Bengütas Hanım’a âittir.
Sabiha Ziya Bengütas hakkında bilgi için aşağıdaki linke tıklayınız.
http://www.sabihabengutas.com/sabihabengutas-kimdir.html

HÜSEYİN BARADAN

Sinema sanatçısı Hüseyin Baradan , eşi Hayriye Baradan ile Yunan Adaları'na gemiyle çıktığı gezide , büyük bir acı yaşadı...
Gemi Girit'e yaklaşırken eşini kaybetti , yapayalnızdı...
İşte o an kendi deyimiyle karşısında bir " melek " buldu...
"Melek " , Girit'te bir seyahat acentasının sahibi Manolis Gavrilakis'ti...
Gavrilakis , İlk kez gördüğü bu Türk'ün acısına ortak oldu , sıkıntılarını paylaştı... " Annem " dediği Hayriye Baradan'ın cenazesinin İzmir'e çok kısa bir süre içinde gelmesini sağladı...
" Kurban Bayramı'nda , 45 yıllık eşim Hayriye Baradan'la uzun süredir görmeyi düşlediğimiz Yunan Adaları'na gideceğimiz için çok mutluyduk " diye söze başladı
Hüseyin Baradan...
Günlerdir sadece çok yakınlarının bildiği bir sırrı açıklamadan önce derin bir soluk aldı , " o acı günlere dönmek canımı acıtıyor ama artık yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum " dedi ve başladı anlatmaya...
" Kurban Bayramı'nda Yunan Adaları'na düzenlenen bir geziye eşimle birlikte iştirak ettik... Gezi Kuşadası'ndan başlayacak , Mikonos , Rodos , Girit ve Santorini Adaları'nı kapsayacaktı. Gemimiz " Odesus " mükemmeldi...
Gemi kaptanı , 10 yaşına kadar Türkiye'de yaşamış bir Rum çocuğuydu . Gemide Türkler de vardı... Hatta Batı Dersaneleri'nin sahibi de eşiyle birlikte gemideydi...
Rodos'a geldiğimizde, özel bir gündü...
Eşime " dolaşmaya çıkalım mı" dedim... " Kendimi iyi hissetmiyorum , ben gemide dinleneceğim . Sen gez gel " dedi bana...
Dışarı çıktım ama her yer kapalıydı . Açıkçası eşim yanımda olmadan pek keyif alamadım... Kısa sürede döndüm gemiye... Girit'e doğru yola çıktık...
Akşam yemeğinde yine dostlarımızla birlikte eğlendik... Saat 09.30 sıralarında gemi sallanmaya başladı . Eşim tedirgin oldu , " Hüseyin ben kamarada dinleneceğim " dedi.
Ben de onu yalnız bırakmak istemedim.
Odamıza çekildik... Bu arada, eşim " ben fena oluyorum " deyince telefonla doktoru çağırdım.. İnanmazsınız ama, bir ambulansta bile olmayacak sıhhi teçhizatla, bir doktor ve iki hemşire iki dakika içinde kamaraya girdiler.
Hemen eşime müdahale ettiler... Tansiyonunu ölçtükleri sırada , " Hüseyin, ben ölüyorum " dedi ve gitti...
O doktorların gayretini yaşamayan bilemez . Ama sonuçsuz kaldı...
Donup kaldım... Beni dışarı aldılar . Gemi personeli benim için seferber oldu . Girit'e geldik , gemi kaptanı , iki hemşire ve ben karakola , ifade vermeye gittik.
Gemi iki saat sonra kalkacak... Bize iştirak eden rehberler de " ihtiyacınız olur ", diyerek 500 dolar bırakıp gittiler... Girit Adası'nda yapayalnız bir adamım . Param kısıtlı... Beni morga götürdüler , polis ifademi aldı.
Perişan bir haldeyim . Karakolda genç bir adam var... Birden, " Ben size yardım etmek istiyorum " dedi , " Ben Comodor Seyahat Şirketi'nin sahibi Manolis Gavrilakis..."
Kendisine " Çok teşekkür ederim " dedim...
" Bakın çok yorgunsunuz . Ben şimdi sizi bir otele götüreceğim . Biraz dinlenin " dedi...
Peki deyip çıktık,
" Astoria " diye 5 yıldızlı bir otel... Orada sıkıntılıydım , yerimde duramadım... Az sonra Manolis eşiyle birlikte geldi . Yarı İngilizce , yarı Rumca anlaştık..
Sohbetimiz sırasında , kendisine " Manolis , benim vizem yok , gemi de gitti ben şimdi ne yapacağım " diye sordum...
" Sen bunu hiç düşünme . Ver bana pasaportunu , için rahat olsun..." diye yanıtladı sorumu...
" Manolis ne yapmam gerekiyor " diye tekrar sordum...
" Beni dinler misin " dedi " Sen şimdi buradan git... Hayriye Anne'yi bana teslim et.."
Bir an şaşırdım.. " H üseyin ilk kez gördüğün bir adama nasıl güvenirsin ? " diye kendi kendime konuşurken , ondan bir teklif daha geldi:
" Ben size birşey sormak istiyorum... Sizde çok kıymet verilen kendinden büyük insana ne denir ?.."
" Ağabey " dedim..
" Müsaade edersen ben size ağabey diyeceğim . Buyrun yazıhaneme gidelim " dedi.
Yazıhane çok güzel bir yerde... Ben ağlıyorum , ama onun nişanlısı benden fazla gözyaşı döküyor . Şaşkın bir haldeyim...
Manolis , " Ağabey " dedi , " Ben herşeyi ayarladım . Şimdi sen buradan uçağa bineceksin , Atina'ya gideceksin... Havaalanında seni bir araba karşılayacak . Şoförün elinde, isminin yazdığı bir levha göreceksin . Otelde 134 nolu odada kalacaksın.
Şoför ertesi sabah seni otelden alacak , Atina Havaalanına gideceksin.. Oradan Türk Hava Yolları'nın 10.45 sefer sayılı uçağına bineceksin . İstanbul'a vardığında 14.35'te kalkan İzmir uçağına bineceksin..."
Bunları söyledikten sonra , yazıhanesinin bir köşesinde bulunan " ikonu " bana uzattı ve ekledi:
" Ağabey sen Müslümansın . İnanmayabilirsin ama al çantana koy . Bu seni rahatlatır..."
Aldım ikonu , çantama koydum.
Haydi şimdi havaalanına gidiyoruz " dedi..
Peki dedim , " Eşimin cenazesi nasıl gelecek ?.."
" Sen onu düşünme " diye yanıtladı sorumu ve devam etti: " Anne bana emanet... Bu işler biraz fazla sürer , ama sakın merak etme... En kısa zamanda anneyi İzmir'e göndereceğim..."
Arabasına bindik , elinde bir paket , yolluk hazırlamış , suyundan ekmeğine varıncaya kadar herşey var... Çekindiğimi anlayınca , ısrar etti :
" Bak bu saate kadar hiçbir şey yemedin... Bunları mutlaka ye.."
Bir de ilaç verdi , " bunu da 6 saatte bir içersiniz . Sizi rahatlatır..."
Manolis ve eşi uçak kalkıncaya kadar bekledi . Beni uğurladılar. Uçakta yalnız kalınca " 45 yıllık karını ellerin elinde nasıl bıraktın " diye başladım içten içe ağlamaya...
Atina'ya geldik . Kapıda bir Mercedes , yanında bir şoför , elinde " Mr. Baradan " yazılı bir levha... Dediği otele girer girmez telefonum olduğunu anons ettiler , danışmaya gittim...
" Abi ben Manolis , rahat geldin mi.. Ağlama bak , sakın ola ki otelde yememezlik içmemezlik etme... Saatte bir arayacağım seni... İlacını içtin mi ? "
Gece yatmadan önce , saat 01.00'de bir telefon daha... " Abi hapı içersen sakın içki içme..."
Ertesi sabah 09.00'da araba geldi... Beni aldı , Atina Havaalanına vardık . İçeri girer girmez , yine telefon anonsu..
" Alo abi ben Manolis , nasılsın , iyi misin . Hiç üzülme , anneye otopsi yapıldı en yakın zamanda göndereceğiz.."
Bu arada Hüseyin Aslan , Hakan Tartan , Dışişleri Bakanlığı devreye girmiş.. Hakikaten bürokrası uzun iş... Geldik İstanbul'a...
Havaalanına iner inmez , " Sayın Hüseyin Baradan , danışmaya gelmeniz rica olunur " diye bir anons... Gittim yine Manolis...
" Abi Manolis , geldin değil mi , şimdi rahatladım oh... İlacını içtin mi..."
Bu arada iki kez Hüseyin Aslan'ı üç kez de oğlumu aramış " merak etmeyin baba az sonra uçakla geliyo r" diye...
İzmir'e gelince beni Ege Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan ile İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina karşıladı....
Büroya gelince , Manolis'i aradım... Bana söylediği tek şey ; " Anneyi düşünme , cenaze pazar günü geliyor " oldu.
Pazar günü cenazeyi almaya gittiğimizde şaşkınlıktan dona kaldık... Manolis cenazeyi gelin gibi süslemişti . Gözyaşlarımı tutamadım...
Ertesi gün Hocazade Camii'nde yapılan dini törenden sonra Hayriyemi toprağa verdik... Onca kalabalığa karşın beni en çok duygulandıran, tam tören saatinde Manolis'in cep telefonundan araması oldu:
" Abi üzülme sakın ha, ağlamayasın... Çok kalabalık var değil mi ?.. İnsanın sevilmesi kadar güzel bir şey yok . Ben her zaman yanındayım artık.."
Eşimi defnettikten sonra Manolis'i aradım telefonla... " Sevgili dostum... En acı günümde yanımda oldun... Söyle bana , senin için ne yapabilirim ? "
Tek birşey söyledi Manolis , " Bunları düşünme , beni kardeşinin yerine koy bu bana yeter . Ama ille de birşey yapmak istiyorsan , İzmir'in methini çok duydum , hele Kordon'u pek güzelmiş... İkinci balayımı İzmir'de geçireceğim. Bana rakıyla balık ısmarlarsın , ödeşiriz..."
Gördüğün gibi Hürolcuğum ; yarımseverlik , ne dil , ne din , ne ırk hiçbir şey dinlemiyor . İnsanlık başka bir olay... Biliyor musun , oradan buraya cenaze masrafları 6000 dolar... Uçak , yol , otel paraları bunun dışında... Söyle Allahaşkına , böyle bir iyiliği bugün kim yapar ?...
Bu yaşadıklarımdan sonra , Yunan Başkonsolosluğu'na , Yunan Konsolosluğu'na , Yunan Dışişleri Bakanlığına , Kültür Bakanlığı'na , Girit Valisi'ne , Girit Belediye Başkanı'na birer mektup yazdım .
Dedim ki :
" Sizin işte böyle bir vatandaşınız var , onunla gurur duyun..."
Acıyla dostluğu birarada yaşamak nasıl birşey bilir misin Hürol...
İşte ben bunu ilk kez gördüğüm bir insanla o kadar yoğun yaşadım ki...
İnsanlığını kaybetmiş bu kadar puştun içinde yaşarken , böyle şeyler bana çok ama çok ağır geliyor.
"

Hikaye olunur ki :Pir Sultan Abdal ...

Pir sultan abdal dar ağacına doğru yürümeye başlar. Hızır pasa emir verir, herkes Pir sultan'ı taşlasın, taş atmayanın boynu ucurulmus bilsin. Uğruna mucadele ettigi halk pir sultan'ı taşlamaya başlar. Taşlar pir sultan'a kadar gelmekte ama değmeden düşmektedir.
Pir'in müsahibi ali baba taş atmasa da can korkusundan pir'e gül atar. Gül pir'e deger ve yaralar. al kanlar akar bedeninden. can dostunun bu hareketinden incinen pir'in dudaklarindan su nefes dökülür:
Şu kanlı zalimin ettiği işler,
Garip bülbül gibi zareler beni,
Yağmur gibi yağar başıma taşlar,
İlle dostun gülü yareler beni
Bir derdim var idi şimdi elli oldu,
Dar günümde dost,düşmanım belli oldu,
Ecel fermanı boynuma takıldı,
İlle dostun bir fiskesi yareler beni
Pir sultan abdal'ım can göğe ağmaz,
Hakk'tan emrolmayınca rahmet yağmaz,
Şu elin attığı taş bana değmez,
İlle dostun attığı gül pareler beni.
Sivas'ın Ali Baba mahallesinin adı buradan gelir..
Ali Baba mahallesi Madımak otelinin bulunduğu mahalledir.

TAKSİM ANITI

Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı, İtalyan mimar Giulio Mongeri' nin kaidesi ve çevre düzenini tasarladığı, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica' nın yaptığı ve iki genç Türk heykeltıraşın (Hadi BARA ve Sabiha BENGÜTAŞ) yardımları ile tamamamlandı ve açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
11 metre yüksekliğindeki bu anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye’sini anlatır.
İtalyan mimar Mongeri, anıtın kidesini adeta bir bina gibi düşündü. Altında heykelleri barındıran ve dört cephesinde sivri kemerler bulunan bir anıt inşaa etti. Bu sivri kemerlerle oryantalist ve geleneksel Türk mimarisine gönderme yapmış oluyordu. Kidenin iki yan cephesine birer havuz ve çeşme yaptı ise de buradan hiçbir zaman su akmadı. İnşaatta pembe renkli Suza ve yeşil renkli Trantino İtalyan menşeli mermerler kullandı. Dört cepheli kidenin kuzey yüzünde Kurtuluş Savaşı, güney yüzünde Cumhuriyet Türkiye'si canlandırıldı. İki yan cephede sancağı dalgalandıran Türk askeri vardır. Kurtuluş Savaşı'nı canlandıran cephede, başında kalpağı ile savaş giysili askeri üniforması içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Kocatepe'deki pozu canlandırılmıştır. Yanında piyadesi ile, süvarisi ile, topçusu ile kahraman askerleri yer alıyor. Bir de savaşın lojistik destekçisi fedakâr Türk kadını yere bağdaş kurmuş savaşı izliyor.
Gerek Kurtuluş Savaşı gerekse Cumhuriyet'in kuruluşunda “Bolşevikler”in maddi ve manevi desteğine bir nebze teşekkür etmek için o iki generalin heykeli oraya konmuştu.
Mustafa Kemal’in hemen solundaki sivil giyimli şahıs Rusya tarihinin en önemli askerlerinden biridir: Kızıl Ordu’yu Orta Asya’ya götüren ve 1922’de Enver Paşa’nın hayatına son verilmesi de dahil olmak üzere birçok harekâtın plânlarını bizzat hazırlayan General Mihail Vasiliyeviç Frunze; Frunze’nin arka solundaki kasketli asker de bir başka Sovyet generali, Kliment Yefremoviç Voroshilov’dur...
General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı.
1906’da Lenin ile tanıştı.
Çarlık Rusya’nın istenmeyen adamlarından biri olan Frünze aynı yıl utuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti.10 yıllık sürgün hayatının ardından şu anda Belarus’un başkenti olan Minsk şehrinde saklandı.
Bolşevik Devrimi başarılı olunca Sovyet Kızıl Ordusu’nun en ünlü askerlerinden biri haline geldi.
1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı.
Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı. Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti.
1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı.
Frunze’nin mezarı, Kızıl Meydan’da, Lenin Mozolesi’nin arkasındaki Kremlin duvarındadır.
Ölümünün ardından doğduğu şehir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adı Frunze olarak değiştirildi. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, şehre tekrar Bişkek adı verildi.
General Frunze, bizim tarihimiz açısında da önemli bir yere sahipti.
1921 ekiminde Kars Konferansı’nda Ukrayna Sovyet Sosyalist Devleti’nin elçisi olarak yer alarak ilk kez Türkiye’yi yakından tanıma fırsatı buldu.
Daha cumhuriyet ilan edilmeden Lenin’in özel talimatıyla, Sovyet Birliği’nin Olağanüstü Elçisi unvanıyla Ukrayna’dan Ankara’ya doğru yola çıkar. Batum limanından İtalyan gemisi Sannago ile yola çıkar. 26 Kasım 1921 de Trabzon'a varır.
İngiliz ve Fransız gemileriyle dolu Karadeniz’i aşmak o dönem zordur. Batılı ülkeler koskoca Karadeniz’de Frünze’nin Türkiye’ye ayak basmasını önlemek ister.
Trabzon’da dört gün kalan Frunze 1917 yılı başlarında özellikle Ekim Devrimi sırasında Rus Ordusunun Trabzon’dan Van Gölü’ne kadar 700 kilometrelik geniş bir cepheye yayıldığını Batum Trabzon arasına deniz kıyısı boyunca döşenecek askeri demiryolu için getirilmiş malzemenin geri çekilirken limanda bırakılmış olduğunu görür.
“Bütün bunların savaşta yedek olarak kullanılacağını düşünerek memnun olduk, ancak limana rastgele yığılmaları hoş değil ”der. Hemen hemen yüz kadar dekovil lokomotifin, pek çok vagonun, binlerce traversin, sayısız ray gibi pek çok değerli malın beş yıldan beri burada paslanmakta, çürümekte olduğunu, yalnız kısa bir süre önce bu malzemenin bir kısmının Sivas Samsun arasında kurulması planlanan demiryolu için Samsun’a götürüldüğünü dile getirir.
29 Kasım 1921 de Trabzon’dan Rus gemisi Georgiy’le yola çıkan Frunze 25 saat sonra Samsun’a varır. Samsun’dan 2 Aralık 1921 de karayolu ile yoluna devam eder. At sırtında kimseye yakalanmadan 13 Aralık 1921’de Ankara’ya gelir… Yanında getirdiği silahlar, toplar kadar heyette önemlidir. Türkiye’nin mücadelesinde kullanılacaktır çünkü. Rusya’nın 14 yüksek rütbeli subay Kızıl bayrak Nişanı’na sahiptir… Yolda karşılaştığı Türklerin sevgisine hayran kalır. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Genç TBMM’de 20 Aralık 1921’de bir de konuşma yapar…
Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 Ocak 1922 günü arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.
Mareşal Kliment Yefremoviç Voroshilov ise 1881'de Vernhiy/Ukrayna'da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Maden işçiliği yaparak eğitimini zorlukla bitirdi.Türkiye’den döndükten sonra Frünze’nin ölümüyle boşalan SSCB Askeri ve Deniz İşleri Halk Komiserliği görevine atanır. 1925-1940 arasında bu görevde kaldı. II. Dünya Savaşı'nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler'in kenti ele geçirmesini önledi. Savaş sonunda mareşalliğe yükseltildi ve 1947'de Politbüro üyesi oldu. 1953-1960 arasında Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı (cumhurbaşkanlığı) yaptı. 1969'da öldü.
Mareşal Kliment Yefremoviç Voroshilov'un bizim için önemi ise şuydu: Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara'ya gönderildi.
Türkiye’ye sık sık gelen Mareşal Voroshilov’un Ankara dışındaki durağı İzmir’dir. O dönem İzmir belediyesi 1933’te en büyük caddesine şu anda adı Plevne Bulvarı olan yere “Voroşilof” adını verir… İzmir’in fahri hemşerisi de olur

Diğer Yarım

“Puedes buscar por tierra, puedes buscar por aire, que como yo te he querido no va quererte nadie”
“You can search on earth, you can search in the sky, you will find anybody that loves you the way how much I love you”
“Dünyayı ya da gökyüzünü araştırırsan sen de benim onu sevdiğim kadar büyük bir aşk bulabilirsin…
Yunan mitolojisine göre, göklerin hakimi Zeus'un insanları çift olarak yarattığına inanılır.
Zeus'un yarattığı bu insanların dört kolu, dört bacağı, tek kafada iki ayrı yüzleri varmış ve sırtlarından yapışık biçimde çift olarak yasayan bu insanlar, keyiflerine düşkünlüklerinden dolayı şükretmeyi unutmuşlar.
Bu duruma sinirlenen Zeus insanları uyarmış.Kendisini unutan halka krallığına yakışan bir ceza vermek isteyen Zeus, bakanları kör edecek kadar parlak ve keskin bıçağıyla insanları iki parçaya ayırıp bu parçaları zarları atar gibi dünyaya atmış.
Yani artık her insandan iki tane varmış. Zeus insanları diğer parçalarından ayrı yasamakla lanetlemiş.
Her insanın bir ruh eşi mutlaka olsa da yalnızca çok az sayıda insan onu bulacak kadar şanslıymış.
Rastgele fırlatılan parçalar yüzünden artık ruh eşimizin nerede, nasıl yaşadığını bilemiyoruz. Ne iş yaptığını, nerede doğduğunu…
Ve yalnızca az sayıda insan onu bulmaya çalışacak kadar sabırlı.
Konforun aşk yerine tercih edildiği bir dünyada, ruh eşini arayan insanların sayıları da çok az.

Erken Karar Vermeyin

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, sadece bir at değil benim için; bir dost. insan dostunu satar mı?” demiş. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyara gidip özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ancak içlerinden “Bu ihtiyar sahiden saf” diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını asla bilemezsiniz”
Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması,
talihsizlik değil, şansmış meğer…”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
Lao Tzu

Carl Sagan

Carl Sagan ile ilk tanışmam sanırım 1998’de vizyona giren Contact (Mesaj) filmiyle olmuştu. Bir bilim kurgu sever olarak film beni derinden etkilemişti. O zamanlar Carl Sagan’ı çok da tanıdığımı söyleyemem, ismini duymuştum. İyi bir bilim insanı, halka bilimi sevdirmeye çalışan bir bilim elçisi ve astronom olduğunu biliyordum o kadar.
Contact filmini seyrettikten yıllar sonra, sanırım 2006 yılında İstanbul’da İstiklal caddesindeki (daha sonra kapanan) Robinson Crusoe kitapçısında Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabına denk geldim. O zamanlarda fark etmeden de olsa eleştirel düşünce kavramını anlamaya başlamış, bildiklerimi mantık süzgecinden geçirmenin yollarını öğrenmeye çalışıyordum. Üzerinde karanlık zeminde yanan bir mum resmi olan kitabı elime aldım, arkasını okuyunca içindekiler ilgimi çekti ve satın almaya karar verdim. Yazarının Carl Sagan olduğunu ancak kasaya gelince fark ettim.
Sagan’ın kaleme aldığı Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabı, elime aldığım günden beri benim için en önemli baş ucu kitaplarından biri oldu. Ondan, eleştirel düşüncenin temellerini, asılsız iddiaları nasıl tanıyabileceğimizi, duyduğumuz şeyleri nasıl irdelememiz gerektiğini öğrendim. Kitabın araladığı yolda zamanla eleştirel düşüncenin önemini kavradım, ve aynı kitap birkaç yıl sonra Yalansavar’ın ilham kaynağı oldu. Logomuzdaki yanan mum da, Sagan’ın karanlıkta yaktığı mumun ta kendisi.
Sagan, 20.yy’ın en önemli bilim insanlarından biri, meşhur Voyager uzay programının baş mimarı ve rasyonel ve eleştirel düşünce akımının adeta babası idi. Eleştirel düşünce kavramını yayma amacı ile kurulmuş pek çok oluşumun ya kurucu üyesi ya da büyük destekçisi oldu. Bütün bunların yanı sıra halka bilimi sevdirmeyi başarmış çok önemli bir bilim elçisiydi. 20 Aralık 1996’da kansere yenik düşüp aramızdan ayrıldığında sadece 62 yaşındaydı. Ama 62 yıla pek çok insana yol gösterip ilham verecek, insanlığın ufkunu dünyadan öteye götürecek bir yaşam sığdırmayı başardı.
Ölümün 20. yıl dönümünün hemen ardından Sagan’ı bir kez daha anmanın belki de en güzel yolu, onun Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabında kaleme aldığı ve her eleştirel düşünce tutkununun öğrenmesi gereken Sagan Palavra Tespit Yöntemlerini siz okurlarımızla paylaşmak.
Buradan sonra sözü Carl Sagan’a bırakalım:
“…Kandırmacalar bazen masumca toplu hezeyanlar şeklinde, bazen de ince hesaplanmış palavralar olarak ortaya çıkar. Genelde bunların kurbanları kendilerini güçlü duygular içinde bulurlar: hayret, korku, açgözlülük… Palavraları gözü kapalı kabul etmek kimi zaman size maddi anlamda pahalıya mal olabilir. Ancak bununla da kalmayıp çok daha tehlikeli sonuçlara varabilir. Palavralara kanan kurbanlara ne kadar sempati duyarsak duyalım devlet ve toplumların eleştirel düşünce yetilerini kaybetmesinin sonu felakettir…”
“Bilimde, öncelikle işe deneysel sonuçlar, veri, gözlem, ölçüm ve bulgularla başlarız. Eğer becerebilirsek, gözlediklerimize bir dizi olası açıklama getirir ve her bir açıklamayı sistematik olarak bu bulgularla yüzleştiririz. Bilim insanları eğitimleri sırasında bir grup palavra tespit yöntemi ile donatılırlar. Yeni fikirler, bu palavra tespit yöntemleri ile sınanır. Eğer yeni fikir bu sınamadan geçerse, onu heyecanlı, ama gene de çekingen bir şekilde kabul ederiz. Eğer siz de her ne kadar sizi mutlu etme potansiyeli olursa olsun karşılaştığınız bir palavraya inanmak istemiyorsanız ve bu yöntemi benimsemeye gönüllü iseniz bu konuda bir şeyler yapabilirsiniz. Elimizde denenmiş, işe yaradığı kabul görmüş bir yöntem var.
Bu yöntem ne mi? Eleştirel düşünce metodolojisi.
Eleştirel düşünce, rasyonel bir argüman ortaya koyup onu anlamak ve daha önemlisi hatalı ya da safsata dolu bir argümanı tanımaktan ibarettir. Bunu yaparken kendimize sormamız gereken soru, mantık silsilesini takiben vardığımız sonucu ne kadar beğendiğimiz değil, vardığımız sonucun önermeyle uyumlu olup olmadığı ve bu önermenin doğru olup olmadığıdır.”
Sagan’ın kitabında önerdiği palavra tespit yöntemleri şunlar:
Size ‘gerçek’ diye sunulan olguları bağımsız kaynaklardan teyit edin.
Argümanı destekleyen kanıtların tartışılmasını destekleyin. Bu tip bir tartışmayı farklı iki fikri savunan ve hakikaten konunun uzmanı olan kişilerden dinleyip farklı perspektifleri değerlendirmek önemlidir.
Otorite kaynaklı argümanların çok kıymeti yoktur. Geçmişte pek çok otorite hata yaptı, gelecekte de yapacaklar. Bilimde otorite değil, uzmanlık önemlidir.
Birden fazla hipotez oluşturun. Herhangi bir şeyi açıklamak gerektiğinde, gözlediğiniz şeyi açıklayabilecek tüm alternatif hipotezleri düşünün. Ardından bu alternatiflerin her birini nasıl test edebileceğinizi de düşünün. Bu testten başarıyla geçen açıklamanın doğru olma ihtimali, ilk aklınıza gelen ve gözünüze güzel görünen açıklamadan daha yüksektir.
Bir hipotezi, sadece size ait diye fazla benimsemeyin. Sizin hipoteziniz de diğerleri gibi gerçeği bulma yolunda bir ara duraktır. Kendinize neden bu fikri beğendiğinizi sorun, diğerleri ile adil bir şekilde karşılaştırın. Kendi hipotezinizi reddetmeniz için ne gerektiğini düşünmeye çalışın. Bunu siz yapmadığınız takdirde başkaları yapacaktır.
Bulgularınızı ve gözlemlerinizi rakamlara dökmeye çalışın. Eğer öne sürdüğünüz açıklama herhangi bir şekilde ölçülebiliyor ve rakamsal (nicel) olarak ifade edilebiliyorsa bu yöntemle farklı hipotezleri karşılaştırmanız çok daha kolay olacaktır. Net olmayan ve nitel (kalitatif) kavramlar için çok fazla açıklama öne sürülebilir. Elbette açıklama bulmamız gereken pek çok nitel konu da var, ama bunlara ilişkin kanıtlar bulmak her zaman daha zordur.
Açıklamanız bir argümanlar zincirine dayalı ise bu zincirdeki ilk önerme ve akabindeki tüm argümanların doğru olması gerekir. Unutmayın, birbirine bağlı bir mantık zincirindeki argümanların bazılarının doğruluğu açıklamayı desteklemeye yetmez.
Okkam’ın usturasını anımsayın. Elimizde, gözlemlediğimiz olguyu aynı derecede iyi açıklayan iki hipotez olduğunda, çok sayıda ön koşulu gerektirmeyen ve daha basit açıklama genelde doğru olandır.
Hipotezinizin nasıl yanlışlanabileceğini kendinize sorun. Test edilemeyen, ispatlanması mümkün olmayan önermelerin pek kıymeti yoktur.
Sagan, aynı kitapta bir iddiayı inceleyip teyit ederken ne yapmamız gerektiği kadar, ne yapmamamız gerektiğine de değiniyor. Böylelikle Sagan’ın palavra tespit kiti günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız 20 adet argüman ve mantık safsatasını özetliyor:
Adam karalama (ad hominem): Yapılan argümandaki hatalara değil, argümanı yapan kişiye saldırmak: Dr. Falanca vergi kaçırma suçundan hapis yatmıştı, o nedenle verdiği diyet önerisini ciddiye almamak gerekir.
Otorite safsatası (argument from authority): Kişinin söylediklerinin geçerliliğine değil ünvanına bakıp söylediğini geçerli saymak : İsviçreli bilim insanları kireç çözücü kullanmanızı öneriyor.
İstenmeyen etki argümanı: Yapılan argümanı kanıtlarla desteklendiği için değil, istenmeyen sonuçları engellemek için doğru kabul etmek: Karısını öldürdüğü iddia edilen sanığı suçlu bulmamız gerekir, aksi takdirde diğer erkekler de karılarını öldürmek için cesaret alırlar.
Cehalete başvurma (appeal to ignorance): Ortaya sürülen argümanı, kanıtlarla desteklendiği için değil, aksini gösteren kanıt yokluğu nedeniyle doğru saymak: Elimizde dünyayı UFO’ların ziyaret ettiğine ilişkin hiç bir kanıt yok, demek ki evrende yalnızız.
Özel durum argümanı (special pleading): Argümanı destekleyen delil yokluğunda, argümanı destekleyecek veri bulmaktansa veri yokluğuna bahane bulmak: Aslında telepatik güçlerim var, ama odada TV olduğundan kanıtlayamıyorum.
Varsayılan cevap argümanı (assuming the answer): Argümanın destekleyen önermenin, argümanın neden doğru olması gerektiğini cevaplamaması: Suç oranını azaltmak için idam cezasını geri getirmeliyiz. (Oysa idam cezası gerçekten suç oranını azaltıyor mu bilmiyoruz.)
Gözlem iltiması (observational selection): Argümanı güçlendiren örnekleri dikkate alırken, aksini gösterenleri yok varsaymak: Bizim şehrimizden nice önemli devlet adamı çıktı! (Seri katiller de çıktı ama onları boş verelim şimdilik!)
Küçük sayı istatistiği: Argümanı destekleyen örneklerin sayısının çok az ve limitli olmasını dikkate almamak: Bu akşam rulette dört kez kazandım, demek ki şanslı günümdeyim.
İstatistik cehaleti: İstatistiksel verilerin anlamını kavramamak: Yaptığımız ankete göre araba kullananların %65’i ortalamanın üzerinde iyi şoför.
Tutarsızlık: Yapılan argümanın mantık kurgusunun, aynı kişinin diğer savunduğu şeylerle tutarsız olması: Modern tıbba güvenmiyorum homeopati tercih ediyorum, çünkü doktorlar para için çalışıyor. (Homeopatlar bedavaya mı çalışıyor?)
Buradan bu sonuç çıkmaz argümanı (non-sequitur): Argümanı desteklemek adına verilen önermenin argümanın doğruluğu ile hiç bir ilgisi olmaması: Şu adam Bill Gates ile aynı üniversiteden mezun olmuş. Bill Gates dünyanın en zengin adamlarından biri olduğuna göre bu adam da çok zengin olmalı.
Ardışıklık safsatası (post hoc ergo propter hoc): İki olayın birbirini takip etmesi nedeniyle ilkini ikincinin nedeni varsaymak: Kadınlara oy hakkı verilmeden önce nükleer silahlar yoktu.
Anlamsız soru safsatası: Argümanı lehinde sonlandırmak için mantıklı bir şekilde cevaplanamayacak soru sormak: Yerinden kıpırdamayacak bir cisme, karşı durulamayacak bir güç uygulanırsa ne olur? (Oysa tanım itibariyle karşı durulamayan gücün karşında hiçbir şeyin duramaması, ya da hareket ettirilemeyen bir cismi hiçbir gücün hareket ettiremiyor olması gerekir.)
Sahte ikilem (false dichotomy): Pek çok olasılık olan bir durumda sadece iki seçenek olduğunu ve bunlardan birini seçmek gerektiğini iddia etmek: Tabi, sen gene babanın tarafını tut, zaten annen hep haksızdır!
Kısa döneme karşı uzun dönem safsatası: Sahte ikilem benzeri bir safsatadır, ama çok kullanıldığı için ayrıca bahsetmekte fayda var. Biri yakın, diğer uzak dönemde önemli olacak iki durumu sanki birinden birini seçmek zorundaymışçasına lanse etmek: Okul öncesi çocukların eğitimine para ayıramayız, çünkü acil olarak sokaklardaki suç oranını düşürmemiz lazım.
Kaygan zemin (slippery slope): Küçük bir olayın çığ etkisi ile uzak gelecekte kaçınılmaz şekilde çok büyük ve önemli bir başka olaya neden olacağını var saymak: Kızınızı arkadaşları ile sinemaya gönderirseniz, yarın öbür gün kötü yola düşer.
Neden /sonuç ilişki karmaşası: Tesadüfi olarak birlikte gözlenen olay ya da istatistiklerin, birbiriyle otomatikman neden sonuç ilişkisi içinde olduğunu varsaymak. Oysa iki değişkenin birbiri ile korelasyonu olması, her zaman neden sonuç ilişkisi olduğunu göstermez: Nicholas Cage’in başrol oynadığı film sayısı arttıkça yüzme havuzunda boğulan insan sayısı da artıyor. Demek ki Nicholas Cage filmleri boğulma nedeni!
Korkuluk argümanı (strawman): Tartışan kişinin karşısındakinin argümanını saptırarak saldırmayı daha kolay haline getirmesi: ‘Eğitime daha çok yatırım yapmalıyız’ argümanına cevap olarak karşı tarafın ‘Askeri bütçemizi kısıp düşmanlara karşı savunmasız kalalım istiyorsun demek, sende de hiç memleket aşkı yok!’ demesi.
Bastırılmış kanıt / cımbızlama argümanı: Argümanı savunan kişinin, karşı tarafın öne sürdüğü veri ve kanıtları görmezden gelmesi: Geçtiğimiz ay ortalama hava sıcaklıkları normalden düşük seyretti, demek ki küresel ısınma diye bir şey yok. (Ama son 100 yıldır ortalama sıcaklıklar sürekli artma halinde. Neden sadece geçen aya bakalım?)
Sinsilik argümanı (weasel words): Bir argümanı savunurken, bilinen ve onu zayıflatacak şeyleri bilerek hasır altı etmek: Yeni koltuk serimiz mağazamızda, 150 TL’den başlayan fiyatlarla…. (150 TL olan koltuk tek bir model ve süper kalitesizken diğer koltukların fiyatı en az 900 TL olabilir.)
Carl Sagan’ın Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabı, bilgi kirliğinin yayıldığı, hatta kasıtlı propaganda aracı olarak dünyanın her yerinde yoğun olarak kullanıldığı şu günlerde herkesin okuması gereken bir kitap.
Hepimiz, önümüze gelen iddiaları Sagan’ın önerdiği esasları anımsayarak değerlendirmeli, yaptığımız argümanlarda da bahsettiği mantık safsatalarını kullanmaktan kaçınmalı, karşımıza gelen kanıtlar sağlamsa, daha önce inandıklarımızla çelişiyor olsa bile fikrimizi değiştirmekten imtina etmemeliyiz.
Sagan’ın da dediği gibi:
“Bilimin kalbinde birbiriyle çelişen iki kavramın temel dengesi yatar: yeni fikirlere karşı açık fikirli olmak (ki bu fikirler bazen son derece acayip ya da alışılmadık olabilir) ve ister eski ister yeni olsun her fikrin eleştirel düşünce ve şüphecilik ile detaylıca incelenmesi. Ancak bu şekilde engin saçmalıkları, engin gerçeklerden ayırmak mümkün olabilir.”
Işıl ARICAN
Kaynaklar:
Sagan, Carl (1995). The Demon-Haunted World: Science As a Candle in the Dark. Random House. ISBN 0-394-53512-X.

1924 Erzurum Depremi ve ATATÜRK

1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve fe...